.
  KATLIAMLAR
 



SIVAS VE GAZI OLAYLARI

Sivas Olayı daha doğrusu katliamı (2 Temmuz 1993), Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçen olaylardandır. Ayrıca bu olay Türkiye’nin ne hale geldiğini sergilemesi bakımından da dikkat çekicidir. Olay Cumhuriyet Gazetesi’nde “Şeriatçılar Ayaklandı” manşeti altında şöyle yeraldı:” Olaylar Aziz Nesin’in Sivas Valiliğinin desteğinde yapılan Pir Sultan Abdal Şenliği’ndeki konuşmasına aşırı dinci kesimlerin gösterdiği tepkiyle başladı. Kitaplarını imzalarken tartaklanan Nesin, çevresindekilerce kurtarıldı. Pir Sultan ve Atatürk heykellerine saldıran göstericiler valilik, kültür merkezi ve şenliğe katılanların sığındığı Madımak otelini kuşattı. Kentteki 400 polis yetersiz kaldı. Kentte 2 gün sokağa çıkma yasağı ilan edildi… Sayıları yaklaşık 10 bine ulaşan göstericiler, kentteki birçok bina ve aracı tahrip etti. Valinin su sıkarak kalabalığı dağıtma isteğine RP’li belediye başkanı karşı çıktı. Otel çevresindeki kuşatmayı daraltan göstericiler önce oteli taşladı. Otel lobisine giren 50-60 gösterici etrafı ateşe verdi. Yazarları linç etmek için yukarı çıkmaya çalışanları polis güçlükle engelledi. Olay yerine güçlükle ulaşan güvenlik güçleri havaya ateş açarak kalabalığı dağıttı…Sivas’taki kanlı olaylar kentteki yerel gerici basının Pir Sultan Abdal Şenlikleri’ne karşı tavır almasıyla başladı. “


Sivas’ta devletin güvenlik güçlerinin gözleri önünde gerçekleştirilen 37 canın hunharca öldürülmesiyle sonuçlanan bu kanlı olay aslında ne Aziz Nesin, ne de Salman Rüşdi’nin “Şeytan Ayetleri” kitabıyla ilgilidir. Bu olayı bu gibi yapay nedenlere bağlayanlar, olayın gerçek nedenlerini gizlemeye çalışmaktadırlar.


Sivas’ta yüzyıllar önce deyişlerinden başka silahı olmayan büyük Ozan Pir Sultan Abdal’ı asanlar da, 37 masum canımızı katledenler de aynı gerici ortaçağ zihniyetininin temsilcileridir. Modern, laik bir Türkiye’yi istemeyen ve cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan din ticaretiyle beslenen bu zihniyet, kendi düşüncelerinin dışında hiçbir düşünceye yaşama hakkı tanımak istememektedirler. Gerici zihniyet bu olay sonrasında birlik ve beraberlik edebiyatına yönelmiştir. Oysa yüzyıllardır yaşanan olaylar ortaya koymuştur ki, birlik ve beraberliği bozan da istemeyen de kendileridir.


Tabiki olayın baş sorumluları iktidarı ellerinde tutanlardır. Ancak onlar kendilerini kurtarmak için vali ve emniyet müdürünü görevden alarak durumu kurtarmaya çalışıyorlar. İktidarda bulunanlar olaylarda yurttaşlarını koruyamadıkları için siyaseten sorumludurlar. Ancak ne acıdır ki demokrasi geleneğinin hala sakat olduğu ülkemizde siyasi ahlak kavramı henüz gelişmemiştir. Siyasal ahlak yoksunluğu birçok olayda ortaya çıkmaktadır. Siyaseten sorumlu idarecilerimizin ve devletin halkın gözünde zedelenen güveni onarabilmelerinin bir tek yolu vardır. O da 37 masumun yaşamını yitirdiği bu olayın suçlularını bularak hakettikleri cezaları vermek. Devlet halkının huzurunu, güvenliğini ve refahını sağlamakla yükümlüdür. Sivas olayı gözönüne alındığında devletin yükümlülüklerini yerine getirmediği görülmektedir.


7 Eylül 1994 geceyarısı Karacaahmet Cemevi inşaatının Refah Partili İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yıkılması olayı da 1980 sonrasına damgasını vuran olaylardandır. Bu olay bir anda ülke gündemini işgal etti. Daha önce Alevilerin haklı taleplerine kulaklarını tıkayan ve milyonlarca Alevinin inanç ve kültürlerini yok sayan medya ve siyasiler ikiyüzlü bir şekilde Karacaahmet Dergahına akın ettiler. Halkın sahip çıkması sonucunda Belediye geri adım atmak zorunda kaldı. Cemevi inşaatına devam edildi ve bugün Alevilerin önemli merkezlerinden biri olarak faaliyet gösteriyor.


Gazi Mahallesi’nde Mart 1995’te yaşanan olaylarda Türkiye tarihinin utanç verici sayfalarından birini oluşturmaktadır. Gazi Olayları ülkemizin hem etnik, hem de mezhep alanlarında çok hassas bir durumda olduğunu bir kez daha gösterdi. Olaylar 12 Mart gecesi Gazi mahallesinde kahvelerin taranması üzerine başladı. Bunun üzerine İstanbul’un çeşitli bölgelerinden akın akın Gazi mahallesine gelen kitleler olayı protesto etmek istiyorlardı. Ancak bu olaylar sırasında güvenlik güçlerinin kontrolü kaybetmeleri sonucunda ve olayların Ümraniye Mustafa Kemal mahallesine de yayılması sonucunda 20’den fazla yurttaşımız yaşamını yitirdi.


Tüm bu olaylardan devletin daha önce birçok kez olduğu gibi son olaylarda da yetersiz kaldığı ve halk nezdinde güven erozyonuna uğradığı görülmektedir. Devlet bu güvensizliği gidermek için öncelikle bu olayın sorumlularını, yani 12 Mart gecesi kahveleri tarayanları bulmak, yargılamak ve cezalandırmak zorundadır. Yine devlet Gazi Mahallesi ve Ümraniye’deki olaylarda kurşunlarla öldürülen yurttaşlarımızın kimlerce, sivil ya da polis öldürüldüğünü de bir an önce bulmak ve adalete teslim etmekle yükümlüdür. Olaydan bu yana iki yıl geçmesine rağmen bu konuda herhangi bir ilerleme sağlanamamıştır. Ayrıca bu olaylar Türkiye’nin uluslararası alandaki imajını da oldukça olumsuz yönde etkilemiştir.


Sözedilmesi gereken bir diğer olay da “Kızılbaş” adı üzerine yaşanan tartışmalardır. Bilindiği üzere tarihsel olarak Alevilerin bir diğer adı da “kızılbaş”tır. Osmanlı iktidarı ve bazı sünni gruplarca Kızılbaş adına yönelik insanlıkdışı propagandalar yürütülmüştür.Utanç vericidir ki bu durum zaman zaman gündeme gelebilmektedir. Bugün olmuş Türkiye’de satılan kimi sözlüklerde kızılbaş sözcüğü küçümseyici anlamlarda kullanılmaktadır. Ancak sevindirici olarak kamuoyunun uyanık tavrı ve aydın sünnilerin de katkısıyla bu çağdışı zihniyet gereken yanıtı almaktadır.



SIVASTA YITIRILENLER

"Ateşte Semaha Durmak…"


Faşistler yakıyor, askerler izliyor!


Üçüncü katta sol köşedeki odadan caddeye baktığında askerler görüyor Koçyiğit "Tamam kurtulduk artık" düşüncesiyle aşağıya bakıyor "telaşa kapılmayın askerler geldi." Dizi dizi askeri araçlar ilerde. Ama alana gelen 15-20 asker. Şaşırmadan yapamıyor gördüklerine.


Emniyet müdürünün telsizinden valiye "kalabalık kontrolden çıktı, kuvvet gönderin" mesajı iletildiğinde, valinin yanıtı "dayanın müdür bey, tugaydan kuvvet geliyor, şimdi buradan geçtiler" oluyor.


Tugaydan gelen kuvvet(!) 15-20 asker. Geliyor ve otele doğru ilerliyorlar.


Dinci gericilerin canını sıkıyor askerin gelmesi. Yüzleri otelden, askerlere dönüyor, çok hayıflanıyorlar askere. Bırakın yakalım şu kafirleri diye.


Faşistler sloganla karşılıyorlar gelen 15-20 kişilik askeri. "Asker Bosna'ya", "Allahsıza Asker Siper Olamaz." Hafiften itişip kakışmalar oluyor askerlerle, şeriatçı faşistler arasında. Askerler, ellerinde silah. Askerler kafalannda miğfer. Askerler tam teçhizatlı. Asker ilerlemek istiyor, faşistlerin sloganları onları karşılıyor. Sanki işlerine engel olunmuş, öldürmelerine, yakmalarına...


Tam o sırada siyah bir makam arabası yaklaşıyor askerle kalabalığın yüzyüze geldiği yere. Gelen tugay komutanı, tuğgeneral Ahmet Yücekök...


Faşistler merakla bekliyorlar generalin tavrını. Merakla ve "Asker Bosna'ya", "Allahsıza Asker Siper Olamaz" sloganlarıyla. Arabasından çıkan general, etraftaki faşistlerle konuşuyor. Sabah gazetesinin polis muhabiri Ahmet Vardar'ı dahi çileden çıkaran bir muhabbet, bir garip konuşma geçiyor aralarında. Şeriatçı faşistlerin ne dediği bilinmiyor ama, ama generalin sözleri öğreniliyor. General, faşist güruha "Askerden size zarar gelmeyecek" sözünü veriyor... Bu konuşma üzerine "Asker Bosna'ya" sloganı "En BüyükAsker Bizim Asker'e dönüşüyor. General'in konuşmasından sonra 15-20 kişilik asker grubu da kalabalığın arasından geri çekilip bir duvar dibine dizilerek katliamı seyre başlıyor.


Refahlı belediye başkanı, "tugay komutanı da orada bulunanlarca alkışlandı" diyor... "Siz bildiğinizi, istediğinizi yapın, askerden size bir zarar gelmeyecek" sözleri, tutumu alkışlanmaz mı? Tabi ki alkışlanır.


Askeri aradan çıkaran, tugay komutanından söz alan şeriatçı faşistler tekrar işlerine (!) dönüyorlar. işlerine, yani katliama, insan yakmaya...


işte faşistler polislerin üzerine basarak asma kata çıkıyor. iki, üç tane çevik kuvvet polis var, güruhla canların arasında. İçeri giren faşistler asma katta, giriş katında yanacak, yakılacak ne bulurlarsa dışarıya fırlatıyorlar. Polis içeri giren "saldırganı" yeni bir saldırı daha gerçekleştirsin dercesine, yeniden kalabalığın içine atıyor? Masa, sandalye, çanta, koltuk ne bulursa atıyorlar. Polisin ve askerin gözü önünde, polis ve askerin arasında, işte bir çanta fırlatılıyor, içinden kızıl Pir Sultan mendilleri savruluyor sokağa...


Faşist güruh tempo tutuyor "yak yak yak" diye. Olüme susamış, gözü dönmüş, insanlıktan çıkmış bir sürü. içlerinden birisi masa, sandalye atan diğerine sinirleniyor, hayıflanıyor. Bir an önce kan istiyor, bağırıyorlar:


"Bak la bak hala öteberi atıyor. Yaksana lan, yaksana."


İsanlann ölümünü hazırlıyorlar. insanları katletmeye gelmişler. Sadist bir ruh hali içerisindeler. İnsana özgü hiçbir duygu yok ruhlarında. Keyifle katılıyorlar cinayetlere.


"iyi ki gelmişim. Benim burada olmam büyük şans değil mi?" diyor yanındakilere, ölümü izlemeyi şans sayan faşist.


"Yah la yah" diyorlar.


"Hala taş atıyorlar, yahın la yahın" diyorlar.


Ve ters çevrilen arabaların benzin depoları tutuşturuluyor. Sokağa atılan "öteberi" tutuşturuluyor. Benzine bulanan paçavralar atılıyor içeriye. Polisin omuzuna basarak tül perdeyi ateşe veriyor faşistlerden biri.


İçerdeki canlar önce paçavraları dışarı atıyorlar, tutuşan perdeyi söndürüyorlar...


Bidonlarla benzin taşıyor faşistler.


Içerdekilerin işlerini bitirecekler.


Ve alevler oteli sarıyor.


Ve alevler barikatı sarıyor.


Şeriatçı faşistler alkışlarla, ulumalarla, ıslıklarla, tekbirle, Allahuekberle katliamlarını kut luyorlar. Çekilin önümüzden oğlum. Biz müslüman kanalız" diyor yangını, ölümü keyifle çeken kameraman, "hayatımın filmini çekiyorurn abi" diyor.


Kırılan camlardan sarkan tüller tutuşuyor. Yerdeki halılar tutuşuyor. Nasıl tutuşmaz o kadar benzine bulandıktan sonra.


Islıkla, alkışla tekbir getirerek, hayvansı bağırışla yakıyor ve seyrediyorlar. insanların, kendilerinden olmayanın canını almayı bir hak görerek. "Cehennem ateşi bu, yan be yan,"


"işte katillerin sonu."


"Yakın şeytanları"…


Bir molla oturmuş Allah'a dua ediyor


"Allahım bu ateşi otele doğru çevir..."


Bir Komut: Alt Kata!


Artık tehlike somut. Anıtı, arabaları yakan faşistler oteli de ateşe verecekler. Yardım umudu tükeniyor, artık takviye, asker falan gelmeyecek . Gelse de bir kenara çekilip izlemek için, faşistlere güç vermek için gelecekler. Alevler barikatı merdiven boşluğunu sarıyor! Birinci katta bir çıkış var. 109'dan arka boşluğa çıkılabilir. Linçle ateş arasında tercih yapılarak, giriş kapısından çıkılabilir. En tehhkelisi de yukarıda durmak. Çünkü duman yükselir, yukarı çıkar ve boğar insanlan.


Alt kata! diye çınlıyor bir ses. Muhtemelen Erdal'ın sesiydi diyor Koçyiğit


Alt kata!


Komutla birlikte ateşin sıcağında, alevlerin aydınlığında bir koşuşturma başlıyor, Taş yerini ateşe bırakıyor. Artık Madımak'ı saran kuşatan ateş! Olüm getiren, canlarını alan düşman ateş. Hainin ateşi. Ateşin ve güneşin çocukları ateşle yüzyüze...


Ateşle ölümcül adımlarını yüreğinde hisseden Serkan Doğan, hemen oracıkta, semahçı arkadaşlannın arasında bir kağıda birkaç sözcük yazıp sarmalayıp cebine yerleştiriyor. 19 yaşındaki kara kaşlı, kahverengi gözlü, esmer delikanlı. Saz diyerek, türkü diyerek, semah diyerek birkaç sözcük yazıyor ve cebine koyuyor. Serkan'ın son şiiri!... Serkan'ın ilk şiiri:


"Yanıyorum!


Anam sakın ardımdan ağlamasın


Aliyim ben...


Pir Sultan yoluna ölüyorum


Başıma kızıl bağla anam


Ardımdan sakın ağlama"


 


ŞEHİTLERİMİZİ SAYGIYLA ANIYORUZ!..


 


ASIM BEZIRCIASIM BEZÎRCİ


1928'de demiryolu işçisi Hamdi Bey'le ev kadını Refika Hanım'ın tek çocuğu olarak dünyaya gelir Asım Bezirci. Üniversite yıllannda sosyalizmle tanışır. Türkiye Sosyalist Partisine girer. Refika Hanım hep bir denge isterdi. Sanki hassas bir terazi gibiydi. Asım Bezirci'ye "başkaldırı insanı" demek doğru bir tanımlama dedim. Şiddetle karşıydı. Kanımca, bunda sosyalizme yürekten inanmasının da etkisi var. Asım Bezirci, 67 yıllık yaşamına, bir insan ömrüne eşit uzunlukta 70 kitap sığdırdı. Sonuç ne kadar acı olursa olsun, yüreklerimizi ne kadar acıya keserse kessin, ölümü Asım Bezirci'ye yakışır biçimdeydi. Kalesini terk etmeyen komutanlara benziyordu. Gençliğe inanıyordu. Tercihi onlardan yanaydı. Ağız dolusu gülüşü, çoşkusu, kuralcılığı, kütüphane raflannda bile eleştiriyi sürdüreceğinden hiç kuşkunuz olmasın.


METIN ALTIOKMETİN ALTIOK


Metin Altıok bir sabah, 13 Haziran 1993 günü, on kitabını birden yere yayarak, eşi Nebahat Çetin'e imzalamaya koyuluyor. "Sende benim setim yok bulunsun" diyerek Sivas'ta katıldıgı üçüncü şenlik oluyor. Nebahat Çetin, "Sen Sivas'lısın, Metin'i sağlam verdim, sağlam istiyorum" diyor Uğur Kaynar'a... ikisi de dönemiyor Sivas'tan..


Üstünde kafa patlattığı konu, ölüm; kendi ölümü; karısının ölümü; "Önce sen mi öleceksin, ben mi öleceğim?" Bu tartışma saatler boyu sürüyor! "Ben ölürsem sen bana sahip çıkarsın" diyor karısına, "Sen ölürsen ben sızarım!"


Sivas'tan sağ dönmüş olsaydı, intihar etmese bile, Metin'i alkol komalanndan kurtarabilir miydik acaba? "Ben niye yaşıyorum, ben niye ölmedim" bu sorulan hep soracaktı kendine, duyduğu derin acıyı bana da yaşatacaktı... Sivas'tan sağ çıkması, bir başka biçimde ölümü olurdu.


0 şaîr BlR BABAYDI


Sevgili kızım Zeynep; diyerek, yaşamındaki yerini önemle vurguladığı kızı Zeynep Altıok, bugün şunları söylüyor babası için: Babam, ben sekiz yaşındayken hatıra defterime birşeyler yazmasını istediğimde oraya bir dize yazmıştı: "Gülüşün bîr kuş olacak hep omuzumda". Onu 2 Temmuz 1993'te bir ortaçağ karanlığında kaybettim, kaybettik. Ardından birşeyler söylemek benim için çok zor. 0 sadece bir baba değil, şair bir babaydı çünkü. 0, "Metin Altıok'tu


DR.BEHCET AYSANDR. BEHÇET AYSAN


Behçet Aysan'ın "Beyaz bir gemidir ölüm" adlı şiirini okuyorum.


Çünkü beyaz bir gemidlr


ölüm


Siyah denizlerin hep çağırdığı


batık bir gemi


sönmüş yıldızlar gibidir


Yitık adreslere benzer


ölüm


Yanık otlar gibi.


Sen bu şiiri okurken, ben belki başka bir şehirde ölürüm.


Kır yaşamı gösterdi ki, direnen şairler soyundandı Behçet Aysan. Arkadaşlığın, kardeşliğin insanı Behçet Aysan'ın ölümü, direnen şairlerin ölümüne benziyor. Onun Vaptsarov, Joset, Petöfi için duyduğu derin acı ve kederi, bizim kendisi için duymamız, mümkün mü?


Behçet Aysan, yaşamı boyunca katıldığı demokrasi mücadelesinin güçlüklerini bilinçle göğüsleyen bir şairdi. Örgüt bilincinin sağlam bir ömeğiydi. Yaşamının son döneminde Nükleer Savaşın önlenmesi için Hekimler Demeği'nde (NÜSHED) Yönetim Kurulu üyeliği yaptı, Ankara Tabip Odası ilc Genel Sağlık - Iş Sendikası üyesidir. Edebiyatçılar Demegi'nin kuruluşuna da katılarak Genel Yönetim Kurulu'nda yer aldı.


UGUR KAYNARUĞUR KAYNAR


"Oldüğünde / doğduğum yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği / Işte böylesine yeniyorum."


Uğur Kaynar'dan geriye, askılı deri çantasının kalacağını; çantadan, üzerinde yukandaki dizelerin çiziktirildiği beyaz bir peçetenin çıkacağını; hayatıyla şiiri arasındaki trajik ilişkinin Uğur Kaynar'ın ölümünü anlamlandıracağını bilmiyoruz henüz.


"Uğur, hep tek başınaydı. Bilınçli olarak yanlız kalmayı isteyen, yanlız olmayı seçen bir insandı. Hep yanlızdı. Ve o yanlızlığını bir oya gibi işledi şiirlerine"


Uğur çok hüzünlü bir adamdı. Şiirlerinin teması sevmektir, sevdadır... Sevmeyen insanlara, sevmeyi bilmeyen, daha doğrusu öğrenemeyen insanlara yönelik, çok ciddi eleştirileri vardır. Her kitabı, yüklü bir hüzün anlatımıdır.


Zorlu ve kavgalı yıllar. Ülke, politik bir kaosu yaşıyor, Uğur Kaynar'ı da fazlasıyla etkileyen ve belirleyen politik mücadeleler dönemi. Sürekli içeri alınıp bırakılmalar... 12 Eylül döneminde, iki yıla yakın Mamak'ta yatan Uğur Kaynar, şiir yazmanın, Uğur için bir yaşama biçimine dönüşmesi de o yıllara rastlıyor. "ilk kitabının naif, çocuksu hauasından Gizemya ile sıyrılmıştır Uğur... Okuyan, rahatlıkla fark eder. Daha kentli duyarhğa dönüşmüştür şiiri... Alabildiğine bir hüzün vardır gene de, Hep bir hüznü yazardı ve bu hüznü şiirlerine yoğun olarak yansıtırdı."


Edebiyat çevresine rağmen çok yanlız bir adamdı... Duygulu ve yaralı bir insandı... Çoçuk yaşta annesinin ölümü, ailenin dağılması ve benzeri olgular, Uğur'u fazlasıyla etlkilemişti. Uğur'da diyor Serap Kaynar; "Hayatı boyunca hep çekti kendini insanlardan, kendi kabuğunun içine girmeyi tercih etti... Kendini zorlayan bir insandı Uğur... Uyum sağlamıyordu ve bunu is-temiyordu da... Her zaman kaygılı ve sıkıntılıydı. Hiçbir ortamda varlığını bütünüyle ifade edemiyordu... Sivas'taki ölümü de bir tekbaşınalıktık!"


Ölümünden sonra, Serap Kaynar'a bir torba içinde teslim ediliyor Uğur'un kalan eşyaları. Yanından hiç ayırmadığı, adeta kişiliği ile özdeşleşen askılı deri çantası ise bulunamıyor. Katliamdan birkaç gün sonra çanta, mucizevi bir biçimde bulunarak Serap Kaynar'a ulaştınlıyor; sapasağlam, ne bir yanık, ne bır koku... Peçeteler çıkıyor ortaya... "Dizelerini ilk olarak pe-çetelere yazardı, "Öldüğümde / doğduğun yere gidiyorum / yıllarca süren bir hasret ue bilinmezliği / Işte böylesine yeniyorum".


"Madımak'tan sağ çtkamayacağını biliyordu Uğur... Otelin merdivenlerinde Behçet ve Metin ağabey ile birlikte çekilen fotoğraflarından anlıyorum bunu"


Uğur Kaynar'ın ölümü bile, sancılı hayatına karşı elde ettiği bir yengi değil mi?


ERDAL AYRANCIERDAL AYRANCI


Arkadaşlannın cesur, atak ve bonkör olarak tanıdıkları Erdal Ayrancı.70'li yıllara gidiyoruz: Erdal 1978 ODTÜ girişli. Eylül'de başlayan olağanüstü bir dönem, pek çok insan gibi Erdal'ın da payına mahpusluk düşüyor. Erdal Ayrancı, 1980-1993 yılları arasında iki yıl iki gün Mamak, Ankara Kapalı, Niğde, Bor-Niğde cezaevleri'nde yatıyor. Çalışma odasında gördüğümüz maket 'gemiyi Mamak'ta kapılardan çıkardığı tahtalardan yapmış. Gemiye eşinin adını koymuş: "Hatçe". Mahpusluk günlerindeki ilk şiiri 2.7.1981 tarihinde Mamak'ta son şiirini 20.03.1983'te Topçam'da yazmış. Erdal Ayrancının 29.05.1982 tarihinde Nigde cezaevi'nde yazdığı şiirde Hatice'yi, Zeynep'i ve Sivas'taki akrepleri bulmak mümkün. Şiiri okuyoruz: "Eğer Bir gün / Bir beyaz güvercin / Gelecekse ağzında bir mektupla / Ve silecekse gözlerimdeki hüznü / îsterim / Durmasın kanat çırpsın bana doğru / Birgün eğer bir tahliye kağıdı / Beni sana kavuşturacaksa / Gayri gelsin düşlenen günler / Ocakta kaynayan tencere / Beşikte bebek / tomurcuk tomurcuk / Filiz filiz hayat / Düşünsene ne güzel olurdu / Düşmansız yaşamak / Haydi boşver bunlara / Şimdi bunlar tatlı hayal / Eğer birgün sevgilim / Son verecekse hayatıma / Bir ses / isterim durmasın patlasın / Anlam bulacaksa kulaklarımda / Yalnız... / Düşerse kanımın bir damlası yere / Bilsinler ki / Orada kırmızı yediveren gülleri açacak / ve bülbüller ağıt yakacak ölüme / Korksunlar korksunlar artık / korksunlar alev çemberindeki akrep gibi / Çünkü ölümleri / Gül dikenlerinden olacak.


Erdal'ın kekeme zürafa benim." Yazının son paragrafını sunuyoruz.


"tşte şimdi mezarımın başındayım ve ağlıyorum ölüme. Ölüm, benim ölümsün. Açlığım, çaresizliğim ve beceriksizliğim ölümü bile beceremedim, belki de becerdim...Belki de anladım ölemeyeceğim, Ölü güzel olur mu?.. Benim ölüm çok güzeldi, bembeyazdı giysilerim, kanım çekilmişti de yüzüm de bembeyazdı, ben duymadım ama imam çok şeyler söylemiş hakkımda, çünkü ben ölüyüm duymam ki; demiş ki şöyle ya da böyle. Neyse iyi adamdı günahları affolsun falan gibi, sağolsun hiç tanımazdık sağlığımızda birbirimizi, onun için çok da fazla iyi şeyler diyemeyeceğim hakkında, hatta bir keresinde küfür bile etmiştim gıyabında. Tam ben uyurken sabaha karşı ezan okuyası tutmuştu da küfür etmiştim. Sen hiç kendi ölümüne üzüldüm mü? Ya da agladım mı? Ben en son babam öldüğünde ağlamıştım ve son gördüğüm ölü oydu, kendi ölümü göremeden önce, Sen hiç güzel ölü gördüm mü? Ben gördüm yemîn ediyorum çok güzeldi ölüm, inanmazsan sor. Bir beta balığıyla japon balığı vardı. Zürafanın yanında ve sadece benim ölümü seyretmeye gelmişlerdi, inanmazsan sor, ne güzeldi ölüm bembeyazdı, bembeyazdı giysilerim. Kanım çekilmişti de yüzüm de bembeyazdı. İstersen sor. Zürafa kekeme yalnız, bence balıklara sor, tabi eğer uzak doğu dilini biliyorsan."


Erdal Ayrancı'nın odasında kendisinden geriye kalan eşyalan inceliyoruz: Partolonunun cebinden çıkan beş yüz bin lirayı elimize alıyoruz; Atatürk'ün yüzüne kan bulaşmış.


Erdal Ayrancı'yı hastanenin morgunda görenler, "bembeyaz bir ölüydü", diyecekler.


Biricik kızları Zeynep matematik dersinde kümeler konusu işlenirken, ailesinin kümesini çizecek: Önce kendisini, sonra annesini ve en son olarak da babası Erdal Ayrancı'yı yerleştirecek kümenin içine.


ASAF KOCAKASAF KOÇAK


Asaf Koçak, "Bizim toplumumuzda bireylerin kendilerini sorgulamaları ve dönüştürebilmeleri kaygıları oldukça az. Sorgulamak yeterli değil mesele dönüştürebilmekte. En önemli olanın aynanın karşısına geçtiğimizde kendimize ateş edebilmeyi becermemiz olduğuna inanıyorum diyor. "Asaf duvara asılan ve koleksiyonlara girenlerde yeni arayışlardan yanayım. Bir defa korkusuz olacaksınız ve tanımlara var olanlara fazla bel bağlamayacaksınız. Tanımlar geçici değil mi? Sanatta yeni arayışlar içerisinde olmak gerek diyor.


Uzun yıllar süren karikatür serüveninden sonra bir değişim ve yenilenme dönemi başlıyor sanatında. Belki de asıl yapmak istediklerini bundan sonra gerçekleştirecek.


Asaf Koçak bir karikatüristti, fakat öncelikle bir insandı. Bir yandan ödenmeyen ev kirası "kapanan telefonu "ki müzmin durumları bunhr Asaf'ın" öte yandan duygusal olarak yaşadığı derin yıkım, gerede yeşil pantalonu mor çoraba rengarenk gömlekleriyle yaşamını ti'ye alabilen bir Asaf Koçak yaşıyor.


"Hiç bir zaman mutlu ve huzurlu olamadı. Hep huzursuz, kaygılı ue sıkıntılıydı. Acılar içinde kıvranan bir insandı, fakat bunu çeureslne göstermezdi. Bir çok kişi Asaf'ı yaşama sıkısıkıya bağlı bir insan olarak anımsıyor, fakat o asıl başkalarını yaşama bağlardı."


Sivas'a giderken ev kirasını ödemiş olması Asaf Koçağın yaşadığı en büyük ve son oluyor.


NESIMI CIMENNESİMİ ÇİMEN


"Beni fraksiyonlara bölünmüş sol sevmedi btr türlü. Öyle kendimi beğendirme şirin gösterme derdim de yok... Alevi dernekleri de... Sol sevmedi, çünkü ben hiç bir fraksiyona girmedim. Sanatçımn fraksiyonu olur mu? Ben halkın ozanıyım, ezllen biriyim ue elbette ezilenlerden yanayım, ama şu "Sol'un" ueya bu "Sol'un" sazını çalamam. Alevilik de öyle. Bizim kültürümüzün zenginliğı oradan geliyor, ama ben Alevicilik de yapamam. Çağı geçti bunların. Hem sı-nıflar'dan, emekçiden söz ediyoruz hem de Alevicilik yapıyoruz. Bana bu da ters geliyor. Ama şu var: Türkiye'de ilk Şah İsmail gecesini ben düzenledim. Güçlü bir halk ozanı oldugu için, bir kültür eri olduğu için düzenledim."


Ankara'daki Şah Ismail gecesini Can Yücel ve Yaşar Kemal'in katkılarıyla düzenledim. Alevi kitlesine yaslanarak yapmadım bunu, kültür olayı olduğu için yaptım o'nun içindir ki Alevi demeklerinin toplantılanna pek çağırmazlar beni, Pir Sultan'a da bu yıl çağırdılar, yol param da yoktu ama, 500 bin lira bir yerden bulup geldik. Yokluk, yoksulluk içinde bile olsam Türkiye'de yaşamayı seviyorum.


Gel ey Nesimi sen, senden sor seni,


Sakın ha hor görme asla bir canı,


İnsanları sev sen, eyle secdeni


Mukaddes bir varlık hakkın kendisi


MUHLIS AKARSUMUHIBE LEYLA AKARSUMUHLİS AKARSU-MUHİBE LEYLA AKARSU


Muhlis Akarsu, 1948 yılında Sivas'ın Kangal ilçesinin Minarekaya köyünde doğdu. Hacı Bektaşı Veli, Yunus Emre, Karacaoğlan, Aşık Veysel doğrularından yola çıkarak, kendine insan sevgisini şiar edindi, 1972 yılında kendisinin de çok saygı duyduğu Seyyit Halil Çiftlik'in kızı Muhibe Leyla Çiftlik'le ev-lendi. "Muhibe Leyla Akarsu'nun bu evliliklerinden Pınar, Çınar ve Oamla adlannda üç kızlan oldu.


Mahsuni Şerif'in Muhlis Akarsu için söylediklerini anımsıyoruz. "Genellikle kış günlerinde yapılan Bektaşi Cem ve Cemaatlerinde, "yörenin seyitlerine ve ozan-lannın etkisinde kaldı.Önceleri klasik Bektaşi kalıplan içinde ismini duyuran sesini-sazını dinleten ünlü ar-kadaşım yetmişli hatta altmışlı Türkiye'de başlayan devrimci kıpırdanışlara yabancı kalmadı. Zamanla dev ozanlar thsani, Ali Izzet, Nesimi, Çırakman gibi isimlerle sahnelerde görüldü.


Son derece yanık ve tok sesiyle bir zamanlar plak ve kasetlerde rekor düzeylerde eserler sergiledi.


Akarsu özünde Pir Sultan Abdal aşkıyla doludur. Pir Sultan'ı rehber seçmişti. Kendisinin sonunun da-rağacı olup otmamasını hiçe sayardı. Ama diri diri ya-kılacağını hiç de aklının ucuna getin-nemişti kuşkusuz.


Her mısrasında gericiliğe ateş püsküren kardeşlik banş ve dostluğun simgesi olmuş bir ozandı.


Muhlis Akarsu Türkiye'ye adım .adım gezerek kendi kültürü olan Alevi Kültürünü tanıtımını üstlenmişti


Akarsunun unutulması mümkün değildir. Pir Sultan Kültürü ile yaşıyacaktır. Bu yazıyı bitirirken Muslis ve Muhibe Akarsuyu, söz ve müziği Muhlis Akarsuyun olan "tşte Geldim Gidiyorum" adlı türküyle anıyoruz.


HASRET GULTEKINHASRET GÜLTEKİN


01 Mayıs 1971, Sivas'ın İmranlı kazasına bağlı Han köyünde dünyaya geldi. 6 ya-şında saz çalmaya başladı, 11 yaşında sahneye çıktı.


Müzik yönetmenliğini üstlendiği resmi olarak ilk defa Kürtçe müzik yasağını delen "Nevroz" adlı kaset 1990'da önce entstürümantal olarak sonrada Nilüfer Akbal ve Rıza Akkoç'un katılımıyla gerçekleştirildi.


02 Temmuz 1993'de, Sivas'ta Madımak Otelinde 35 insanla birlikte katledildi. 13 Eylül 1993'de oğlu Roni Hasret Gültekin dünyaya geldi. Hasret Gültekin genç yaşına rağmen Anadolu Halk Müziğinin yorumlanmasında ve icrasında özgün bir yer edinmiş bir sanatçımızdı. Ülkemizde Feodal ve türedi kültürün aşılarak yurtsever demokratik ve halkçı bir kültürün köklerinin sağlamlaştınlması kavgasının önemli bir neferiydi. Anadolu Aydınlanmasının ışıklanndan biriydi Hasret Gültekin. "Ne arasak, Anadolu'da bulacağız!" derdi.


'Hasret'in ana dili kürtçeydi. Güzel bir diksiyona sahipti. Sadece Kırmanci değil Dimili ve Sorani'de bilirdi. "Nerelisin" diye sorulduğunda üstüne basa basa "Koçgiriliyim, Kürdüm" derdi. Hasret "Ne arasan kendinde ara" felsefesinden yola çıktı. Hasret Gültekin'in yaşam serüveni içerisinde Anadolu'da özgürleşmenin önündeki en önemli engellerden birisinin din ideolojiside olduğunu kavramıştı. Turan Dursun'u okuduktan sonra "Bilinç sıçraması yaşıyorum, ufkum açıldı. Ateist'im diye haykırabilinm" diyordu.


Hasret Gültekin'in annesi Hace Gültekin "Ben Madımak Otelindekilerin Anasıyım, şimdilik hoşçakalın yavrularım" diyordu.


MUAMMER CICEKMUAMMER ÇİÇEK


İki dosya, bir fotoğraf; "Muammer'in ağabeyi" fotoğrafta genç adamla genç kız birbirlerine bakarak gülümsüyorlar. Genç adam Muammer Çiçek olmalı, Genç kızın kim olduğunu bilmiyoruz henüz. Dosyalan karıştınyoruz; dosyalardan birinde Muammer'in tuttuğu günce, diğerinde altmış kadar şiiri, "İnadına yaşamak" adlı kendisinin yazdığı bir oyun. Fotokopisi çekilmiş bir ölüm ilanı düşüyor dosyalann arasından:. "Sivas katliamında yitirdiğimiz Muammer-İnci ve 35 canı yü-reğimize gömdük"


Muammer Çiçek'le înci birbirlerine bakarak gü-lümsüyorlar.


"1967 yılmda Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu 1992 yılında Gazi Üniuersitesi Mühendıslik ue Mi-marlık Fakültesi Çehır ve Bölge Planlaına Bö-lümünü bitirerek Şehir Planlamacısı oîdu." Çankaya Belediyesi Imar dairesinde iki ay staj gördü. Muammer Çiçek şiir yazıyor, Pir Sultan Abdal tiyatrosu yönetmeni, oyuncusu "Küçük Prens" adlı oyunda oynamış. Olaylar çıkmasa, Madımak Oteli yakılmasa 02 Temmuz saat 20.00'de Sivas Kültür Merkezinde kendisinin yönettiği Pir Sultap Abdal oyununu oynayacaklardı.... Serkan, Huriye, Yeşim, Özlem hiçbiri oynayamadılar.


Muammer'in babası Hüseyin Çiçek ilk ve son kez konuşuyor,. " Muammer kavgayı hiç sevmezdi cahil insanlardan uzak dururdu. Ama orası Sivas, Sivas şehri Cumhuriyete düşman ailece kendimizi Cumhuriyete ve topluma adadık.


Muammer'in eşyalann arasında Ahmet Çiçek bir nişan yüzüğü getiriyor.


INCI TURKİNCİ TÜRK


"Sanki boğucu bir sesin içinde yüzünü bulmaya çalısıyorum. Hızla ilerliyorum, bır türlü yaklaşamıyorum, uzaklık hep aynı" 13.01.1991. Muammer Çiçek Sivas Madımak Oteli, dışarda azgın kalabalık ve sanki yazılanlar Alevler içindeki İnci Türk için yazılmış. Muammer'i yazınca İnci'yi, Inci'yi yazınca Muammer'i düşünmeden yapamıyoruz.


İnci Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesini 1992 yılında bitiriyor. Altındağ Kültür Merkezinde ilk tiyatro çalışmalarına başlıyor. Pir Sultan Abdal Tiyatro topluluğunun teknik kadrosunda yer alıyor. İnci Türk'ün Muammer Çiçek le olan yakınlığı ortak arkadaşlan Huriye Özkan'a oradan tiyatro çalışmalanna dek uzanıyor.


Baba Mehmet Türk "Ben çocuklarıma toplumda bir yere gelmek için çalışın derdim. Muammer'le tanıştıktan sonra hayatında olumlu bir değişıklik olduğunu hissettik" Anne Neda Türk "kızımla gurur duyuyorum çok iyi seçim yapmış" diyor, baba Mehmet Türk başıyla onaylıyordu.


İnci Türk'ün odasındayız kitaplannı kanştırdıgımız, yaşamına girdiğimiz genç kızı yıllardır tanıyormuş gibiyiz. "Ölürsem / Açık bırakın balkonu / Çocuk portakal yer (Balkonumdan görürüm onu) / Orakçı ekin biçer (Balkonumdan duyarım onu) / Ölürsem / Açık bırakın balkonu. İnci Türk için ne yapabiliriz. Balkonun kapısını açık bırakıyoruz.


NURCAN SAHINOZLEM SAHINNURCAN ŞAHİN- ÖZLEM ŞAHİN


Nurcan Şahin'in annesi Fıdan Şahin, yirmiyedi yıl Anadolunun çeşitli yörelerinde görev yapan bir köy ebesi. Amcasının oğlu Mahmut'la bir akraba evliliği yapıyor. Bu evlilikten doğan üç çocuğuda doğumundan kısa bir süre sonra ölüyor. 03 Mart 1975'de adını "Canışığı" anlamına gelen Nurcan koyduklan bir kızı oluyor. Nurcan Şahin küçüklüğünden itibaren Fidan Şahin'in yaşamına bir başka sevinç ekliyor. Fidan Şahin "Onu özel olarak seumek için kendime doğurdum. Nurcan'ım olmadığında eude bir suskunluk bir sessizlik olurdu. Nurcan'ın gelmesiyle eve bir şenlik hauası doğardı" diyor.


Nurcan büyüdükçe kendini bütünüyle okumaya veriyor.. Nazım Hikmet'in şiirlerini ve diğer ilerici yazarlann yapıtlannı okuyordu. Köyümüz Şarkışla ilçesi Saraç köyüdür. Köyümüzün kültür ve dayanışma derneği vardır. Nurcan amcasının kızı, kader arkadaşı ve can dostu Özlem ile birlikte derneğin çalışmalannda görev alırdı. Sunuculuk yapar geleneksel oyunumuz Semah dönerlerdi. Herhangi bir şeye kızsam "Anne beni lafla dövme, eline terliğinı al sinirini geçirinceye kadar döv"derdi. Ben onu dövme şöyle dursun "gözün kör olsun bile diyemezdim". Bir günden birgüne "Allah Canını Alsın" demedim. Allah almadı ama yobazlar aldı.


Nurcan ile Özlem Şahin amca çocukları aralarındaki ilişki kardeşlikten öte. Çocukluklanndan itibaren birlikte büyüyor, birbirlerine can yoldaşı oluyorlar. Özlem'de sımsıcak sevimli, cana yakın insan sevgisiyle dolu bir genç kız. Özlem'in kendine güvenen rahat bir yapısı var, o'da Nurcan gibi gülmeyi seviyor. Hızlı ve sürekli ve akıcı konuşması en önemli özelliklerinden biri, konuşmaya bir başladımı susmak bilmiyor. Ikisi de yaşıtlanndan daha rahat iyimser ve olgunlar. Çirkinlikler ve kötülükler rahatsız ediyor ikisini de.


İkisi de ölüme çok uzak iki çocuktular. Özlem Şahin umursamaz dile dolu bir kızdı, hep çocuk kalmak, hiç büyümemek istiyordu. Büyüklerin yapmacıklı ve abartılı dünyası güldürüyordu onu. Odasının duvanna astığı bir kart belki yaşlanacağım ama asla büyümeyeceğım. Az ama öz yaşadılar. "İnsan sevgisiyle yürekleri dopdulu olan canları ue biz anneleri de yaktılar. Yüreklerimtze insanlık seugisi yerine kin ve nefret doldurdular." diyen şehit annelerine kulak verelim.


SAIT METINSAİT METİN


Adı sıklıkla anılan ve kendisinden sevgiyle söz açılan Sait Metin. "23 yıl'lık hayatında hiçkimseyle kavga etmeyen ılımlı ve olumlu bir yapıya sahip olan asla küfür etmeyen, yalan söylemeyen, kimseyi bilerek kırmayan, herkese saygılı, sevecen ue hayat dolu bir insandı Sait Metin. Uzun boylu, yakışıklı ve güçiü bedeninde sanki bir giz uardı. Onunla tanışıpta ilgi duymayan, seumeyen herhalde olmazdı" diyor amcası Halil Metin "Oğlum diye söylemiyorum. dört dörtlük insandı" diyor babası Mehmet Metin. Sait Metin'in dostları; kitaplan ve bağlaması oluyor. Bize Nurcan'ı, Özlem'i, Belkıs'ı, Ahmet'i ve Yasemin'i hatırlatıyor.


Sait Metin çok iyi bağlama çalıyor, türkü söylüyor hertürlü müzik aletine bir hafta içerisinde uyum sağlamayı başanyor. Bir de kabak kemanesi var, Yeşim'in (Özkan) 23 Nisan 1992 günü Sait'e verdiği yaşgünü armağanı. "Sait sevgisinde de çok temiz bir insandı" diyor arkadaşı İsmail Atak. "Esas deyişimi canı kadar çok sevdiği balcanı bulduğunda başlamıştı. Artık tiyatroda ve tüm hayatlarında birlikte olacaklarına söz uermişlerdi. Bizde Sait'e Pir'im, Yaşem'e de balcan diye hitap ediyorduk."


Çankırı gibi ters bir kent'te Çankırı Meslek Yüksek Okulundan mezun olan Sait Metin'i aldığı bu eğitim tatmin etmiyor. "Ben bir Yüksek okul bitirmekle tatmin olmadım, bilyorum sizde tatmin olmadınız söz veriyorum bir fakülte daha bitireceğim" diyordu ailesine. Sait ve Yeşim'in birbirlerine çok bağlı olduklannı söylüyor. Annesi Sultan Metin. "Yeşim'e çok fazla umut verme, beiki ailesi istemez dediğimde, "Anne sen delimisin, ben aradığımı buldum" demişti. Kız da çok tatlıydı. Saiti çok seviyordu. Birbirlerine çok uymuşlardı" diyordu Sultan Metin.


HURIYE OZKANYESIM OZKANHURİYE VE YEŞİM ÖZKAN


Özkan ailesi, 1962 yılında Ankara'ya yerleşiyor. İlk yılında doğuyor. "İlk çocuğumuz olduğu için sevgiyle, özenle büyüttük" diyor. Manire Özkan... Huriye üç günlük bebekken, Anıtkabir'de çimlerin üzerine yatırlıyor...


Huriye Özkan, başarılı bir öğrencilikten sonra, Deneme Lisesi'ni birincilikle bitiriyor. Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'ne arkadaşı İnci Türk ile birlikte giriyor, birlikte bitiriyorlar. îkisi de Alevi kültürüne bağlı, üretme ve paylaşma bilinciyle yüklü iki çagdaş genç kız...


1992 yılındaki, Pir Sultan Abdal Kültür şenliklerinde, Özkan ailesinin bütün bireyleri Banaz'dalar... Bir yanda Yıldızdağı, bir yanda Pir Sultan'ın köyü... Yeşim Özkan şenlik programını büyük bir coşkuyla gösteriyor babasına... Semah, tiyatro, dinletiler, şairler ve şiirler... Fakat biraz tedirgin, somnadan edemiyor; "Aziz Nesin de gelecekmiş, bir olay çıkar mı acaba?" Hikmet Özkan, "Devletin güvenlik güçleri var kızım" diyerek yatıştınyorum onu...


Münire Özkan'ın anımsadığı son anları söyle; Birbirlerinin üstene oturuyor, aynı koltuğa sığmaya çalışıyorlar... Huriye Özkan, kardeşine sarılıyor, kollannı sıyırıyor, ısırıyor, öpüyor... "Anne" diyor, "Yeşim'i çok seviyorum"... Yeşim'in Pirim'i Sait Metin, tiyatroda ve tüm yaşamda birlikte olmaya sözlendiği Yeşim Yeşim Özkan'ı yani Balcan'ı babası Hikmet Özkan'dan "emanet" alıyor; kızlann yanlannda Sait Metin ve Muammer Çiçek var, insan güzeli iki delikanlı... Hep birlikte, neşe içerisinde, coşkuyla gidiyorlar Sivas'a


Özkan ailesinin sevinci ve gururu onlar olacaklar biliyoruz...


CARINACARINA THUIJS


Rahmi Sivri'nin Anlattıklan.


Carina ve kız arkadaşı Maryze beni işyerimden arayıp randevu istediler. Bir hafta sonra biraraya geldik. Onlar, Türk kadınlannın aralanndaki ilişkilerinin nasıl yapılandığı, nelerle uğraştıklan ve aile içindeki rolleri konulannda araştınna tezi hazırlamak istediklerini, Doetinchem'deki Türkiye'lilerle çalışmamdan dolayı bazı olanaklar sunup sunmayacağını sordular ve yardım istediler. Carina ve Maryze'e yardım edecektim.


21 Haziran 1993 tarihinde buradan Ankara'ya, bir ay konuk olacağı Sivri ailesinin yanına gitti. Yasemin ve Asuman Sivri ile kısa zamanda iyi arkadaş oluyorlar. Birlikte Pir Sultan Abdal Kültür Demeği'ne gidiyorlar. Carina Demek'te pek çok insanı tanıyor; onlann fotograflannı çekiyor, dostluklar kuruyor.


Carina, Yasemin ve Asuman ile birlikte Pir Sultan Abdal Etkinlikleri'ne katılmak üzere Sivas'a gidiyor. Orada yurttaşı Rene'yi göreceği için çok heyacanlanmış. Carina tanıdığım kadarıyla, sistemli, çalışmayı seven eşitsizliğe karşı olan, "toplumcu feminst" diyebileceğimiz biriydi. Biraz çekingendi ancak kolay ilişki kuran, toplumsal sorunlarla yakından ilgili, insanları seven, her türlü haksızlığa karşı çıkan insandı, pek çok insanımız gibi.


YASEMIN SIVRIASUMAN SIVRI YASEMİN SİVRİ ve ASUMAN SİVRİ


Asuman henüz 16 yaşında. Sokullu lisesi ikinci sınıf öğrencisi... "Karnemi aldınız mı?" diye soruyor, telefona çıkan ağabeyi Yalçın'a Asuman, "Dünkü gösterilerimiz çok iyi geçti" diyor ağabeyine... Fakat asıl merak ettiği konu karnesi... Iki yıldır takdir almak için uğraşıyor Asuman Sivri...


Saat 16-17 arası Kamber Çakır'a eve yeni gelen Yalçın Sivri, kardeşinin takdir aldığını iletilmesini söylüyor, fakat telefondan duyduğu gürültülerden tedirgin oluyor...


Yasemin ve Asuman Sivri kardeşler, 1991 yılı ortalannda, Pir Sultan Abdal Demeği'nin kültürel çalışmalanna katılıyor ve kısa sürede semah topluluğuna giriyor. Asuman Sivri, özverili çalışmasının karşılığını alarak, Semah hocalığına yükseliyor. "Asuman sevimli, coşkulu, deli dolu ve uçan bir kızdı" diyor ağabeyi Yalçın Sivri; "Arkadaş çevresinde çok seviliyordu, bunda küçüklüğünün ue sevimliliğinin payı büyüktü"... Asuman da Her türlü özerklik vardı, fiziksel, düşünsel vb. Zeki ve çalışkandı. Emek veriyor, çalışıyor, çalıştınyordu...


Yasemin, Asumun'dan iki yaş daha büyük... 1992 yılında Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne giriyor. Semah ile başladığı kişisel çalışmalannda, giderek daha farklı kanallara yöneliyor. Demeğin Gençlik Komisyonu üyesi. Aynı zamanda kütüphane'den sorumlu. Kitapları ciltliyor, numaralandınyor. "Sürekli ve düzenli olarak okurdu" diyor ağabeyi Yalçın... Kişilik olarak içine kapalı ve durgun bir insan görüntüsü veriyor çevresine, oysa "en iyi arkadaşlarım" dediği dostlarıyla (kitaplarıyla) buluşabilmek için, yanlızlığa gereksinimi var Yasemin'in... Bu yönüyle Sait Metin'in tipik bir eşi sanki...


Lise yıllarından itibaren tuttuğu bir güncesi var. Daha çok aile ortamını, arkadaş çevresini değerlendiriyor yazdıklannda. Yasemin Sivri, Sivas'a giderken "Aziz Nesin'le tartışmak, görüşlerini açıklamak istediğini" söylüyor arkadaşlarına... 1 ve 2 Temmuz günü Buruciye Medresesi'ndeki kitap standında görevli olan Yasemin'in bu isteğini gerçekleştirmiş olması akla yatkın geliyor. Kardeşi Asuman'la birlikte kullandıkları ortak çantalarının içinden Aziz Nesin tarafından imzalanmış bir kaç kitap çıkıyor... "Yetmiş Yaşıma Merhaba" adlı kıtabını, "Ya-ısemin Sivri'ye mutlu yaşaması için" diyerek imzalamış Aziz Nesin...


29 Haziran'da, Erzurum'dan Ankaraya gelen ve 31 Haziran günü kendilerini Sivas'a yolcu eden ağabeyi Yalçın Sivri ile birlikte, Sivas dönüşü Mersin'e tatile gideceklerdi iki kardeş... Daha Sivas'ta iken, arkadaşlanna, "Çok yoruldum, beni Banaz'a götürün" diyen Asuman'ın, özellikle gereksinimi vardı böyle bir tatile...


Yasemin'in ve Asuman'ın yatakları, sanki birer gelin yatağı gibi süslenmiş durumdalar: Üzerlerine çerçeveli fotoğrafları, kırmızı karanfiller konulmuş.. Duvarlara şal ve poşu'ları, heybeleri, şemsiyeleri asılmış... Asuman'ın son okuduğu kitabın sayfalan arasına, kurumuş bir gül yapragı çıkıyor. Biblolar, fincanlar, işlemeli tabak ve Hollanda'lı Carina'nın bir fotografının da yer aldığı ayn bir köşe.


BELKIS CAKIRBELKIS ÇAKIR


1975 yılında Ankara doğumlu Belkıs Çakır... Lisede başanlı bir öğrenciyken, arkadaşlan ona "miss kuruntu" adına takmışlar... 1992 okul yıllığında şunlar yazıyor Belkıs için: "Belkıs sınıfımızın ca-nayakın mensuplanndan ve pencere sakinlerinden biriydi.


Yazılılardan önce çok telaşlı olur. Bundan dolayı biz ona "miss kuruntu" deriz. Ama biliriz ki, onun bu telaşı yersizdir. Çünkü her zaman çok başarılıdır. "Kişilikli, yürekli, yetenekli, tuttuğunu koparan bir insandı. Tam bir 'Anadolu kızıydı...'


Belkıs Çakır'ın bir dakika boş zamanı yok... Dersane çıkışı soluğu dernekte alıyor. Saat 24'ten sonra, geceyanlarına kadar semah çalışıyor arkadaşlarıyla...


Belkıs Çakır, umutlu olarak girdiği '93 yılı Üniversite sınavlarında İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü'nü kazandığını öğrenemedi.. 0 başanlı olacağından emindi... Belkıs'ın babası Kamber Çakır... Gazi Üniversitesi önünden geçen otobüslere biniyor, kızlı erkekli öğrenci kalabalığına takılıyor gözleri, onlar arasında Belkıs'ı görür gibi oluyor, dalıp gidiyor...


MENEKSE KAYAKORAY KAYAMENEKŞE ve KORAY KAYA


Menekşe ve Koray Kaya - Yeşim Özkan, Yasemin, Asuman Sivri gibi Madımak'ta yakılan kardeşlerden. Onlardan geriye Sivas'tan dönen bir kaç parça eşyayı saymazsak, Sivas'a gitmeden çektikleri iki fotograf kalmış; Menekşe ve Koray Kaya oturma odasının du-vannda yanyana gülümseyerek, bize bakıyorlar. Gülümsedikleri zamanı dondurmak için artık çok geç!. Babası İsmail Kaya semah ve saz hocası, Pir Sultan Abdal oyununun müziğini yapmış. 01 Temmuz'da Sivas'ta Düzenlenen "Halk Gecesi"ne katılan sanatçılar arasında o da var.


1992 yılında gerçekleştirilen Banaz şenliklerini yaşayan Menekşe ve Koray Pir Sultan Abdal Kültür Etkinliklerine katılmak için, babalannın deyişiyle "can atıyorlar".


Saat 10.00'de İsmail Kaya'nın da katıldığı "Halk Gecesi" var. İsmail Kaya programını yapıp kulise gelir, o sırada Musa Eroğlu yavaş yavaş birşeyler çalmaktadır. İsmail Kaya Hasret Gültekin'e sazını nasıl bulduğunu sorar. Hasret, "İsmail senin sazının çok sesi var, en iyisi sen o sazı bir daha kır" der. Tam o sırada bir çocuk duvarda asılı olan İsmail Kaya'nın sazına çarparak yere düşürür. Koray heyecanla babasına koşup "Baba, sazın kınldı" der, der demez îsmail Kaya'nın aklına Hasret Gültekin'in sözleri gelir; sazı eline alır, saz gövde ile sapın birleştiği yerden, yani ilk kınldığı yer-den bir kez daha kınlmıştır. "Hasret yann seni gö-rürsem ne diyeceğimi biliyorum" diye geçirir içinden îsmail Kaya, ama Hasret Gültekin'i son kez gördüğünü nereden bilsin?


Bu dünyadan bir Koray, bir Menekşe geçti. Bu dün-yadan Koray Kaya geçti, on üçünde Sivas'ta yakıldı. Peki kimdi o güzel çocuk? Beş yaşında yazıyı söktü. tlk okula başlamadan önce okumayı öğrendi. Hacettepe Üniversitesi kampüsünde 60. Yıl ilkokulu'nda okudu. çok başarılıydı. Bilim Dersanesinin Anadolu Usesine hazırlama kursunda ilk ona girdi. Mimar Kemal Or-taokulu'na başladı. Çok zeki, yetenekli bir çocuktu. Kendi yaşından büyük çocuklarla, insanlarla ilişki ku-rardı. En iyi ömek, Sivas'ta yitirdiğimiz Sait Metin'le kurduğu ilişkiydi. Sait Metin'le çok iyi anlaşırlardı.


. . Bu dünyadan bir de Menekşe geçti, on beşinde Sivas'ta yakıldı. Peki kimdi o güzel çocuk? Menekşe semaha, tiyatroya meraklıydı. Günleri Pir Sultan Abdal Demeği'nde geçerdi. Birkaç arkadaşı gibi Menekşe Kaya'da söz dersleri almıştı. Kardeşi Koray'la birlikte evde saz çalar, semah dönerlerdi. Menekşe özgürlüğüne çok düşkün biriydi. Sosyal kültürel ilişkileri çok iyiydi. Menekşe kaya 02 Temmuz günü son semahını döndü.


Hüsniye ana ve diğer analar çocuklarıın mezarları başında bir ağıt yakacaklar: "Sivas'ta yitirdim iki goncaydı gülüm / Elimden aldı bak ateşle ölüm / Ben de dostlar ile gömüldüm / Çalar sazı dili söylerdi / Aldı onları ölüm"?


EDIBE SULARIEDİBE SULARİ


Edibe Sulari, Davut Sulari Baba'nın en büyük çocuğuydu. Tarihi Seyyitlerimizden, Seyyit Mahmut Hayrani'nin torunlanndandır.


Bassel'de yaşadığı halde Türkiye'de yapılan bütün Bektaşi Kültür etkinlikleri ve eh-libeyt cemlerine, konferanslanna katılmayı ihmal etmezdi.


SEHERGUL ATESSEHERGÜL ATEŞ


Sehergül Ateş, 1963 An-kara doğumlu... Açık Öğretim Fakültesi öğrencisi... Türkiye Elektrik Kurumün'da (TEK) memur olarak çalışmış...


Evin her köşesinde Sehergül'ün yeteneğini, emeğini sergileyen ürünler yer alıyor; makrome el işleri, örgüler, yapma çiçekler ve özenle baktığı menekşeleri... Sehergül Ateş, çiçekleri çok seviyor, işyerlerinde kırkayakın çiçeği olduğunu öğreniyoruz; Her sabah "günaydın ben geldim" diyerek sesleniyor onlara, "öpün bakalım ablanızın elini" diyerek okşuyor hepsini.


Sehergül'ün odası, ölümünden dört gün sonra ilk kez açılıyor, o günden sonra da sürekli kiltli tutuluyor. Babası Musa Ateş odaya girmeyi reddediyor, acısını yüreğinde duyduğu kızı için döktüğü gözyaşlannı bizden saklamıyor artık... Ablası bir kaç bavula sığan çeyizini gösteriyor, odada Sehergül'e ait herşey yerli yerinde korunuyor. .


"Eğer saz çalmadan ölürsem, mezarımı tekmeleyin" diyor ablasına.. "Sen herşeyi öğrendin, bir tek saz çalmayı mı öğrenemeyeceksin ?" diye kızıyor ablası... "Evimin her köşesinde, bahçemin her ağacında onun emeği vardı. Yaşamını güzelleştirmeyi bilen, yannına umutla bakan, yüreği sevgi dolu bir genç kızdı Sehergül Ateş... Diğer güzel insanlanmız gibi, O'nu da, apansız yitirdik kanlı Sivas'ta..


MURAT GUNDUZMURAT GÜNDÜZ


02 Temmuz günü, Murat ve kızkardeşi Birsen Gündüz, Kültür Merkezi'nde kurulan kitap standında görevliler. Ankara Üniversitesi, Fen Fakültesi, Fizik Bölümü üçüncü sınıf öğrencisi olan Murat, Pir Sultan Abdal Demeği'nin gençlik komisyonlannda görev alıyor.


Murat katkısız sevgiyi ve dürüstlüğü, en yoğun yaşamış, evrensel sevginin ve kardeşliğin savunuculuğunu aklıyla birleştirmeyi başarmış ender insanlardan biriydi. Birsel'le ağabeyi üzerine özel olarak konuşmak, ailesi kadar bizi de derinden sarsıyor... "Seni tanımlamak, seni anlamak istiyorum gördüğüm bütün insanlara" diyor. Birsen Gündüz, ağabeyi için yazdığı satırlarda... "Insanlara iyimser bir tavırla yaklaşmanın, zor durumlarında yardımcı olmam, senin yaşam felsefendi. Seni şu dizelerle anlatmak istiyorum; "Ne mutlu bize insan olmuşuz / İnsan sevgisini gerçek bilmişiz / Insanın dalında açıp gülmüşüz / muhabbet insana, cana muhabbet. R.Su"... seni çok özlüyorum. Seni kendi içinde yaşatarak, özlemimi biraz olsun gidermeye çalışıyorum... Beni yaşarken görenler, seni yaşarken görecekler.


"En güçlüler yandı"... En güçlüleri, en güzelleri, en iyileri yitirdik Sivas'ta... Murat Gündüz de onlardan biriydi.


SERPIL CANIKSERPİL CANİK


1974 Ankara doğumlu olan Serpil Canik, Pir Sultan Abdal semah ekibinin en gençleri ve yenileri arasında yer alıyordu.


Serpil Canik, Ticaret Lisesi'nde okurken staj gördüğü bir kooperatif şirketinde çalışıyor, bir yandan da harıl harıl üniversite sınavlarına hazırlanıyor... Çok çabuk kavradığı semahı severek oynuyor, diğer arkadaşları gibi zamanla o da bir semah ışığı olup çıkıyor... İşyerinden derneğe koşturuyor, hatta semah çalışmasını engelliyor diye, işinden ayrılmayı bile düşünüyor bir ara... Bir yandan işin yo-ığunluğu, bir yandan kurduğu, üniversite hayalleri, gene de dernek etkinliklerinden koparamıyor.


Serpil için dernek çalışmaları ve dolayısıyla semah, bir yaşam biçimidir artık; "Bütün kötülüklerden uzak, yanlızca dostluk ve sevgi üzerine kurmuştu hayatını" diyor ablası... Canik kardeşler, sevgili ablalannı hiç ölmemiş gibi yaşatacaklar... Onlar da Serpil, Nurcan, Özlem, Belkıs gibi olacaklar... Yetenekli ve üretken.


AHMET OZYURTAHMET ÖZYURT


1992 yılında Ankara'da doğan Ahmet Özyurt, Bebekliğinde çok uslu, hatta biraz zayıf bir çocukmuş. annesi Senem Özyurt, "Her zaman tutmaya korkardım" diyor. Büyüdükçe fiziği gelişiyor Ahmet'in, uzun boylu, geniş omuzlu, elleri ve ayaklan kocaman, atletik yapılı bir delikanlı oluyor. Başanlı bir öğrencilikten sonra liseyi bitiriyor. Öğrenciliği sırasında da komilik, garsonluk gibi küçük işlerle çalışma yaşamına atılan Ahmet Özyurt, bu konuda pek şanslı olamıyor.


"Yalın bir insandı, tek isteği okumak, iyi bir üniversiteye gitmek, iyi bir işe sahip olmaktı" diyor Nurcan Özyurt. Annesi Senem Özyurt anlatımıyla "Bir sıçrasa, karşı caddeye geçebilen" bir yiğit delikanlı... Her sağlıklı genç gibi bedenini çok seven Ahmet Özyurt, evde ağırlık çalışarak kol ve bacaklannı güçlendiriyor, "kendini yerden yere atıyor"... En büyük ideali Üniversite okumak... Hep sonuca yaklaştı, fakat bir türlü başarılı olamadı. Belki de başarısız olduğu tek alan Üniversite sınavlanydı.


Ahmet Özyurt, en sevdiği iki eylemi; "Kitap okumak ve spor yapmak" olarak belirtiyor. Ahmet Özyurt, "Hayatın hep acılannı aklına getiren kişi mutlu değildir. Gerçekten mutlu kişi, içinde bir iyilik hisseden kişi demektir." diye yazmış günlüğüne... Ahmet Özyurt, kızkardeşi kadar yakın bize "istediği ve arzuladığı so-inuçlara yaklaşmıştı, iyi bir insan olarak yaşamayı, başarılı ve mutlu olmayı fazlasıyla haketmişti, hayatı haketmişti. başaracaktı...


SERKAN DOGANSERKAN DOĞAN


Serkan Doğan, kardeşi Serdar ile birlikte demeğin semah topluluğunda görev alıyordu. Aynı zamanda, Pir Sultan Abdal oyununda Ali Baba'yı canlandırıyordu... Babası, "Sivas'a ilk gidişi değildi. Banaz'a gitmişlerdi geçen yıl... Ayrıca, demeğin yeni şubeleri açılırken, Istanbul'a, Izmir'e, Çanakkale'ye gittiler" diyor ve ekliyor, "Sivas'ta, çocuklarımıza komplo kurulduğunu nereden bilecektik?... Serkan Doğan, liseyi kendisi için yeterli görmesine karşın, Açık Öğretim Fakültesi'ne devam ediyordu... Bir diğer tutkusu da futbol oynamaktı... Babasının sözleri "Sanki büyümüş ve küçülmüştü... Mahallede yaşlı birisiyle karşılaşsa, elinde çantası, paketi olan yaşlı bir teyzesini görse, hemen yardımına koşardı, tanısın veya tanımasın evine kadar eşlik ederdi... Mahallemizde çocuklarla oynardı, evinde bir akvaryumu vardı; Balıklanyla, kuşlanyla sıkılmadan ilgilenirdi... Serkan Doğan, kendi kendine çalışarak saz çalmayı da öğreniyor "Eğitim almış birinden çok daha iyi kullanırdı sazı" diyor kardeşi Serdar...


11 Aralık 1993, yirminci yaş günü Serkan Doğan'ın.. Ailesinin, Aydınlık Gazetesinin aynı tarihli sayısına verdiği bir duyuruda şunlar yazılıyor: "20 yaşına merhaba gülüm. Yangın yeri yüregimiz, Direncimizde yaşıyorsun. Ailen "... Bir de şu dizeleri okuyoruz; otelde yangın başladığında bir kağıda karaladığı, ölümünden sonra iç cebinden çıkan spontane birkaç dizeyi: "Yanıyorum / anam sakın ardımdan ağlamasın Ali'yim ben / Pir Sultan yoluna ölüyorum / başıma kızıl bağlama / arkamdan sakın ağlama"... Doğan ailesi, oğullannın vasiyetine sadıklar... Ne bir lanetleme, ne bir damla gözyaşı, ne de bir yakınma... Yalnızca direnç... Hepsi bu.


MEHMET ATAYMEHMET ATAY


1968 baharında, Divriği'nin gönderen Köyünde, Atay ailesinin en küçüğü olarak doğuyor. Mehmet Atay... Evin en küçüğü olmakla birlikte en sevileni aynı zamanda... Mehmet Atay'ın kısa süren, fakat yoğun ve üretken yaşamını anlatmak, sevgili kardeşlerine düşüyor şimdi.


Üniversite yıllarından itibaren fotoğraf sanatına büyük bir tutkuyla bağlanıyor... Yaşamını, çektiği fotoğraf kareleriyle güzelleştirmeyi kotaran bir insan... "Fotoğrafları, hayata bakışındaki özgürlüğü sergilemeye yetiyordu. Çektigi fotoğraflar gerçekten de ta kendisiydi" diyor Zeynel Atay... Mehmet Atay, temiz bir gökyüzü arayan martıları, boynu bükük kır çiçeklerini, ıslak sokak köpeklerini, kendisine dil çıkaran, haylaz çocukları fotoğraflıyor. Onlan özgür dünyalarını yakalamaya çalışıyor... Olabildiğince özgür yaşamaya sevdalı bi güzel insan. Günümüzde yükselen değerler dünyasında, ilkeli ve kendini alçaltmayan bir yaşamı benimseyen, yaşamın ağnsını ve sızısını her zaman üzerinde taşıyan, Fotoğraflarıyla yaşamını güzelleştiren, dürüst kişiliğiyle dostlarına ve arkadaşlarıa güven veren, duygusal, sevecen, çalışkan bir insan... Bütün ilişkilerinde özgür düşüncesini hayata geçirmeyi deniyor. Ve bu tavrından asla ödün vemiyor.


Gazi Üniversitesi, Maliye Meslek Yüksek Okulu'nu bitiren Mehmet Atay'ın mesleği ile ilgili büyük bir hedefi. bulunmuyordu. Belli bir iş, yükselme ve bol para kazanma hırsı da yoktu. "Mehmet çok farklı insandı" diyor ablası Aynur Atay, "Hissettiği gibi yaşardı. Hayata çok geniş bir açıdan bakar ve hiçbir konuda kendini sınırlamazdı..."


Mehmet Atay, 25 Haziran 1993 günü, Alevi Dernekleri Federasyonu'nun kurultayına katılmak üzere, Hacıbektaş'a gidiyor. 27 Haziran günü, Istanbul'a dönüyor ve birkaç gün sonra da Sivas'a, yönetim kurulu üyesi olduğu Divriği Kültür Demeği ve Çağdaş Divriği Gazetesi adına, Pir Sultan Abdal Etkinlikleri'ni izlemek ve elbette gönlünce fotograflamak üzere yola çıkıyor.


Bir arkadaşı, "Mehmet'in ablası olmak çok güzel bir şey olmalı" diyor Aynur Atay'a... "Bir insanın bu kadar çok arkadaşı olmasına inanamıyorum... Ben ablası olarak, ölümüne bizden çok daha fazla üzülen arkadaşları olduğunu biliyorum"... Sevgili Mehmet! Seninle yaşadığım süreçlerde dost ve arkadaş olamadık ama, geride bıraktığın onurlu yaşamınla, fotoğraflarındaki insancıl, ortak dünyamız ile bizim de kardeşimiz, arkadaşımızsın şimdi...


GULSUN KARABABAGÜLSÜN KARABABA


Pir Sultan Abdal Kültür et-kinliklerine, Divriği Kültür Der-neği kanadından katılan dört genç kızdan biri de Gülsün Karababa... Handan Metin, Gülender Akça, Gülsün Karababa ve Nurhan Metin'den, yalnızca Nurhan geriye döndüyor.


Gülsün'ü, ablası Nilgün Karababa yolcu ediyor Sivas'a.


Gülsün Karababa... Ayrılırken, döne döne öpüyor ablasını, "Belki bir daha görüşemeyiz" diyor... Nilgün Karababa, kardeşine kızıyor; "Üç tane kol atmıştı. Bende "niye bu kadar çok giysi götürüyorsun yıllanacak mısın orada?" dedim. Üstünü kontrol ettim. "Sivas soğuk olur, kalın giyin" dedım. Oysa ki, yangın yeri olacakmış Sivas, bilemedim"...


Sıradan biri olarak yaşamayı asla kabul etmiyor; babası M. Ali Karababa gibi güzel saz çalıyor, evde herkes yatmış uyurken, o gece yarıları resim çalışıyor, günce tutuyor. Atatürk Kültür Merkezi'ndeki resim kurslarına katılan Gülsün'ün hedefi, Hacettepe Üniversitesi Resim bölümü'nü kazanmak... "Harçlığını saklar kitaba, boyaya yatınrdı." diyor babası M. Ali Ka-rababa... "Bir gün olsun kızmadım yavruma. Kaşımı kaldırıp bakmadım, nazarım değmesin diye..." Uğur Mumcu'nun cenaze töreninden döndükten sonra, "Ben sıradan biri olmayacağım. Ben de Uğur Mumcu gibi öleceğim" diyor ablasına..


Gülsün'un felsefesine göre, insan yalnızca yaşamında değil, öldükten sonra da anılmalıydı. Geriye birşeyler bırakabilmeliydi. Belki ileri bir tarihte düşündüklerini yapabilirdi kardeşim... Fakat böyle bir ölümü hiç hak etmemişti.


M. Ali Karababa, "Biz bu çocuklanmızı ne zor koşullar altında büyüttük. Onlan cepheye göndermedik ki diyor. Ve anne Sultan Karababa, "Biz on aydır zehir yiyoruz." derken, nasıl da acılı, fakat yıkılmaz bir şehit anası aynı zamanda... "Ben annem gibi akıllıyım" diye övünen.Gülsün'ün, "Dünya bir yana, annem bir yana" dediği Sultan annesi... Karababa ailesi, diğer aileler gibi yalnızca gerçeği öğrenmek istiyor. Devlettir bizim düşmanımız...


Gülsün Karababa, "Ölü Ozanlar Demeği" kitabından aldığı bir tümceyi güncesine aktarmış; "Ölüm saati geldiğinde hiç yaşamamış olduğunu hissetmem ne acı"... Sivas'ın kendisi ve sevdiği yazarlar için bir "Ölü Ozanlar Kenti" olacağını nereden bilecekti?... Halk ozanı Gülsün Karababa'nın babası M. Ali Karababa Sivas katilamında 33 yavrusunu kaybetmenin acısına dayanamadı. Kısa bir süre sonra Pir Sultan'ın ve canların yanına ulaştı.


HANDAN METINHANDAN METİN


Handan Metin 1973 Divriği doğumlu, Dört çocuklu bir memur ailesinin üçüncü çocuğu. 1992 yılında, ODTÜ Eğitim Fakültesi Biyoloji Bö-ümü'ne giriyor... Babası Sadık Metin. Dört çocuğumuzun dördü de başanlı olarak öğrenimlerine devam ederken, anne baba olarak biz de çocuklanmızla gurur duyurduk. Ailece kararlıydık,' bizlerin zamanında olanaksızlık yüzünden yapamadığımız eğitimi, bütün zorlukları göğüsleyerek çocuklarımıza yaptıracaktık, yaptırıyorduk da... Mutlu ve huzurlu bir yuvada, herkes üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyordu. Handan evmizin hem ögrencisi hem de yöneticisiydi.


Handan ve Gülsün, Divriği Harman Dergisi'nin, kadın özel sayısı'na, "Yaşamda Birlikteyiz" adlı yazıyı birlikte yazmışlar: "kadının yeri hakkında yanlış görüşler hakimdi. "Dünya benim, evin içi senin" düşüncesinin hakim olduğu bir toplumda; Ali'nin karısı, Veli'nin anası, Hasan'ın kızı olmak artık kadına yetmiyor. Kadın sadece kendi kimliğini istiyor... Sesimizi yükseltmeliyiz. Karar mekanizmasında biz de varız. Çünkü birlikte yaşıyoruz."


Handan Metin, 1987 Mayıs'ında (yani 13 yaşında), çocukluk ve okul arkadaşı Seher Özen'e, tuttuğu bir günlükte şu satırları yazmış: "Ayrılmak bir doğa kanunudur. Bir gün arkadaşlarından, yarın aileden ve son olarak da bu dünyadan ayrlacaksın. Bütün herkes ayrılacak ama önemli olan zihinlerde bir isim bırakmak, ölsem bile ölmemiş gibi yaşatılmaktır.


Handan'ın annesi Sultan Metin, Handan'ın dönüşünü bekliyor. "Yitik bulmaya" gider gibi gidiyor her mahkemeye. Handan'ın artık yaşamadıgını bilmiyor, eşyalannı saklıyor, kızı gelir ve kullanır diye. Baba Sadık Metin kızı için ayn bir şiir yazmıyor, "33'lere" bir-den adıyor yazdığı şiirleri, kızının acısını ayn tutmuyor. Öfke ve direnç her geçen gün büyüyor.


GULENDER AKCAGÜLENDER AKÇA


Gülender Akça'nın kız kar-deşi "aile içinde bir evlat, bir kardeş, bir abladan öteye, hepimize bir dost, bir can, bır ar-kadaştı." diye söze başlıyor.


Babası Abidin Akça sözü alıyor "Ben uyuyordum, Gülender ile gece konuştuk, vedalaştık, sokaktan geri dönmüş babamı bir öpeyim demiş, son öpüşü oldu."


"Bizde bir ihtiyar vardır, çor çocüğu olmayan, bibim "babaman kardeşi hastaydı" Gülender ile bu odada birlikte yatardı. "Kurban olam Gülender, nereye gidiyon, ben ölüyem, ben hastayım" dedi Gülender'e. Bibi sen ölmekte ol, ben uçakla da olsa gelirim seni yolcu ederim dedi. Fakat maalesef Gülender'in cenazesi geldi uçakla"


Gülender Akça'nın halasının adı Tamey, herkes gibi Gülender'de o'na bibi derniş. Bibi'nin hastalığında altını temizler, tuvaletini yaptırırmış, Gülender'in ölümünden 40 gün sonra Bibi de ölmüş üzüntüsünden.


Divriğinin Şahin Köyünden Ankara'ya uzanan 2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Madımak Otelinde sona eren 25 yıllık bir hayat Gülender Akça'nın hayatı. Gülender Akça'nın toplumsal kimliğini en iyi anlatan sözler de Ağabeyinin sözleri olmalı: " Herşeyden önce insana insanca muamele edilmeyen, hak ettiği değeri verilmeyen baskının, zulmün, işkencenin, irticanın yoğun olduğu bir dönemde yaşadı. Bu nedenle haksızlığa, zulme, irticaya karşı insan haklarından, demokrasiden, laik düşünceden yana tavır koydu. Bu anlamda duyarlı bir toplum yaratma çabasında kardeşçe, insanca yaşamak için, insan olmanın onuru ile yaşamak isteyen milyonlarca insandan biri olmak için çaba sarfetti.


Gülender Akça artık yok ama hayat devam ediyor, günlük sıkıntılar diğer aileleri olduğu gibi Akça'ları da kuşatmış durumda. Akça ailesi bir anlamda kızlarını yüreklerine gömdüklerini hayatın Gülender Akça'nın anısıyla her zamankinden daha acımasız, daha çok şeye gebe olduğunun bilincinde olduklarını duyumsatıyorlar.


Ağabeyi Günay Vedat Akça'nın evden ayrılırken bize söylediği şu sözlere başka ne eklenebilir ki; "Yitirdiklerimizi ardından ağlamak, anlık tepkilerle yollara çıkmak çözüm mü? Toplumun, kitle örgütlerinin, demokratlann cenazelerin kalktığı günkü havayı sürekli kılmaları gerekiyor.


*Kaynak: Edebiyatçılar Demeği "BlR TOPLU ÖLDÜRÜMÜN ÖYKÜSÜ" adlı kitap.


 


UMUDUN YANILIŞI


 


Alevi, Sünni, Hıristiyan.. "72 millet"


Sivas'a gelmişlerdi.


Barış kervanını Sivas'a kurmuşlardı.


İnsandı hepside. "En-el hak" diyorlardı.


Barış, kardeşlik, Laisizm, Özgürlük...


Ve çağdaş Türkiye özlemini anlatacaklardı...


- Devlete sorulmuş, izin alınmış, katkı sağlanmıştı. Devlet şenlik komitesinin "içindeydi"


- Vali açılış konuşmasını yapmış, "Barışa yaptığımız katkıdan


dolayı bizleri kutlamıştı"


Devletimize güvenmiştik (!) güvenmek zorundaydık.


Doğruydu ve yanlıştı


Cuma günüydü "Kanlı Cuma" Sivas'ta rahatsızlık vardı.


Irticanın, şeriatın kesin egemenliğindekı Sivas.


Hazırlıklar yapıldı, haber salındı, dörtbiryana.


Barış boğulmalı, kervana tuzak kurulmalıydı.


"Atatürk Sivas'ta başlattı madem"


"Yine Sivas'ta boğulmaydı" O'nun ilkeleri


Yetmiş yıllık bırikimiyle...


"Haydin" ! "zaman geldi" denildi.


Kuran kursları, Imam-Hatipler, Cuma'dan çıkanlar, ayyaşlar, yo-


bazlar...


Dinimizin! emrini yerine getireceklerdi...


Onlara öyle öğretilmişti. Doğru buydu onlar için...


Kur-an hükmü..


Sakallı, cüpbeli, genç ve yaşlıydılar.


"Kan isteriz" diyorlardı. "can isteriz"


Taşlıyorlardı: Kendi geleceklerini.


Gülüyorlardı: Kendi geleceklerine


Eğleniyor, çığlık atıyor, böğürüyordu hepsi de.


Birazdan öldürecekler ve kim çok öldürürse:


"0, en çok sevap kazanacaktı."


"Kültür Merkezi" dedi bir-iki kişi


"Saldıralım" dedi diğerleri


"Saldırdılar polisin gözetiminde, belediyenin katkısında


"Bu put" dedi birisi ozanlar anıtına


"Bu put" dedi diğeri Atatürk'ün büstüne


Ve,


Attılar yere tekmelediler sırayla,


Indirdiler şenlik pankartını, yaktılar...


Kan tadı vardı dişlerinde


Kan anyorlardı yeniden


Kan arzusu egemendi olmayan bilinçlerine


Ve biraradaydık işte Madımak Otelin'de


Haber ulaştırmıştık devlete, yakınlarımıza


Ve Ankara'ya


"Devlet sizin güvenliğini sağlayacak" diyordu.


Vali, Enmiyet Müdürü, Bakan ve hepsi de.


Gelmiyordu bir türlü, güvenlik güçleri (!).


Altı saat olmuştu "Gelmek, yetişmek üzere' diyorlardı.


Telefondan


Aziz Nesin konuşuyordu...


Arif Sağ konuşuyordu, yetkililerle


Ben konuşuyordum, umut arıyorladı diğerleri bizim gözlerimizde...


Hasret, Muhlis, Nesimi, Edibe... Türkiye'nin ozanları


Erdal, Asaf, Uğur canım kardeşlerim


Dr. Behçet, Asım Abi


Sevgili Yeşim, Huriye, Asuman, Yasemin


Menekşe küçük tombiş Murat, Ahmet Sait (Pir Sultan),


Özlem, Muammer, Nurcan, Serpil, Serkan, Inci, Belkıs.


Sevgili yavrularım, Semahçılarım, Pir Sultanlarım...


Neredeyiz? Türkiye mi burası? Arabistan, İran mı?


Kim bunlar? Hangi asır, hangi yıldayız?


Ne çok taş vardı Sivas'ta Tanrım?


Allah için taşlıyorlardı, yedi saat durmadan, dinlenmeden.


Peki ama devlet nerede?


Neden korumuyor bizi?


Neden dağıtmıyor güruhu?


işte yine yüklendiler polis barikatlarına


Polis nasıl ne kadar sevecen (!)?


Polis ne kadar uygar(!)?


Ve


Polis ne kadar mutlu?


Birisi barikatı geçti yine!


Araba saldırdı Otelin önünde


Otomobil 06 plakalı, tepiniyor üstünde genç adam,


Zevk aldığı belli


Arif'in arabası


Ali'nin arabası


görevini yapıyor polis (!)


Yine barikatın arkasına götürerek


gençadamı... severcesine


Dört polis geldi içeriye, Otele


Tamam devlet gelmişti, "Bu kadar gözdağı yeter" demişlerdi belki de


"Bırakın" dedi birisi "Bu orospuu çocuklarını mı koruyacağız"


dedi diğerine


Ve çekip gitmişlerdi.


Yine yükleniyorlar, barikata ve kolayca geçiyorlar yine


Saat sekize geliyordu. Tüfekli polis de yoktu, kaybolup gitmişti...


Biri kalmıştı biri. Polis ve insandı o. "Kalacağım" diyordu


Kalmıştı gerçekten de sonuna kadar


Benzin bulmuşlardı, yakacaklardı herhalde.


Bunu düşünmemiştir !!!.



Corum Katliami

Giriş


Geri kalmış veya gelişmekte olan ülkelerde siyasal cinayetlerin, toplu katliamların perde arkasında konumlarını sürdürmek isteyen egemen güçleri görürüz. Egemen güçleri emperyalistlerle işbirliği içinde olan ülkelerde, siyasal cinayetlerin, toplu katliamların daha da boyutlanarak iç savaşa dönüştüğü görülmüş ve yaşanmıştır.


Osmanlı’nın ekonomik, kültürel, sosyal uygulamalarına (asimilasyon, rüşvet ve soyguna) karşı, Anadolu halkının direnişi, Kızılbaşlık ya da Celâli ayaklanması diye kılıflanmış, yoksul halktan yüzbinlercesinin kellesi vurulmuştur.


Sukarno, Endonezya’da bağımsızlık ve özgürlük yanlısı bir milyonu aşkın insanı bir gecede katlettirdi. Şili’de ABD işbirlikçisi faşist Augusto Pinochet, sosyalist Allende iktidarını kanla devirdi. Yüzbinlerce yurtsever insan işkencelerde yaşamını yitirdi. Toplumların sosyal mücadele tarihi, bu tür örneklerle doludur...


Türkiye, yarı bağımlı, yolsuzluk, rüşvet ve mafyanın kurumlaştığı; çetelerin at oynattığı bir ülke durumundadır. Devlet erkini elinde tutan güçler, egemenlik ve çıkarlarını güvenceye almak, halkın ve emekçilerin uyanışını, direnişini engellemek için karşıt faşist örgütler (Ülkü Ocakları, Akıncılar, Komünizmle Mücadele Dernekleri vb.) kurdurarak eyleme yöneltmişlerdir. Böylece siyasal ve faili meçhul cinayetler, toplu katliamlar halkın güncel yazgısı haline getirilmiştir...


Siyasal cinayetler ve katliamlar yaşadık; bu gibi olaylara tanık olduk. Demokrasi havarisi nice iktidar geldi-geçti. Hiçbiri, ne katliamların nedenlerini, perde arkasındaki güçleri görmek istedi, ne de katliam tertipçilerinin üstüne gidebildi. İktidar ve muhalefet rolünü dönüşümlü olarak oynayan siyasi partiler birbirini suçlamaya; Alevi-Sünni çatışması sonucu olduğunu iddia ederek katliamların gerçek nedenini kılıflamaya çalıştılar. Devlet içinde devlet konumunda olan gizli eller biliniyordu. Bütün çaba, bu gerçeğin kamoyuna malolmasına engel olmak; sınıfsal ve toplumsal bir uyanış sürecine giren emekçilerin arasına dinsel ya da ırksal nifak tohumları ekerek onları karşı karşıya getirmek için harcanıyordu. Katliamlarda toplumun inancı, değeri ve kurumları (din ve cami gibi) büyük bir pervasızlıkla basit birer araç olarak kullanılıyordu. Örneğin, Malatya’da halk, “Alevilerle solcular Cezmi Kartay Caddesindeki Camiye saldırdılar, patlayıcı madde attılar” propagandasıyla kışkırtıldı. Oysa o dönemde, Cezmi Kartay Caddesi üzerinde ve yakınında cami yoktu. Kahramanmaraş’ta katliam, “Komünistler-Aleviler, Ulu Cami’ye saldırdılar; Müslümanları öldürüyorlar” kışkırtmasıyla başlatılmıştı. Çorum’da “Alaaddin Cami’ye patlayıcı madde atıldı”ğı tahrikiyle halk sokaklara dökülmüştü. Sivas’ta, “Alibaba Mahallesinde Cami’ye saldırıldı” denilerek propaganda yapılmıştı. Keza 1993 Sivas katliamından önce “Cihad çağrıları“ yapılmıştı. Saldırı ve katliamlardan sonra söylentilerin gerçek olmadığı ortaya çıkmıştı ama ne fayda!!! Devlet yöneticileri bu gerçekleri görmezden geliyor ve yanlı tutumları ile saldırganların cesaretini artırıyordu.


Amacımız, katliamların üzerindeki giz örtüsünü aralamak, gizli örgütleri tanımak, böylece olayları daha akılcı değerlendirmenin imkanlarını yaratmak ve tarihten ders çıkararak provokasyonlara gelmeyecek bir bilinç oluşturmaktır. Bir başka ifadeyle amacımız, belirli bir zümrenin çıkarlarını koruyan, biçimsellikle sınırlandırılmış demokrasinin yerine; bütün kurum ve kurallarıyla işleyen, çok sesli, katılımcı, özgürlükçü, eşitçi, barışçı ve insan haklarını koruyan bir demokratik ortamın oluşmasına yardımcı olmaktır.

Corum Katliami


Alevi ve sünni halk, Çorum’da içiçe yaşamaktadır. Bu yüzden de kontrgerilla Çorum’u da provokasyon yaratarak halkı birbirine kırdırabileceği yerlerden biri olarak seçer. Pilot bölge olarak,belediye başkanlığı MHP’lilerin elinde olan, Alaca ilçesi seçilir. Önce Alaca Adliyesi emanet deposu soyulur ve 21 adet silah çalınır. Bu silahlardan biri daha sonra Sungurlu ilçesinde yazılama yaparken yakalanan MHP’li bir faşistin üzerinden çıkar. Ama buna rağmen, soygundan sonra “Aleviler sunnilere karşı silahlanıyor” şeklinde spekülasyonlar çıkarılmıştır. Alaca’nın faşist Belediye Başkanı, ramazan ayı başlangıcını bahane ederek bir bildiri yayınlar ve halkı cihada çağırır.


Faşistler provokasyon yaratmak için her fırsatı değerlendirmeye çalışır. Amaçları yeni bir Maraş yaratmaktır. Provokasyonun ilk adımı için 27 Şubat 1980’de yapılacak olan “Hayat pahalılığı ve yoksulluğu protesto” mitingini seçerler. Miting için validen izin alınmıştır. Fakat izin verilen yer faşistlerin yoğun olduğu bir bölgedir. Faşistler mevzilenmiş, saldırı emrini beklemektedir. Bu durumu tesbit eden devrimciler provokasyon olacağını halka duyurarak mitingi iptal ederler. Böylece provokasyon boşa çıkartılır. Bu arada ildeki faşist kadrolaşma da yoğunlaşmıştır. Tunceli’de halka yaptığı saldırılarla tanınan Emniyet müdürü Halil Bozkurt Çorum’a atanır. POL-DER’li polisler sürgün edilerek yerlerine faşist POL-BİR’li polisler getirilir. Yapacakları saldırı ve provokasyonlarda herhangi bir pürüz çıksın istemezler.

Saldırı “hazırlıksız” başlıyor


27 Mayıs’ta Ankara’da faşist şeflerden Gün Sazak’ın devrimci hareket tarafından cezalandırılmasından sonra faşistler, adım adım hazırladıkları, palanlı saldırıyı beklemeden kudurmuşcasına saldırmaya başladılar. 28 Mayıs günü şehrin en işlek caddesine ipini koparmış itler gibi dolan faşistler işyerlerinin camlarını kırıyor, hazımsızlıktan ne yapacaklarını şaşırmış bir vaziyette saldırıyorlardı. Ardından alevi halkın yaşadığı Milönü mahallesine yönelirler ama barikatlarla karşılaşırlar. Faşistler, devrimcilerin ve halkın direnişi karşısında amaçlarına ulaşamadılar. “Ya kan kusturacağız, ya tam susturacağız”, “Kanımız aksa da zafer islamın” sloganları ile saldıran faşist güruha polis hiç müdahale etmemiş, zor duruma düştüklerinde korumuştur. 28 Mayıs’taki bu saldırıyı şeflerini kaybetmenin hazımsızlığı ile başlatan faşistler plansız oldukları için amaçlarına ulaşamamışlardı. Fakat saldırılar aralıksız devam eder. Faşistler kontrolü ellerine geçirmek için polisin de yardımıyla ilçe yollarını denetlemeye başlarılar. Asıl büyük saldırının hazırlığı içerisindedirler. Bu nedenle çevredeki il ve ilçelerden faşistler Çorum merkezinde toplanır. Kent bu günlerde zaman zaman daha sakin görünse de faşistlerle sürekli çatışmalar yaşanır. Öyle ki alevi ve sunni halk iyice ayrıştırılır, azınlıkta olanlar kendi mezheplerinden halkın yoğun olduğu mahallelere göçederler. Etmek istemeyenler de zorla gönderilir. Saldırılar sadece şehir merkezi ile sınırlı kalmaz. Köylerde de alevi ve sunni köyler birbirine karşı kışkırtılır. Katledilen insanlar olur. Öyle ki köylüler tarlalarına gitmekten korkar hale gelirler.

İlk “vuruş” polisten


30 Haziran’da faşistler tarafından dağıtılan bildirilerde cihat çağrısı yapılır. CHP’lilerin devrimcilerin yoğun olduğu semtlerden saldırı başlatılır. Akşam Pol-Bir’li polislerin de desteği ile saldırı tırmandırılır ve alevi ileri gelenleri ve devrimcilerden onlarca insan gözaltına alınır. İlk elde halkı önderlerinden kopararak güçsüz düşürmeyi hedefliyorlardı. Daha sonra evler silahlarla taranıp ateşe verildi. Bu ikinci saldırı özellikle ilk saldırıda girmeyi başaramadıkları Üçevler mahallesinde başlatılmıştı. Faşistler, tüm haberleşme ve yardım yolları kapatıarak iş yerlerini yağmalamaya giriştiler. Bu saldırıda faşistler ev yakma, tarama, yağma dışında dört kişiyi de katlederler. Ölümlerin duyulmasının ardından sokağa çıkma yasağı ilan edilir ama yasak faşistlere uygulanmaz.

Katliam Günü


Temmuz başında valilik ve MHP’de anormal bir hareketlilik yaşanır. MHP’ye daha önce tanınmayan insanlar girip çıkar, sürekli telefonlar çalışır ve herkes “cuma” gününden sözeder. Bunlar yaşanırken alevilerin mahallelerine de operasyon düzenlenip yüzlerce insan gözaltına alınır, silahlar toplanır. 4 Temmuz... MHP’lilerin sıkça bahsettiği “cuma” günü geldiğinde tüm camilerin anonslarında “komünistler Alaaddin Camii’ni ateşe verdi” denilerek saldırı başlatılır. Arabalarla taşınan silahlar dağıtılır ve hedef olarak Milönü mahallesi gösterilir. Böyle bir saldırıyı bekleyen halk, mahallede gece ve gündüz sürekli nöbet tutmaktadır zaten. Fakat saldırı daha çok gece beklendiğinden erkekler gündüz uyuyor, nöbete kadınlar devam ediyordu. Aniden anonsları ve “Allah Allah” seslerini duyan halk mahallelerine saldırı olduğunu düşünüp camiye doğru koşar, önce polis panzerleri ardından galeyana gelen koca bir kitleyle karşılaşırlar. Polis panzerlerinden halkın üzerine ateş açılır. Onlarca insan katledilir ve yaralanır. Halkın üzerine polis asker ve faşistler birlikte saldırırlar. Saldırıyı yönetenler MHP il başkanı İsmail Taştan ve Çorum ÜGD başkanı Seydi Erenyel’dir. Bu katiller rehin alınan on kişiyi kurşunu dizme emrini verir ve köylerden gelen kendi yandaşlarını da buna ortak ederler. Rehin aldıkları insanlara her türlü işkenceyi yapan yaptıran bu katiller, ellerindeki kadınların ırzına geçtikten sonra çamaşırlarını sopalara takıp dolaştırarak ahlaksızlıklarını da sergilerler.


Ne olur onu Sigorta’ya götürmeyin, orada öldürürler” 4 Temmuz’da “Allah allah” seslerini ve camilerden yapılan anonsları duyar duymaz sokağa fırlayanlardan biri de üniversite öğrencisi Süleyman Atlas’tır. Sokağa fırladığında panzerlerden açılan ateşle omuzundan yaralanır. Panzerden fırlayan polisler onu panzerin içine almaya çalışırlar. “Ben bu yarayla ölmem beni polislere vermeyin” diye bağırır Süleyman Atlas. Halk vermemek için direnir ama polisler hastaneye götüreceğiz diyerek zorla panzerin içine atarlar. Bir kadın: “Ne olur onu Sigorta Hastanesine götürmeyin orada öldürürler” diye bağırır ama polisler kadını dinlemezler bile. Süleyman SSK’ya götürülür ve ailesine cesedi teslim edilir. Vücudunda sigara izmariti söndürülmüş, şiş sokulmuş, kolu parçalanmış bir haldedir... SSK başhekimi ise “omzundan aldığı yarayla ölmüştür” şeklinde bir açıklama yapar. Ama halk işkencehaneyle SSK’ya gitmek arasında bir fark olmadığını çok iyi biliyordu. Çorum SSK hastanesi faşistlerin üs olarak kullandığı bir yerdi. Silahlarını burada depoluyor, bodrum katında işkence yapıyor ve rahatlıkla gizlenebiliyorlardı. Arama yapıldığında hemen kılık değiştirip “görevli” kartlarını yakalarına takarak elini kolunu sallayarak hastane içinde dolaşıyorlardı. SSK’nın faşist katillerce bu kadar rahat kullanılması devletin faşistlere nasıl kolaylıklar sağladığının ve nasıl desteklediğinin en iyi kanıtıydı.


Sonuç olarak; Çorum’da 4 Temmuz’daki katliamda 26, ondan önceki saldırılarla birlikte de toplam 50’yi aşkın insan katledildi. Katledilen insanların cesetlerine yakınları aylarca hatta bazılarına yıllarca ulaşamadılar. Buldukları cesetler de yakılmış, işkence izleri ile tanınmaz hala getirilmiş haldeydi. Fakat kontrgerilla, Çorum’da ikinci bir Maraş yaratmayı başaramamıştır. Çorum’da halkın ve devrimcilerin birlikte direnişini kıramamış, beklemediği bir şekilde silahlı ve kitlesel bir direnişle karşılaşmıştır. Halk bu şekilde kendini savunmamış olsaydı Maraş’taki katliamdan çok daha büyük bir katliam gerçekleşirdi.


Corum Katliami - II


Çorum katliamı, ülke genelinde işlenen siyasal cinayetlerden, okul işgallerinden, Malatya, Kahramanmaraş, Gazi katliamlarından soyutlanarak; sağ-sol grupların çatışmasıyla değerlendirilemez. Bu katliamın, emperyalist güçler ve ülkemizdeki işbirlikçilerin ortak planlarıdır, eylemleridir.


Genellikle etnik ve mezhep topluluklarının iç içe yaşadığı Doğu, İç ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde gelişen toplumsal muhalefeti baskı ve katliamlarla susturmak, solcu ve Alevileri göçe zorlamayı amaçlamaktadır. Çorum katliamı bu planın bir halkası ve uzantısıdır.

Katliamın Ön Hazırlıkları


MHP ve MSP’nin dışarıda desteklediği Süleyman DEMİREL’in azınlık hükümeti, ırkçı-şeriatçı örgütleri korumuş, eylemlerine göz yumulmuştur. Ayrıca yansız görevini sürdüren Çorum Emniyet Müdürü Hasan UYAR görevinden alınarak, yerine Tunceli’de bir çok olaya adı karışan Nail BOZKURT, Milli Eğitim Müdürlüğü’ne MHP’nin militanı olarak tanınan Fethi KATAR getirilmiştir. Yine sağ görüşlü ve taraflı (AP iktidarında İçişleri Bakanlığı yapmış, zehir hafiye diye tanınan Faruk SUKAN’ın bacanağı) Rafet ÜÇELLİ’de Çorum valiliğine atanmıştır. Demokrat olarak bilinen 40’a yakın polis memuru tel emriyle başka illere ataması yapıldı. Bir çok okul yöneticisi ve demokrat öğretmenin, memurun sürgünü ve yer değişimi yapıldı. Devletin bir çok kurum, faşistlerin karargahı haline getirildi. MHP’lilere ruhsatlı silah verilmeye başlandı. Buna karşın, Çorum emniyetinde görevli sağcı ve ırkçı bilinen bir çok polisin başka illere ataması çıkarılmışken, ilişkileri kesilmeden Çorum’da görevlerinin sürdürdüler.


Bu değişim ve çalışmalar sürdürülürken; ülkücü örgütlerin halkı tahrik etmek için çalışmalarını sürdürüyorlardı. Çorum’da 19 Mayıs “Gençlik ve Spor Bayramı” kutlama hazırlıkları sırasında ülkücülerin Bayram töreninde kızların kıyafetlerini gerekçe göstererek halkı tahrik etmek amacıyla şu bildiriyi dağıtıyorlardı:


Müslüman namusuna sahip çık"


19 Mayıs gösterileri adı altında yine namus bacılarımızın iffet ve hayasına kahpeçe ve haince saldıracak bir gün geliyor. Yüreklerimizi parçalıyor, içimize kan akıtılıyor.


Yine müslüman evlâdı kan ağlamaya kafir düzen tarafından soyularak, en müstehcen ve kepaze kılıkta teşhir edilecektir. Bin yıllık mübarek tarihimize bundan büyük bir leke sürülebilir mi? Kurtuluş Savaşında namusunu Yunan eli kirletmektense ölmeyi tercih eden mübarek ninelerimizin kemikleri sızlamaz mı? Ey müslüman, düşün, süngüyle ama karnında çocuk çıkarken zihniyetle bu zihniyetin farkı ne? Namazını kıl, orucunu tut yeter; karışan mı var diyen gafil müslüman sen de düşün... Düşün ki, haddini bilmeyenlere bildirelim hadlerini. Şu haris-i Şerifi asla unutma, haksızlık karşısında susun, dilsiz şeytandır. Ne mutlu canı ile, kanı ile, malı ile CİHAD edenlere-İslâmcı Gençlik” (2)

Gün SAZAK’ın Ölümü


Ülkücülerin CİHAD bildirisinden 9-10 gün sonra Ankara’da MHP’nin Genel Başkan Yardımcısı Gün SAZAK (1. MC hükümetinde Gümdük ve Tekel bakanlığı yapmıştır.), 27 Mayıs 1980 günü belirsiz kişilerce vurularak öldürüldü. Gün SAZAK Ankara’da öldürülmüş. Çorum’la uzaktan-yakından ilgisi yok. Eğer duygusal bir tepki olacaksa Ankara’da olması gerekirdi. Oysa Türkiye genelinde saldırı, tahrip ve cinayetler başlatıldı, günlerce devam etti. Özellikle Alevi-Sünnilerin, Türk-Kürtlerin iç içe yaşadığı kentlerde saldırı ve cinayetler halka yönetildi. Görülüyor ki, bu saldırı, cinayet ve katliamlar, duygusal bir tepkinin sonucu değil; perde arkası güçlerin ve planladığı, yönlendirdiği eylemlerdir...


Çorum katliamı, Gün SAZAK’ın ölümü gerekçe gösterilerek başlatılmıştır. 28 Mayıs Çarşamba günü, Çorum’un en işlek caddesinde ve çoğunluğu çocuk ve gençlerden oluşan sağcı gruplar (ülkücüler) elleri havada kurt işareti yaparak “kanımız alsa da zafer İslâmın, Kana kan, intikam” sloganlarıyla yürüyüşe geçmişlerdir. Yürüyüş korteji, kısa süre sonra saldırıya dönüşür. Cadde üzerinde bulunan solculara ait işyerleri tahrip edilmeye, yakılmaya başlanır. Yürüyüş kortejinin çevresinde görevli polislerin müdahalesi görülmez ve seyirciler.


Çorum’un okullarında sağcıların baskısı, terörü boyutlanarak artar. Öğrencilerin derslere girmesini engellemeye çalışırlar. Öğretmenlere saldırırlar. 28 Mayıs günü başlatılan ilk eylem noktalanır. Sağcı gruplar ve MHP İl Yöneticileri toplanarak ilk günün eyleminin değerlendirmesini yapıyor, yeni saldırı hazırlıklarını planlıyorlardı. Ankara’dan Gün SAZAK’ın cenaze törenine katılanlar (Çevre ile ve ilçelerden) Çorum’a gelmeye başladılar. Ayrıca bazı yabancı turizm şirketleri de Çorum dışından MHP’li militanları Çorum’a taşıyorlardı. 29 Mayıs günü başlatılacak ve günlerce sürecek saldırıların planı, saldırı yapılacak semtler ve görevli olacakların listesi hazırlanır.


29 Mayıs günü sabahıdır. Çorum’un işçisi, memuru, esnafı; öğrencisi ve halkı, günlük işlerini yürütmek için işlerlerine gitmeye hazırlanıyorlardı. Dışarı çıktıklarında, cadde ve sokakların faşist saldırganlarca işgal edildiğini, “Kana kan, intikam” sloganlarıyla saldırılarını sürdürdüklerine tanık olurlar. Saldırganlar ise rastladıkların dövüyor ve esir alıyorlardı. Solcu ve Alevilere ait işlerleri yağmalanıyor, tahrip ediliyor ve yakıyorlardı. Saldırıya uğrayanların, güvenlik güçlerine başvurduklarına “Toplumsal olaydır, müdahale edemeyiz” yanıtını alıyorlardı.


Faşist saldırganlar, Çorum’un caddelerini, sokaklarını, meydanlarını işgal etmekle yetinmemişlerdir, Çorum’la komşu il, ilçe ve köylerle bağlantılı tüm yolları da işgal etmişlerdi. Araçlar durduruluyor, kimlik kontrolü yapılıyor, solcu ve Alevi olanları alıp işkence ediyorlardı. Sağırların, körlerin bile görebilecekleri bu hazırlıkların devlet tarafından görülmemesi olanaklı değildir. Ama önlem alınmamıştır...


Saldırganların bir kolu, demokrat ve sol görüşlü Çorum Gazetesi’ne; sol yayın satan Bahar Kitapevi’ne saldırarak tüm eşyalarını, malzemelerini dağıtır ve tahrip ederler.


Saldırganların büyük bir kolu da, solcuların, Alevilerin yoğunlukta olduğu Milönü Mahallesine yönelirler. Saldırının haberini alan Milönü halkı, yollarda barikat kurarak saldırıya karşı savunma direnişine girişirler. Başka bir kol, Kuruköprü, Üçevler, Sigorta ve Mutluevler semtine yönelirler. Bu semtlerde oturan solcu ve Alevilerin, saldırıdan habersiz ve savunma önlemlerini alamamışlardır. Mevcut güvenlik güçleri ise, bir bölümü yansız kalırken, bazı polislerde saldırganlara yardımcı oldukları saptanır. Bu semtte 45 yaşlarında Servet YILDIRIM isimli bir kişiyi öldürürler. Celal ERDOĞAN (öğretmen), Salih YILMAZ (Öğretmen), Turan KABAKULAK, Vedat ELİAÇIK, Hüseyin ŞİMŞEK, Sefer EKEN, Sezai GÜREN, Neşet AYDIN, Mustafa NALLICA Sadık VASIFOĞLU, Hasan KÖSE, Aşır DEMİREL isimli sol görüşlü kişilerde kurşunla ağır yaralanmışlardır. Yine Altınevler Semtinde evlerinin balkonunda oturan iki kizkardeşe silahla ateş edilmiş ve her ikisi ağır yaralanmışlardır. Bu semt ve mahallelerde bir çok ev ve işyeri de tahrip edilerek yakılmıştır.

Sokağa Çıkma Yasağı


Olayların genişlemesi, karşılıklı çatışmaya dönüşmesi üzerine, Çorum Vali Rafet ÜÇELLİ, sokağa çıkma yasağı koyar. Savunma amacıyla halkın oluşturduğu barikatların kaldırılmasını ister. Saldırıya uğrayan halk, sokağa çıkma yasağına uyarken; saldırganlar özgürce sokaklarda saldırılarını sürdürüyorlardı.


Çorum kalesi yakınındaki semtlerde oturan halkın kurduğu bir savunma barikatına saldırganlar silahla ateş etmekte, ama barikatı aşamıyorlardı. Vali Rafet ÜÇELLİ, halkın kendini savunması için kurduğu bu barikatın kaldırılmasını Jandarma Komutanı Yarbay Vural GÜRİDE’ye emir verir. Halk ise, can güvenlikleri için kurdukları barikatı kaldırmamakta direnirler. Vali ise, barikatın mutlaka kaldırılmasını, yolun trafiğe açılmasını istemektedir. Jandarma Yarbay Vural GÜRİDE ile Vali arasında geçen konuşma şöyle:


Vali: lütfen Ankara-Samsun Karayolu trafiğe açılsın.


Yarbay Güride: Sayın Valim yolu açmak için silah kullanmak zorunda kalacağız. kan akar, bu da olayları tırmandırır.


Vali: Her şeye karşın yol trafiğe açılmalıdır.


Yarbay Güride: Kan dökülür, ben açamam sayın valim. Buyurun siz açın.


Halk barikatını kaldırmaz. Ama başka bir semtteki zayıf bir barikatı aşan 19 AN 709 plakalı, kırmızı renkli Reno marka bir otomobil Milönü semtini silahla boydan boya tarar. Semt halkı panik içinde evlerine koşuşurlar. Yaralananlar olur. Mahalleyi silanla tarayan otomobilin plakasının bir traktöre ait olduğu, otomobilin içinde polislerin olduğu kanaati oluşur (3)

İki Polisin Ölümü


Mayıs’ın 28-29-30-31. Günleridir. Dört günden beri karşılıklı çatışmalar sürmektedir. Bu arada Alevi ve solculara ait bazı ev ve işlerleri tahrip edilmiş ve yakılmıştır. Bir çok kişi yaralanmış, bazıları da öldürülmüştür. Halkın güvenlik güçlerine (polise) güveni olmadığından barikatlarla semtlerini korumaya çalışıyorlardı. Bunun farkına varan vali, askeri birliklerden yardım ister. Askeri birliklerin devreye girmesiyle saldırılar ve çatışmalar denetim altına alınmış görünse de; bunu fırsat bilen Emniyet güçleri, direnen mahallelerde operasyonlara giriştiler. Operasyon sırasında Multuevler-su deposu yakınında, yol ortasında kurşunlanarak öldürülmüş bir erkek cesedi bulunur. Yapılan kimlik tespitinde cesedin polis memuru Abdurrahman KOCAK’a ait olduğu belirlenir. Daha sonra Milönü’nde başka bir polisin öldürüldüğü, birinin de yaralandığı ortaya çıkar. Polis öldürme olayında yaralı kurtulan polis memuru Mehmet BEKTAŞ ifadesinde: “trafikteki servisler kaldırılmış olduğu için, sabahları işe değişik vasıtalarla gidiyordum. O sabah Muzaffer YEŞİLYURT’la birlikte Milönü’nden geçerken boş bir arsadan üzerimize dört el ateş edildi. ‘durun, teslim olun, silahlarınızı atın’ diye bağırdılar. Muzaffer silahını çekip ateş etmeye başladı. Benim Kırkkale tutukluk yapmıştı. Onlar ateş etmeye devam ediyorlardı. O sırada Muzaffer vuruldu ve düştü. Düşünce ateş edenler uzaklaştılar. Muzaffer ‘hemşerim beni kurtar’ dedi. Eğilip baktığımda ölmüştü. Onun tabancasını aldım ve kaçanların arkasından iki el ateş ettim. Bu sefer 100-150 kişi olarak bana doğru geliyorlardı. Yapacak bir şey yoktu, kaçarak bir apartmana girdim. Bu sırada attıkları bir tuğla alnıma gelmişti. Ev sahibi ‘Girecek benim evi mi buldur, defol’ dedi. Beni kovalayanları da içeri aldı. Üzerime atladılar ve beni sürükleyerek sokağa çıkarttılar. O sırada kendimi kaybetmişim. Eşim Gülay beni oradan olarak, hastaneye gütürmüş” (4)


Polislerin ölümüyle ilgili başka söylentilerde bulunmaktadır. Söylentiye göre Mehmet BEKTAŞ’la, birlikte gelen polis Muzaffer YEŞİLYURT’a Milönü’ndeki barikatların kaldırılmasını teklif eder. Muzaffer (demokrat olarak bilinmektedir) karşı çıkınca, Mehmet BEKTAŞ silahını çekerek Muzaffer’i vurur. Barikatların yanında bulunanlarda olayı görüyor, Mehmet BEKTAŞ’ın arkasına düşüyorlar. Olay açıklığa kavuşamıyor. Ama solcular suçlu görülerek iki kişi gözaltına alınır, yargılama sonucu ağır hapis cezası verilir.

Polisler, Milletvekillerini Saldırıyorlar


Çorum katliamı nedeniyle CHP’Li milletvekilleri (Şükrü BÜTÜN, Ethem EKEN, Senatör Abullah ERCAN) olayları yerinde incelemek üzere gelmişlerdir. Milletvekilleri, CHP’li Belediye Başkanı Turhan KILIÇOĞLU’nun makamında otururlarken, biri heyecanla içeri girer. Saldırganların dışarıda iki genci silahla yaraladıklarını, yardımcı olunmasını söyler. Milletvekilleri de hemen dışarı fırlayarak yaralı gençlerin bulunduğu yere giderler. Orada polis ekibinin beklediğini, yaralılara yardımcı olmadıklarını görürler. Milletvekilleri yaralılara yardım etmeye çalışırken, polis ekibinin içinde bulunan Kemal MARAŞLI “Olayların sorumlusu sizlersiniz. Polisleri siz öldürdünüz, komünistler” kışkırtmasıyla polis ekibi milletvekillerine saldırırlar. Polislerle milletvekilleri itişirken, milletvekili Şürkü BÜTÜN’ün belindeki tabancası yere düşer. Polis Kemal MARAŞLI hemen tabancayı alarak milletvekiline çevirir. O sırada iki genci silahla yaralayan MHP’lilerde gelir ve polis ekibiyle birlikte milletvekillerine saldırırlar. Karşılıklı itişme sürerken, başka bir polis ekibi de olay yarine gelir, tabancalarını çekerek saldırgan polislere ve MHP’lilede çevirirler. Böylece milletvekilleri de saldırıdan kurtulmuş olurlar. (5)

İçişleri Bakanı Vekili Çorum’da


Çorum olayı tırmanarak cinayetlere dönüşmektedir. İçişleri Bakanı Vekili Orhan EREN, Jandarma Genel Komutanı Org. Sedat CELASUN’la birlikte Çorum’a gelirler. Çorum’da teşkilatı bulunan siyasi parti il yöneticileri, Çorum milletvekillerinin katılımıyla bir toplantı düzenlenir. Saldırı olayı değerlendirilir. Çorum Valisi Rafet ÜÇELLİ, tek yanlı ve timsah gözyaşlarıyla olayları anlatır. Bu anlatımın etkisinde kalan Jandarma Genel Komutanı Sedat CELASUN: “Biz gerekli yerlerden emir aldık. Milönü’ne tanklarla girip olaylara son vereceğiz” dediğinde; Çorum CHP Milletvekili Ethem EKEN, “nasıl olur paşam? Milönü’ne tanklarla girmek neyi çözer? Bu daha çok kan dökülmesine neden olur. Belki bir Milönü hiçbir şey değil ama, Türkiye’de 14 milyona yakın Alevi vatandaş yaşamaktadır. Milönü’ne tanklarla girip kan döküldüğünde tüm ülkede büyük olaylar çıkar” yanıtını verir. Sonuçta oluşturulan bir komite Milönü’ne giderek halkla görüşürler. Can güvenliği garantisi sonucu barikatlar kaldırılır.

Vali ve Emniyet Müdürü Görevden Alınıyor


Çorum’da Kuruköprü, Sigortaevleri, Terlemezevler, Milönü, Kale, Esnafevler, Şenyurt, Bahçelievler, Karşıyaka, Nadık Mahallelerinde ve semtlerinde saldırılar devam etmektedir. Semt halkı kurdukları barikatlarla savunmalarını sürdürmektedirler. Askeri birliklerin müdahalesi sonucu saldırı olayı kısmen de olsa denetim altına alınmıştır.


Çorum halkı, saldırı ve katliamın valinin ve Emniyet Müdürünün yanlı tutumlarından kaynaklandığını açık açık söylemektedirler. Basın olayı yerinde incelemekte, haber yapmaktadır. Böylece Vali Rafet ÜÇELLİ ile Emniyet Müdürü Nail BOZKURT’un yanlılığı gizlenemez olmuştur. İstemeye istemeye her ikisi görevden alınırlar. Yüksel ÇAVUŞOĞLU Çorum Valiliğine, Erdem YURTSEVER’de Emniyet Müdürlüğüne atanırlar.


Çorum katliamında yansız görev yapan Çorum İl Komutanı Yarbay Vural GÜRİDE, polislerin solculara, Alevilere karşı kinli tahriklerini, MHP’li saldırganlara nasıl yardımcı olduklarını görmekte; buna karşı önlemler almaktadır. Jandarma komutanı, demokrat ve yansız tutumlarıyla halka güven veriyordu. Ne var ki saldırgan faşistler; komutanın tutumundan memnun değiller. Çorum MHP’li milletvekilleri Mehmet IRMAK Çorum’a gelir. Jandarma İl Komutanı Vural GÜRİDE’ye “Niye engellemiyorsun” diye çıkışır ve baskı yapar. Milletvekillerinin baskıları Yarbay GÜRİDE’yi etkilemez. Bu kez Çorum’da olaylar nedeniyle görevli bulunan askeri birlik komutanı General Şahabettin ESENGÜL’e giderek ve Jandarma Komutanının tutumundan memnun olmadıklarını değiştirilmesini isterler. General ESENGÜL, kendisine yapılan baskıyı şöyle anlatmaktadır: “İsimlerini dahi hatırlamak istemiyorum. Bu milletvekilleri devamlı suretle yaranın kabuklanması değil, kanamasını istiyorlardı. İşleri güçleri Ankara’da belirli odakları tahrik etmek ve almış olduğu yetkilerle Çorum’a gelip karma karışım etmekti. Bu iki milletvekili olayların tarafımdan bastırılmasını memnuniyetle karşılamadılar. Yani ne istiyorlardı? Bir taraf korunsun, diğer taraf öldürülsün. Yani katalizor rol oynamayacaksınız. Güvenlik tedbirleri tam olarak almayacaksınız. Bir kesim ki ona Sünni kesim diyebilirsiniz, Alevileri esasen sıkışmış bir bölgede çevirmiş, onların üzerine saldırıp imha etmek istiyorlardı. Fevkalede küstah bir tavır içindelerdi” (6) MHP’lilerin baskısı sonucu Jandarma İl Komutanı Yarbay Vural GÜRİDE görevden alınır.

Çorum Dışına Taşan Ölüm


Çorum’un giriş-çıkış yolları, faşistlerin işgalindedir. Araçlar durdurularak içindekiler indirilip kontrol ediyorlardı. İçlerinde solcu-Alevi olanları alıp götürüyorlar ve işkence ediyorlardı. Çorum-Ortaköy yolu, Ovasarap Köyü’nün (Sünni, MHPP yoğunlukta) yakınından geçmektedir. Ovasaray Köyü’nde 35-40 MHP’li militan yolu kapatır. Çorum’dan Kozluca Köyü’ne (Alevi Köyü) giden bir kamyonu durdururlar. Kamyonda bulunan Selahattin ve Metin ARDIÇ isimli iki genç kardeşi indirirler. İşkenceden, sorgulamadan geçirirler. Selahattin silahla ağır yaralanır, acı içinde yerde kıvranır. Selahattin’in küçük kardeşi Metin henüz 10 yaşında. Ağabeyinin kanlar içinde yerde yatışını, eli silahlı faşistlerin hakaret ve küfürlerini gördükçe korkudan titremekte, hüngür hüngür ağlamaktadır. Faşistlerden biri kamyonun yönünü Çorum’a doğru çevirir, yaralı Selahattin’i ve Metin’i kamyonun şoför mahaline kor. Metin daha küçük kamyonu kullanmasını bilmiyor. Selahattin ise kurşunla ağır yaralı, sürekli kan kaybetmektedir. Çaresizlik içinde Selahattin direksiyonu eline alır, kardeşi Metin’in katkısıyla Çorum-SSK Hastanesine yetişirler. SSK Hastanesi, ülkücülerin denetinde ve üs olarak kullanılmaktadır. Kan kaybı nedeniyle Selahattin yürüyemez olmuş, koltuğuna girilerek SSK Hastanesinin acil bölümüne yetiştirilir. Görevliler “Sen sigortalı değilsin, ancak devlet hastanesi bakar” diye hiç ilgilenmezler. Devlet hastanesine götürecek kimse yok. Acılı haber babası Cemal’a ulaşmış, koşarak yetişir. Kan gereklidir. Selahittin’in kan grubunu belirlemek için kanı alınır, bir şişeye konulur, babasına verilir; Kan tahlil merkezine gönderilir. Acılı baba, kan şişesiyle dışarı çıktığında, SSK Hastanesinin bir görevlisi “Komünistler burada kan tahlili yapamazlar” diyerek baba Cemal’ın elindeki şişeyi alır, barikatlara vurarak kırar. Kan tahlili zamanında yapılmadığı için gerekli kan bulunamamış; Selahattin’de fazla kan kaybından yaşamını yitirmiştir. (7)


Alevi köylerinin yolları işgal altındadır. Ahmetdoğan, Çobandoğan, Savak ve Yoğunşehit köylerinde yaşayan Aleviler dışarı çıkamıyorlardı. Hayvanlar içerde, insanlar içerde, ekinler tarlada. Eli silahlı faşistler yollarda (8)


Ankara’da ameliyat sonucu yaşamını yitirmiş bir Alevi kadının cenazesi Çorum’daki köyüne götürülmektedir. Kuruköprü mevkiinde eli silahlı faşist bir grup tarafından durdurulur. Arabada bulunanlar indirilerek kimlik tespiti yapılır. Alevi oldukları anlaşılınca ölü sahiplerine hakaret edilir, coplanırlar. Bununla da yetinilmez, cenazeyi açmak isterler. Ölü sahipleri defin ve yola çıkma belgelerini göstererek, güneş batmadan cenazenin köye yetiştirilmesini rica ederler. Adı üzerinde faşist, ölüye de saygıları olmaz. Bir yanda cenaze tekmelenmekte, bir yan da cenaze sahiplerine işkence edilmektedir. Bunca hakaretten sonra içlerinden biri “Bırakın şu pezevenkleri, cehennem olup gitsinler” söylemiyle cenaze arabası birakılır.

Ceset... Ceset...


Faşistler, insan avındalar, önüne geleni dövüyor ve öldürüyor, işkence ediyorlardı. Mutluevler semtinde bir inşaatta iki ceset bulunur. Kimlik belirlemesinde birinin Yahya BARAN’ın, diğerinin de Osman AKSU’ya ait olduğu ortaya çıkar. Her ikisinin elleri ve gözleri ağızları bağlandığı, vücutlarında 18’er kurşun yarası olduğu saptanır.


Çorum-Eskiekin Köyü sınırları içinde, buğday tarlalarında iki gencin cesedi ortaya çıkar. Osmancık-Mehmet Teze Köyü nüfusuna kayıtlı Kazım GÜLER’e ait ceset ile kurşunla delik-deşik edildiği ve kimliği belirlenemeyen diğer bir cesedinde aynı biçimde önce işkence, sonra silahla öldürüldüğü; Bayat’ın Gökboğaz mevkiinde Şeref ŞAHİN adında bir gencin silahla taranmış cesedi; Elvan Çelebi köyü sınırları içindeki tarlalarda SSK Çorum Hastanesi’nde çalışan Necati GÖKTAŞ’ın silahla taranmış cesedi bulunmuştur. Tarlalarda cesedi bulunanların tümünün solcu ve Alevilere ait olduğu; cesedi bulunmayan nice kayıp bulunduğu saptanmıştır. (9)


28 Mayıs 1980’de başlatılan saldırı ve katliam, askeri birliklerin müdahalesiyle biçimsel olarak denetim altına alınmıştır.

Katliamın TEMMUZ Dönemi


Taşeron olarak kullanılan faşistlerin amacı, Çorum’ a bağlı ilçe ve kasabalarda oturan solcuları, Alevileri baskı ve katliamlarla göçe zorlamak, süreç içinde bölgenin denetimini ele geçirmektir. Çorum halkı K. Maraş katliamından ders çıkarır. Saldırının ilk günü kendi olanaklarıyla kurdukları barikatlarla güvenlik önlemlerini almışlardır. Ayrıca Çorum’ un Sünni inançlı toplumunun MHP’liler dışında kalanlar, saldırganlara destek vermemişler, hatta bir bölümü saldırıya uğrayanların yanında yer alarak direnmişlerdir. 28 Mayıs 1980 de başlatılan faşist saldırı bu nedenlerle amacına ulaşamamıştır.


Faşistler, Mayıs’ ta başlatılan saldırıdan gördükleri eksiklikleri gidermeye, Sünni halkın katılımını sağlamaya çalışıyorlardı. Ayrıcı dışarıdan faşist militan ve silah getirmeye, saldırıya engel olan devlet görevlilerini kentten uzaklaştırmaya çalışıyorlardı. Kendi içlerinde ekipler oluşturarak mahalle, kasaba ve köy çalışmalarına yöneldiler.


Çorum halkı, faşistlerin bu hazırlıklarının katliama dönüşeceğinden kuşku duyuyor ve ilgilileri uyarmaya çalışıyorlardı. AP Çorum İl Başkanı Yardımcısı Erol ŞAHİN, CHP İl Başkanı Cemal SOLMAZ’ la birlikte vali ve emniyet müdürüyle görüşürler. MHP'nin saldırı hazırlıklarını ileterek önlem alınmasını isterler... (10)


Aynı tarihte yeşil renkli 19 AT 535 plakalı ve 131 Murat markalı (Adnan EZEJDER’ e ait ) bir otomobil, sol görüşlülerin oturduğu semtlere dalıyor, çevreye ateş açıyor, ateş sonucu Hatice İLHAN isimli bir lise öğrencisi ağır yaralanıyor. Bu gelişmeler ve tahrikler olurken; Ülkücüler, halkı savaşa çağıran bir bildiriyi Çorum ve ilçelerinde dağıtmaktadır. Bildiri şöyle:


Büyük Türk Milleti, ... Son bağımsız Türk Devleti üzerinde oynanan hain oyunları, komploları, planları görmemek için artık kör, hatta hain olmak gerekir. Türk varlığını dünya üzerinden silmek isteyen emperyalist güçlerin yerli uşakları, komünist ler, vatan hainleri, bölücüler, Türk Devleti’nin temeline dinamit koymak isteyenler ellerindeki Rus ve Çin yapısı silahlarla ne yapmak istemektedirler.


Bu eli silahlı eşkıyalara karşı kesin tavrı almak, dur demek zamanı çoktan gelmiş, hatta geçmiştir. Kıymetli hemşehrilerimiz, Müslüman Türk Milletini bataklığa sürüklemek isteyen, bölmek, parçalamak, yok etmek isteyen komünist cinayet çetelerine karşı uyanık olalım. Türk Devleti’ni yok etmek isteyen bu hain emperyalist güçlere karşı yılmadan çekinmeden, canı pahasına mücadele veren ülkücü Türk Gençliği’ ne destek olalım. Büyük cihada hazırlanalım.


Ülkücü Türk gençliğinin her ferdinin cesetleri birer birer çiğnenmedikçe bu mübarek vatan topraklarına komünizm girmeyecektir. Ülkücü Türk gençliği barış zamanı bir karıncanın ayağına basıp incittiği zaman bundan üzüntü duyacak kadar yufka yürekli olduğu gibi, aynı zamanda vatan hainleri için sokaklar dolusu idam sehpası dikecek kadar da gaddardır. Burası da böyle bilinsin. Bizi komünist kurşunları değil, milletimizin susuşu öldürüyor. Kanımız aksa da zafer İslam’ın. Yolumuz Allah’ın yolu-ÜLKÜCÜ GENÇLİK (11)


Faşistlerin bir katliama hazırlandıkları valiye bildirildiği, ayrıca ülkücülerin halkı savaşa çağırdıkları bildirisi ortadayken, Çorum Vali’ si ve emniyeti önlem almaz. Tam tersine solcuların ve Alevilerin yoğunlukta olduğu semt v mahallelerde operasyon başlatır. 100 e yakın erkek ve genci gözaltına alırlar. Faşistlerin örgütlü olduğu semtlerde operasyon başlatılmaz. Onlar çatılarda, tepelerde mevzilerini kurmakta, ağır makineli tüfeklerini yerleştirmektedirler. SSK hastanesini de üs olarak kullanırlar.


1 Temmuz 1980. Salıyı çarşambaya bağlayan gecedir. “ Ya susturacağız, ya kan kusturacağız “ sloganıyla ikinci katliam başlatılır. Terlemez Evler ile SSK Hastanesi civarında yerleştirilen uzun menzilli silahlarla solcu ve Alevi evlerine ateş açılır. Katliamın başlatıldığının işaretidir. Faşistlerin egemen olduğu Bahçelieveler, Mutluevler, Etievler, Yavrutuna, Terlemez Evler, Ulukavak, Çatalhavuz, SSK Semt ve mahallelerinde silah sesleri, kenti çınlatmaktadır. Çorum’ un üstüne karaduman çökmüştür. Semtin tüm telefon şebekeleri kesilmiş, haber alınamamaktadır.


Çarşamba günü, Çorum’ un pazarıdır. Çevre köy ve kasaba halkı, Çorum’ daki çatışma ve saldırıdan habersizdirler. Pazarda satacak ürünleri traktör ve minibüslerle Çorum’ a doğru yola çıkarlar. Yollar maskeli ve silahlı faşistlerce tutulmuştur. Kent pazarına gelen tüm araçlar durdurulur, kimlik kontrolü yapılır, Alevi ve solcular alınarak kendi karargahlarına götürülür. Elleri, ayakları ve ağızları bağlanarak işkence ederler. Pazara götürdükleri eşya ve ürünleri yağmalanır, araçları yakılır. Günün bilançosu 4 ölü 10 yaralı, 50 ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılmıştır. Bu gelişmeler üzerine vali sokağa çıkma yasağı kor. Solcular, Aleviler sokağa çıkma yasağına uyarken saldırganlar kollarını sallayarak rast gele ateş ediyor, ev ve işyerlerini yakıyorlardı. Olayı yaşayan tanıklar anlatıyor:


YUSUF: Sarılık Köprübaşı Mahallesi, 2. Cihan sokakta oturuyorum. Hastahanede evrak memuruyum. Göreve gidiyordum. Büyük bir kalabalık cami yandı diye bağırarak geliyorlardı. Bunlardan 100 kadarı evimin önünde toplandılar. “ Kızılbaşlar’ ı yakın yıkın” diye bağırıyorlardı. Bu sırada Harmancıklı Rıza CANCAN’ ı kurşunlayarak evinin önüne attılar. Benim evi ateşe verdiler Çocuklarım kaçtı. Beni yakaladılar, iyice dövdüler, sonra Harmancıklı Elvan’ın evine götürüp, Harmanlıkta elimi ve ayağımı bağlayarak astılar. Yanımda aynı biçimde üç kişi daha asılıydı. Birisi Kemal ULUMAN’dı, diğerini tanıyamadım. Bunlardan biri dişiyle ipi çözdü, bizi de kurtardı. Ufak bir duvardan atladım. Zor yürüyordum. Çok kan kaybetmiştim. Duvar dibine yatarken çocuklarım beni arıyormuş. Seslerini duydum, buradayım dedim. Yanıma geldiler, beni alıp Harmancıklı Elvan’ın evine götürdüler. Burada beni gördüler, tekrar dövdüler, tekrar bağladılar. Çok yalvardım, dinlemediler, dövmeye başladılar. Bazı komşular bağırtımı duyarak gelip araya girdiler beni hastaneye götürdüler...


Hatice KALTAKÇI: Kalabalık bir grup evimin önüne geldi. Kocamı alıp götürdüler; önce bir bakkala, sonra bir kahveye soktular. Buradan çıkardılar, başıma bir torba geçirdiler, önlerine kattılar, sopalarla vurdukça düşüyordu. Ben korktum, bayıldım. Böyle devam etmişlerdi. Şehir dışına kadar hapishanenin arkasına çıkınca orada ölmüş, otların içine atmışlar. Kocamı beş gün aradım. Hastane morguna getirmişler, tanıyamadım. Tanınacak hal koymamışlardı...


Halil COŞKUNER: SSK Hastanesi arkasında oturuyorum. Simel Beton Boru Fabrikasında çalışan işçiyim. Akşam üzeri eve geldim. Babam beni çarşıya gönderdi. Eve döndüm, yemeğe oturmuştuk. Kuruköprü yöresinden gelen bir grup evi sardı. ‘yakacağız’ dediler. Hemen camları kırmaya başladılar. Bunlar baba-oğul komünist dediler. Bizi önlerine aldılar, ellerinde tüfek ve tabanca vardı. ‘Yürü orospu çocuğu komünistler’ diye vuruyorlardı. Babamın kafası, yüzü kandı. Kuruköprü’de bir harabe eve soktular bizi, soydular. Babamda 4000 TL ile bendeki 50 TL’yi aldılar; bizi bağladılar. Kimisi ‘Bunları kafalarını keselim, kimileri gözlerini oyalım’ diyorlardı. Dışarıdan silah sesleri gelmeye başladı, bizi bırakarak kaçtılar. Bir jandarma iki polis bizi gördü, çözdüler ve hastaneye götürdüler. Hastanede bir polis ifademi alıyordu. Bana ‘Ulan doğru söyle orospu çocuğu’ diye bağırıyordu. Korkumdan onun dediği gibi ifade verdim. (12)

Kanlı Cuma


4 temmuz sabahı, vali bir gün önce koyduğu sokağa çıkma yasağını kaldırdı. Faşistler ise halkı tahrik etmek için kendi adamlarını değişik camilere dağıtırlar. Cuma namazının bitiminde içeri girerek “Ey müslümanlar, solcular-Aleviler Milönü’ndeki Alaaddin Cami’ye bomba attılar. Cami yanıyor, namaz kılan müslümanları katlediyorlar” diye bağırırlar. Tahrik sonucu Cuma namazından çıkanlar eline ne geçirmişlerse topluca Milönü’ne koşarlar. Çorum’un değişik camilerinden binlerce tahrik edilmiş insan Milönü’ne yığılmıştır.

TRT’nin Tahriki


TRT’de “Çorum’da Alaaddin Cami’sine patlayıcı madde atılması ve dışarıdan ateş açılması ile olaylar başladı.” Haberini aralıklarla sık sık vermektedir. Çorum’da da telsizlerle “Aleviler camiyi bombaladı” söylentisi yaygınlaşır. Evinde oturan tarafsız Sünniler istemeye istemeye yayılan dedikoduların etkisiyle Milönü’ne koşarlar.


Oysa Alaaddin Cami’ye ne patlayıcı madde atılmış, ne de dışarıdan ateş edilmiştir. Çorum Cumhuriyet Savcısı Ertem TÜRKER, konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır: “Alaaddin Casi’sinin bombalandığı haberi olaydan bir saat önce bütün şehirde duyulmuştu. O sırada ben merkez jandarma karakolu’ndaydım. Cami bombalandı diye polis telsizi duyurdu. Bu telsizin hemen arkasından bir askeri telsiz duyuldu. Yüzbaşı Naiz ‘Bombalama olanağı yok, hangi polis bu haberi verdi?’ diye bağırıyordu.”


Böyle bir haberi askeri yetkililer vermemiş, vali’de haberi doğrulayıcı veya yalanlayıcı açıklamada bulunmamış. TRT’nin Çorum muhabiri böyle bir haber vermediğini söylemektedir. Haberi yayan poliste ortaya çıkarılmamış. (13)


Bu kasıtlı haber üzerine Çorum Halkının çoğunluğu Milönü’ne yığılmış, Milönü halkı ise korku sonucu kendi güvenliklerin için barikat kurmaya çalışmışlardır. Çorum’un tüm semt ve mahallelerinde silah sesleri, alevler yükselmektedir. Mahallelerde “İmdat... İmdat...” çığlıkları yürekleri parçalıyordu. O günün haberleri iç açıcı değildi. İskilip yolu üzerinde Yazı Mahallesinin çıkışında bir kadın 7 kişinin elleri bağlı olarak silahla öldürülmüş bulunur. SSK Hastanesinin morgunda 7 ceset bulunmaktadır. Ölü sayısı 17’ye çıkmış. Kimliği tespit edilenler: İsmail SOLMAZ, Veli SOLMAZ, Hasan BAĞZIK, Rıza CANDAN , Ahmet DOĞAN, Şükrü YALÇIN, Mehmet YILMAZ, Mehmet ŞAHİNCİ, Mustafa YILDIRIM, Aziz GÜNDOĞDU, Ali PAÇACI...


Tanık BEKTAŞ: Beni evden alarak zorla Çukurörenli Karabebek adlı birinin evine götürdüler. 74 yaşında olduğumu, hacca gittiğimi, ibadetli bir müslüman olduğumu, 17 nüfuslu bir ailenin büyüğü olduğumu söyledim. Dinlemediler, gözlerimi bağlayarak küfürlerle tekmelemeye başladılar. İçlerinden biri müdahale ederek beni bıraktılar. Daha sonda torunum Bekir beni aramaya çıkmış. Onu da yakalayarak gözlerini, ellerini bağlamışlar, dayaktan geçirmişler, işkence etmişlerdi.


Faşistlerin Kadına Saygısı: Kartal ailesi Alevidir. O gün kapılarını sıkı sıkıya kapatmış, korku içinde dışarıdan gelen sesleri dinlemektedirler. Çok geçmeden kapıları çalınır, camları kırılır ve “Dışarı çık, öldüreceğiz sizi” diye bağırırlar. Kapı kırılmak üzereyken, Satılmış KARTAL kapıyı açar, elleri sopalı, silahlı bir grup içeri dalar. Kargaşadan Satılmış KARTAL kendisini dışarı atarak bitişikteki apartmana gizlenmeye çalışır, Ama karısı Gökçen KARTAL’ı yerlerde sürükleyerek dışarı çıkarırlar. Gökçen KARTAL, orta yaşlı bir ev hanımıdır. Dövüle dövüle bir eve götürürler. Orada külotunu çıkararak sokakta sallamaya başlarlar. Sonra el ve ayaklarını urganla bağlayarak ev sahibi Süleyman ÜREYEN’le birlikte götürülür, işkence edilerek öldürürler. (14)


Saldırı ve sarkıntılık nedeniyle adının açıklanmasını istemeyen bir kadın başından geçenleri şöyle anlatıyordu:


İki çocuğum ve komşu kadınla birlikte bir bodruma saklanmıştık. 25-30 kişilik bir grup bizi bodrumda buldular. ‘bunlarda s...min kızılbaşları’ diyerek bizi dövmeye dışarı çıkardılar. Zincirlerle ve sopalarla durmadan edep yerlerimize, memelerimize, vuruyorlardı. Yanan evimizin yanına getirdiler. Benimle beraber olan komşu kadın külotuna saklamış olduğu 17 bin lirayı belki bizi bırakırlar diye adamlara verdi. Yine bırakmadılar. Silahların dipçikleriyle vurarak bizi bir adamın evine teslim ettiler. Gecenin on ikisine kadar orada kaldık. Yüzü maskeli bir adam Ben kadınları almaya geldim’ diyerek bizi evden aldı. Komşu kadın ve yanımda iki küçük çocuğumla bizi bir bağ evine götürdüler. Orada bizi çırılçıplak soydular. ‘Sizi çırılçıplak heryerde gezdireceğiz’ dediklerinde korkudan altımıza ettik. Ancak bizi bırakmadılar. Çocukları bağ evinde bırakıp, bizi (iki kadın) başka bir yere götürdüler. Dört kişi nöbet tutar gibi değişerek geldiler... Ben bayılmışım. Onlarla durmadan kendimin Sünni olduğumu söyleyerek yalvarıyordum. Bırakmadılar. Ekmek filan yiyecek bir şey vermediler. Karşımızda bir bidona su koydular, çocuklar ağlıyor ve su istedi. ‘Kızılbaşları zaten susuz öldürüyorlar’ diyerek çocuğa bile su vermediler. Ertesi gün ikinci zamanı olmuştu. Bir ıslık sesi duyduk. Bunun üzerine yanımızdakiler kaçıp gittiler. Biz de oradan yürüyerek ayrıldık. Askerler teslim olduk...” (15)

Polis Panzeri Ölüm Kusuyor


Polis panzeri ve arkasındaki üç sivil araba ile Çorum’da operasyona girişirler. Panzer, mahalleden geçerken hedef gözetmeden ateş açar, Hatun DURSUN isimli hamile bir kadın kafasından aldığı iki kurşun yarasıyla yaşamını yitirir. Öğretmen Hüseyin ÖZDEMİR ağır yaralanır. ÖZDEMİR, saldırıyı şöyle anlatır.


Ben saldırı günü arkadaşlarla birlikte Milönü’nde kahvede oturuyorduk. Birden bir panzer sesi duyduk, dışarı çıktık. Halk dışarıda toplanmıştı. Panzer hedef gözetmeksizin halkın üzerine ateş ediyordu. Halktan da panzere taş atmaya başladı. Mahallede bir süre dolaşarak panik yaratmaya çalıştı. Benim de içinde bulunduğum kalabalığa doğru ateş ederek gelmeye başladı. Nasıl ki, tank savaşta karşı tarafı tararsa, panzer de öyle ateş ediyordu. Baktım panzerin altında kalacağız, arkadaşlar kendimizi yol dışına atın diye bağırdım. Kendimi, yolun kenarında bulunan 1.5 metrelik bir çukura atarak çiğnenmekten kurtuldum. Bir müddet sonra arkadaşlar beni sağlık ocağına, oradan Çorum devlet hastanesine götürdüler.” (16)


Tıp öğrencisi Süleyman ATLAS’da panzerde atılan kurşunla omuzundan yaralanır. Panzerdeki polisler yaralı öğrenciyi alıp SSK Hastanesine götürmek isterler, ancak orada bulunan kadınlar “Aman çocuğu vermeyin, Bunlar SSK’ya götürüp orada öldürecekler” diye bağırırlar. Polisler kararlı ve zorla yaralı Süleyman ATLAS’ı panzere alarak SSK Hastanesine götürürler. Bir gün sonra Süleyman ATLAS’ın işkenceyle öldürülmüş cesedi babasına teslim edilir.


Katliam ve Köylüler: Kızılkaya Köyü Alevidir. Çorum katliamının acılı haberini radyoda duyarlar. Çorum’dan gelen komşularından öğrenirler. Çorum’da yakınları bulunmaktadır. Yakınlarının durumunu öğrenmek için Çorum’a gidenlerin yolu kesilir, rehin alınırlar. Bir daha da haber alınamaz. Köyün her evinde ağıt ve gözyaşları dinmiyor. Ama kayıplarını arayamıyorlardı. Çünkü yollar faşistlerin işgalindedir. Jandarmaya başvururlar. Köylülerin yanına 10 kadar jandarma verilir, tarlalarda ölülerini aramaya çıkarlar. Karşılaştıkları durum şöyle:


Mercimek tarlasına geldiklerinde tüyler ürpertici bir durumla karşılaşırlar. Paçacı’lara (Ali PAÇACI) ait traktör yarı yanmış vaziyette orada bulunmaktadır. Traktörün tekerleklerinden bir kısmı yanmış, yakıt deposu patlamış, arka göbek toprağa oturmuştur. Traktör ve toprak arasında yarı yanmış durumda baba Ali PAÇACI’nın cesediyle karşılaşırlar. Cesedin bir çok yerinde kesici aletlerle meydana gelmiş yaralar mevcuttur. Özellikle boyun arka kısmında bulunan, boyuna yarı yarıya indirilmiş bir darbe kafayı öne düşürmüştür. Oğlu Veysel’inde işkence edilerek öldürülmüş cesedi bulunur.


Arpa tarlası içinde başka bir ceset daha bulunur. Çorum’un birinci olayından beri kayıp olan Yoğunpelit Köyü’nden Musa KİREÇLİ’nin her tarafına kurt düşmüş ve kokuşmuş cesedi bulunur.


Yaydığı köprüsü civarında şoför Ali GÜNDOĞDU ile tarla sahibi Rıza AYVAZ’ın kolları kesilmiş, kafa derisi yüzülmüş cesetleri ile; Salman adlı bir kişinin başı kesilerek öldürülmüş cesedi; Ali TEKEL’in bacanağı Selman ESER’in kafası kesilmiş, ayaklarından asılmış cesedini bulunlar...” (15)


Tanık Abbas AŞAN: Olay günü karayollarından maaşımı aldım, köyüme dönüyordum. İkizler Benzinliği yanında bir grup beni yakaladı. Sopalarla dövdüler, üzerimdeki 9 kin lirayı aldılar. Beni bağladılar. Kömür deposu yanında üstü açık mandıra olarak yapıldığını bildiğim yere götürdüler. Oraya vardığımda çeşitli yerlerinden yaralı, dayak yemiş 6-7 kişi daha vardı. Onları da bağlamışlardı. Bunlardan daha sonra ölün Hüseyin ŞİRİN’le beni sırt sırta bağladılar. İkimizede tekrar vurmaya başladılar. Biz kendimizden geçmiş durumda yerde yatıyoruz. Tanımadığım bir kaç kişiyi nöbetçi bırakıp gittiler. Geceyi öğlece geçirdik. Sırtımda bağlı Hüseyin ŞİRİN’in öldüğünü anladım. Çünkü hiç hareket etmiyordu. Tahminen gece yarısı ölen Hüseyin’i sırtımdan çözdüler. Tekrar alimi ayağımı bağladılar. Hüseyin’i de “Bu ölmüş atalım ekinlerin içine” diye alıp götürdüler. Sabah olmuştu gün ağırmıştı. Caniler beni ve yaşar ÖLMEZ’i ikizlerin benzinliğinin altındaki asfalta götürdüler. Orada ikimizi yatırarak tabancayla ateş ettiler. Beni kafamdan, Yaşan ÖLMEZ’i kolundan vurdular. Öldü zennederek bırakıp gittiler. Tanımadığım bir kaç kişi gelip bizi bekçilere gösterdiler. Onlar polis çağırdı, hastaneye götürüldük. (18)

Sivillerin Şovu


Çorum’da faşistler insan avının peşindeler. Apartman çatılarında uzun menzilli silahlarla solcu-Alevilerin evlerini tarıyorlardı. Sokak ve mahallelerde solcu ve Alevilere ev ve işyerleri yakılıyordu. Ev ve sokaklarda insanları toplayarak esir kamplarında işkence ediliyordu. Telefon, su şebekeleri kesik. Kimi polisler resmi elbise ve silahlarıyla faşist grupla birlikte halka ateş ediyorlardı. Onlarca ölü, yüz binlerce yaralı. İkiye bölünmüş Çorum...


Böyle bir ortamda İçişleri Bakanı Mustafa GÜRCÜGİL, Jandarma Genel Komutanı Sedat CELASUN, Emniyet Genel Müdürü İsmail DOKUZOĞLU helikoplerle Çorum’a gelirler. Kent üzerinde bir kaç dönüşten sonra vali, Emniyet Müdürü ve askeri yetkililerle görüşür, aynı helikopterle Ankara’ya dönerler. İçişleri Bakanı mustafa Gürcügil, dinlemek üzere Antalya’ya giderler. Antalya’da basına şu ilginç açıklamayı yapar:


Çorum olayları solun bir tertibidir ve devleti yıkma eylemlerinden biridir. Devlete destek düşüncesiyle hareket eden sağ bir grup, bunların karşısına çıkmıştır. Aslında siyasi gayeli ve siyasi gayeli ve siyasi hedefli olan sol gruptur..(19)


Süleyman DEMİREL (Başbakan): “Eğer bu fitne CHP’den destek görmezse, devlet bu fitneyi çok kısa bir zamanda söndürür. CHP neyi söylemeye çalışıyor. Günlerdir bu meseleyle uğraşıyoruz... Bu hadiselerin arkasında CHP var..(20)


Bülent ECEVİT: “....olayı sağ militanların başlattığı bilindiği halde iktidar bunu saklayıp bir komünistlik tehlikesi varmış görüntüsünü vermeye çalışmaktadır. Hükümetin Çorum’daki olaylarda da taraf olduğu, taraflardan biriyle birlik olduğu ve onların suçlarını örtbas etmeye çalıştığı ortadadır...”(21)


Siyasiler, Malatya, K.Maraş, Sivas, katliamı gibi, Çorum katliamınıda kapatmaya çalışıyorlardı. Çorum katliamını başlatan faşist örgütler, katliamı planlayan ve destek veren perde arkası güç ve örgütler ortaya çıkarılmamıştır. Alevi-Sünni; sağ-sol çatışmasıyla kılıflayarak dosya kapatılmıştır.


Çorum Katliamının Bilançosu : 57 ölü, 200’ün üstünde yaralı; 300’e yakın ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılması; binlerce ailenin göçüyle noktalanmıştır.


KAYNAK :


1) Cüneyt Arcayürek: Darbeler ve Gizli Servisler, Sf: 221


2) Çorum Gazetesi: 23.07.1980


3) Sadık Eral, Anadolu’da Alevi katliamı, Sf: 88


4) Sadık Eral, a.e.g. Sf:94


5) Cumhuriyet Gazetesi, 02.06.1980


6) Nokta Dergisi, Sayı: 22 (08.06.1986)


7) Sadık Eral, a.e.g. Sf: 103-105


8) Cumhuriyet Gazetesi, 08.06.1980


9) Hürriyet Gazetesi, 05.06.1980


10) Aydınlık Gazetesi, 09.07.1980


11) Çorum Gazetesi, 24.07.1980


12) Çorum Gazetesi, 26.07.1980


13) Sadık Eral, a.eg. Sf: 129








MARAS KATLIAMI

Katliama Doğru

Tarihsel Giriş


Sivas, Yozgat, Kayseri, Tunceli, Gaziantep, Adana, Hatay illeri gibi Maraş da yüzyıllar boyunca göçer aşiretlerin konaklama ve yaylak yerlerinden biri olmuştur. Göçer aşiretler, sonbaharda Adana, Gaziantep ve Hatay’a iner ve kışı bu ılık bölgelerde geçirirler; ilkbaharda binlerce çadırdan oluşan kafileler halinde serin yaylalara göçerlerdi. Göçer aşiretlerin bir kolu Maraş üzerinden Uzunyayla’ya, diğer bir kolu yine Maraş üzerinden Yama ve Çiçek Yaylasına giderler. Dönüşlerinde aynı yolu izleyerek dönerler.


Bilindiği gibi, belli yerleşim yerleri olmadığı için, göçer aşiretler, yerleşikler ve merkezi hükümet nezdinde kural ve disiplin tanımaz gruplar olarak bilinir. Askere gitmezler, vergi ödemezler, göç sırasında yerleşik halkın evlerini, hayvanlarını, ekinlerini yağmalar, adam öldürürler. Kanun kaçaklarını içlerinde barındırırlar. Kendilerine engel olmak isteyen güçlerle savaşırlar.


Maraş, Sivas, Gaziantep, Adana, Hatay, Kayseri bölgesini yaylak olarak kullanan Kozanoğulları ve Avşarlar da kural ve disipline uymayan aşiretlerdendir. Hem yerleşik halkı rahatsız ediyorlar; hem de birbirlerine karşı bitmek tükenmek bilmeyen bir üstünlük kavgası sürdürüyorlardı. Bu aşiretler, Osmanlı’ya karşı da kimi zaman birlikte, kimi zaman tek başlarına ayaklanıyorlardı. Yine Maraş’a bağlı Zeytunlu Kasabasındaki Ermeniler de, Osmanlı yönetimine başkaldırmışlardı.


19. yüzyılda Osmanlı yönetiminin etkinliği azalmış, bölgelerdeki beyler ve ağalar da başlarına buyruk olmuşlardı. Örneğin Maraş’ın etkin beylerinden Beyazıtzâdelerle, Dulkadiroğulları arasındaki çekişme kanlı kavgaya dönüşmüştü. Kavgalı olan iki bey, vurucu güçlerini kendilerine bağlı aşiretlerden sağlıyorlardı. Maraş meclis üyelerinden Necip Efendi, Divan Efendi Zâde, Bekir Ağa, Seyis Oğlu, Haci Ali ile Maraş’ın bazı saygın kişileri, Beyazıtların baskısına karşıdır. Beyazıt Beyleri, Zeytunlu (Ermenilerden) toplumundan altı yüz silahlı kişiyi getirterek karşıtlarına baskı yapmaya, öldürmeye savaşmaya yönelirler. (1)


Osmanlı Yönetimi, bu bölgede konaklayan, kural ve disiplin tanımayan göçer aşiretlerini yerleşik duruma getirmek, denetim altına almak için 1864’de “Fıkra-i İslahiyye” adıyla seçkin bir askeri birlik kurar. Birliğin başına Muşir Derviş Paşa ile savaş deneyimi olan Kurt İsmail Paşa getirilir. Osmanlı birlikleri, Çukurova’da egemenlik kurmaya çalışan, kural tanımaz aşiretlerle (Kozanoğulları, Avşarlar, Ceritler vb.) savaşa girişirler. Aşiretler yenilir. Devletin baskısıyla tüm aşiretler zorunlu iskâna tabi tutulur.


Bu aşiretlerin büyük bölümü, Adana, Gaziantep ve Maraş’ın kırsal bölgelerine zorla yerleştirilir. Yerleşik duruma getirilenler, bir yandan geleneksel hayvancılığı sürdürürken; öte yandan tarımla uğraşmaya yönelmişlerdir. Hayvansal ve tarımsal ürünlerini Maraş’taki eşraf ve esnafın aracılığıyla değerlendirirler. Bu insanlar, Maraş ve ilçelerindeki eşraf ve esnafına, paralarını, ürünlerini güvenle teslim etmektedirler. Hükümetle olan sorunlarını da bunların aracılığıyla çözmeye çalışıyorlardı. Aynı biçimde Maraş eşrafı, esnafı da bu insanlara güven duyarak içli dışlı olmuşlardır.


Osmanlı Devleti, her yerde olduğu gibi, Maraş’ta da şeriata yönelik uygulamalarıyla Sünni olmayan inanç topluluklarını asimile etmeyi amaçlamıştır. Bu nedenle Maraş’ta şeriata dayalı medrese, cami ve mescit yapımına önem verir. 1916’da Maraş’ta Milli Eğitim Müdürü olan Besim Atalay, Maraş’ın tarihi, coğrafi ve kültürel yapısıyla ilgili yaptığı araştırma sonucu şu bilgileri aktarmaktadır: "Maraş’ın nüfusu 32.704. Bu nüfusun 24.228’i Müslüman, 8.476’sı gayrimüslim. Bir tane 6 yıllık lise, bir tane 4 yıllık öğretmen okulu, 9 tane erkek çocukların gittiği ilkokul, bir tane kızların gittiği okul olmak üzere toplam 11 okul var. Buna karşın 92 cami ve mescit bulunmaktadır." (2)


Genellikle Maraş il ve ilçe merkezlerinde yerleşik halkın büyük çoğunluğu Sünni; kırsal kesimde (köylerde) olanların bir bölümü Türkmen, bir bölümü Kürt kökenli olup, büyük çoğunluğu Alevi inançlıdır. Ama aralarında hiç mezhep tartışması, kavgası olmamıştır. Hatta Kürtler, Türkler ve Aleviler ile Sünniler, Maraş’ın İngiliz ve Fransızlar tarafından işgaline karşı hep birlikte mücadele yürütmüşlerdir. Elbistan’ın Alhaslı Aşiretinden "Kalık Dede" adında biri işgal yıllarının tanığıydı ve Malatya’ya sık sık gelirdi. Hoş sohbet bu yaşlı adam, Maraş’ın İngiliz ve Fransızlar tarafından işgalini ayrıntılarıyla anlatıyordu:


"Ben o sıralarda 8-9 yaşındaydım. Köyümüzde, çevre köylerde eli silah tutanlar, bir milis gücü oluşturdular. Milisler, Fransızların geleceği yolları kestiler. O dönem, ayakkabı falan yoktu. Gön çarık vardı, onu giyerlerdi. Cephedekilerin ayakları üşümesin diye köylerden yün çorap, tiftikten yapılmış kalpak (başlık), aba toplayarak, gön çarık dikerek gönderiyorlardı. Bir de Maraş’ın içinde bulunan halk için evlerden bulgur, un, çökelek, mercimek, tarhana topluyorlar, topladıklarını gizlice Maraş’ın içine sokuyorlardı. Hatta Akçadağ ve Malatya köylerinde de toplanan silah, giyecek ve yiyecekler Elbistan ve Pazarcık üzerinden Maraş’a gönderiliyordu. Fransızların her tarafını milis gücü sardı. Fransızlar kaçmak zorunda kaldılar."


Kalık Dede, tanık olduğu Fransız işgalini ve anısını böyle anlatıyordu. Fransızlara karşı, Alevi-Sünni, Türk-Kürt ayrımı gözetilmemiş kardeşçe, dostça kaynaşmışlar. ...


Geçmişte Alevi-Sünni ayrımı yoktu. Sonraları ne oldu da Alevilerle Sünnilerin arasına nifak tohumu ekilmeye çalışıldı? Aleviler, Osmanlı’nın katliamlarından kaçarak dağlık bölgelere, orman içlerine sığınmışlardı. Osmanlı’nın despot, soyguncu ve katliamcı hanedanlığı yıkıldı; yerine Cumhuriyet ilan edildi. Cumhuriyetle birlikte, dağlara sığınmış Aleviler de ovalara, kentlere göç etmeye yöneldiler. Kentlerde çocuklarını okutmaya, işyeri açmaya başladılar. Alevilerin ekonomik ve kültürel gelişimi, bazı tutucu çevreleri rahatsız ediyordu.


Maraş’ın Pazarcık ilçesine bağlı Alevi köylerinin yerleşik olduğu bölgedeki sazlıklar kurutuldu. Kartalkaya barajının yapılmasıyla bir bölüm arazi sulanmaya başladı. Topraklardan yılda dönüşümlü iki-üç ürün alınmaya başlandı. Pamuk ekimi oldukça gelişti. Ekonomik güçleri artan Aleviler, Maraş merkezinde tekstile yönelik fabrika kurmaya, sanayi ve ticaret alanında yeni işyerleri açmaya yöneldiler. Alevilerin sanayi ve ticarete yönelmeleri; Maraş’ta Sünni kesimin bu alanları elinde tutan ırkçı, tutucu kanadının işine gelmiyordu


Tipik çıkar çelişkisi olarak beliren bu durum Maraş’ta kendini göstermeye başlıyordu.

Kahramanmaraş’ta Son Ceyrek Yüzyılın Siyasal Seyri


Kentte, 1969 milletvekili seçimlerinde AP, 38.419 (%32); CHP, 21.126 (%17.6); MHP, 1.469 (%1.27); TİP, 2.230 (%1.8) oy almış, MSP seçime katılmamıştır.


24 Aralık 1995’de yapılan milletvekili seçimlerinde ise; RP (MSP’nin devamı), :134.331 (%36.8); DYP (AP’nin devamı), 60.434 (%16.4); ANAP, 72.369 (%19.8); CHP, 33.813 (%9.3); MHP, 38.253 (%10.5); DSP, 9.792 (%2,7) oy almıştır.


Görüldüğü gibi, yaklaşık 25 yıldan sonra sosyal demokratların oyu düşerken; MHP ve RP oyları hızla artmıştır. Solcuların ve sosyal demokratların oylarının düşüş nedenlerinden biri, baskı ve katliamlar sonucu Alevilerin ve solcuların bölgeden zorunlu göçüdür.


Maraş’ın ekonomisine egemen olan Sünni işadamları, Alevi işadamlarını kendilerine tehdit olarak görmektedirler. Bu faktör, katliamı değerlendirirken gözden kaçırılmamalıdır. Nitekim katliam sırasında bu işadamlarının bir bölümünün faşist saldırganlarla işbirliği içinde olduklarını basından öğreniyoruz. Aşağıdaki bilgiler, Aydınlık Gazetesinin 12. 01. 1979 tarihli sayısından aktarılmaktadır:


Kahramanmaraş katliamı, EDEM (Yağ Fabrikası) toplantısında kararlaştırıldı. Katliamdan 15 gün öncesine rastlayan toplantıya, EDEM ortağı Faruk ARIKAN, Fabrikatör ve Hacı Çiftliğinin sahibi Muammer PAKDİL, kardeşi Cahit PAKDİL, Faruk ARIKAN’ın ağabeyi Hacı Osman ARIKAN, Pişkinler İplik Fabrikası sahibi Abdurrahman PİŞKİN, Çırçır ve Prese Fabrikatörü Sıddık AKDİŞLİ, Tanrıverdi Çırçır Fabrikası sahiplerinden Zekeriya KİRİŞÇİ, Yağlıca kardeşler Kooperatif şirketi sahipleri Kasım ve Ali YAĞLICA, Fabrikatör Tarık SARIKATİPOĞLU, Çırçır Fabrikatörü Mehmet VAKKASOĞLU, AP İl Başkanı ve Kadıoğlu Çiftlikleri sahibi Faruk KADIOĞLU, Belediye Başkanı Ahmet UNCU, MİSK Bölge Temsilcisi (Başkanı) Cemil TOZKOPARAN katıldılar...


Toplantının açış konuşmasını yapan Hasan BALCI, ‘Bugüne kadar bizleri koruyabilmeleri için ülküdaşlarımıza her ay 250 bin lira para veriyorum. Sizler ise bugüne kadar bir kuruş yardım yapmadınız. Hükümete haddini bildirmek ve Alevi komünistleri yok etmek istiyorsak mutlaka birleşip bütün gücümüzü ortaya koymalıyız. Elbirliği yapalım, Maraş’ı komünistlerden, POL-DER’cilerden, TÖB-DER’cilerden temizleyelim’ demiştir. (3) Gazetenin bu haberi yalanlanmamıştır.


Kahramanmaraş Milletvekili Hüseyin DOĞAN, katliamdan hemen sonra yapılan CHP grup toplantısında, şu görüşleri ifade etmiştir: Kahramanmaraş’ta olan bir savaş değildir. İç savaşın silahlı iki tarafı olur. Kahramanmaraş’ta olan bir katliamdır. 1572 yılı 24 Ağustos’unda binlerce Protestanın boğazlandığı gibi, Saint Barthelemy katliamı gibi, Endonezya’da solcuların bir gecede birer birer vuruldukları faşist ayaklanma gibi bir katliamdır.


Bunun adına anarşi denmez. Sağ-sol çatışması da denmez. Bu, Alevi-Sünni çatışması da değildir. Bunlar içinde aransa bile bu plânlı ve örgütlü bir faşist saldırıdır. Çevre illerden Maraş’a getirilen katil çetelerine belli hedefler gösterilerek, her şeyi hesaplanan bir plânla yürürlüğe konan bir faşist eylemdir. Kin ekip, kan çiçeği büyütenlerin, direnme hakkından söz edip ‘Milli direnme hakkı doğmuştur’ diye bildiri yayınlayanların eseridir. Maraş katliamı ‘Müslüman Türkiye-Milliyetçi Türkiye, Allah için Cihad başına’ sloganlarıyla kadın demeden, çocuk demeden vuranlar karşısında ‘Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz’ diyenlerden destek görenlerin eseridir...” (4)


Milletvekili Hüseyin DOĞAN’ın belirttiği gibi, Kahramanmaraş katliamı, örgütlü, plânlı, ekonomik çıkar nedeniyle bazı iş adamlarının destek verdikleri netleşmektedir.

Katliam Saatinin Kurulduğu Süreç


Şimdi Kahramanmaraş katliamının hazırlık sürecine bakalım. 7 Nisan 1978’de Ankara’da PTT aracılığıyla bombalı bir paket, Malatya Belediye Başkanı Hamit FENDOĞLU’na gönderilir. Hamit FENDOĞLU gönderilen paketi açmış, patlama sonucu kendisi, gelini ve iki torunu yaşamını yitirmişlerdir. Yine aynı tarihte, aynı özellikte ve ağırlıkta başka bir bombalı paket, Pazarcık CHP İlçe Başkanı Memiş ÖZDAL’a gönderilir; ÖZDAL, paketten kuşkulanarak almaz, ancak PTT memurları paketi açarlar ve patlama sonucu bir PTT memuru ölürken, diğeri ağır yaralanır. Biri Adıyaman’a diğeri Adana’ya gönderilen iki ayrı paketin varlığından daha önce söz edilmişti.


Yapılan inceleme sonucu kuşkular, bombalarda kullanılan patlayıcı maddenin Nükleer Araştırma Merkezinden alındığı kuşkuları doğar ve bu kuruluş kapatılarak soruşturma başlatılır. Dönemin başbakanı Ecevit, bombalarla Ülkü Ocaklarının ilişkisinin araştırıldığını söyler. Bunun üzerine MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş, Malatya benzeri olayların Erzurum ve Kahramanmaraş’ta da çıkabileceği tehdidini savurur.(5)


TÜRKEŞ, bu açıklamasını, Malatya Belediye Başkanı Hamit FENDOĞLU’nun katledilişinin üçüncü gününde yapmıştır. Açıklamanın hemen sonrası, Erzurum’da 500’e yakın ülkücü, Atatürk Üniversitesi’ndeki sol görüşlü öğrencilere ve öğretim üyelerine saldırmışlardır. Ülkücülerin başka bir grubu da Erzurum içinde terör estirerek solculara ve CHP’lilere ait işyerlerini tahrip etmişlerdir.


Diğer yandan, Memiş ÖZDAL Pazarcık’taki adresine gönderilen bombalı paketi alsaydı, Malatya olayı gibi bir katliam hemen o günlerde Kahramanmaraş’ta da yaşanacaktı.. Memiş ÖZDAL’ın kuşkusu, böyle bir katliamı önler. Bu durum üzerine, ülkücüler hazırlıklarını zamana yayarlar.


Başbakan Bülent ECEVİT, “MHP Genel Başkanının bildiği bazı şeyler var. Bu arada hükümetimiz bir güvenlik önlemi almak üzere çevre il ve garnizonlardan Maraş’a askeri birlikler gönderdi. Önlem alınmıştır” diyordu. Güvenlik güçleri ve askeri birlikler, Maraş’ın sokaklarında sıkı önlem alırlar. Güvenlik güçleri, saat 22.30 sıralarında Serintepe Mahallesinde dolaşan iki kişiden şüphelenir ve gözaltına alırlar. Bu kişilerin, bir süre önce İmam-Hatip Lisesi’nde hırsızlık yaptıkları iddiasıyla aranan Ahmet KOLUTEK ile Ali KOŞARGELİR oldukları, üzerlerinde patlamaya hazır üç dinamit lokumu bulunduğu ortaya çıkar. Soruşturma sonucu, kentte sabaha kadar arama yapılır. Aramada 34 kişi gözaltına alınır. Ayrıca üç otomatik silah, çok sayıda mermi ve patlayıcı madde ele geçirilir. Gözaltına alınanlar, ifadelerinde birçok yeri bombaladıklarını, iki gizli örgüt “Türk Yıldırım Komandoları” ve “Esir Türkleri Kurtarma Ordusu” ile ilişkili olduklarını söylemişlerdir. Yine ifadeleri sonucu, İstasyon Caddesi üzerinde bulunan caminin avlusuda gömülmüş, etrafı sıvanarak fitilleri dışarıda bırakılmış, patlamaya hazır beş adet dinamit de ortaya çıkarılmıştır.(6)


Emniyetin bir yetkilisi, “Yapılan soruşturma kentte meydana gelen patlamaların bir provokasyon olduğunu ortaya çıkarmıştır; komandolar, özellikle kendi kuruluşları olan derneklere bombayı atıyorlar, sonra da suçu solcu gruplara yüklemek istiyorlar” diyordu. (Cumhuriyet, 22. 04. 1978)


Gözaltına alınan 34 kişi, mahkemeye sevk edilir ve Edip ÖZBAŞ (Stajyer Avukat), Eyüp GÜRBAZER, Turan TOLU, Mehmet TOLUN, Ali KOŞARGELİR, İsmet ÇALIŞIR, Ahmet Sayın, Mehmet TİMARCIOĞLU, Celal ÖZYEY, Cuma AKIN, Ahmet KOLUTEK, Nuri ERKINACI, Hikmet Reşit, AYHAN, Şahin BORU, Behzat ŞEN, İsmail KÜTÜKÇÜ, Haydar ATALAY, Muharrem ASLAN, Hasan Hüseyin AKBAŞ, Ökkeş YORULMAZ, DOĞAN TAŞORAN, Dursun AKÇAM, Recep ŞAHİN, Veli ESKİ tutuklanır.


Tutuklananlar arasında Kahramanmaraş MHP Milletvekili Mehmet Yusuf ÖZBAŞ’ın avukat oğlu Edip ÖZBAŞ da bulunmaktadır. Tutuklama haberini alan MHP Milletvekili ÖZBAŞ, bazı yandaşlarıyla birlikte Adliye binasına gider; I. Asliye Ceza Yargıcı Kazım DEMİRSU ve 2. Asliye Ceza Yargıcı Ertop KANMAZ’la karşılaşır. Sinirli bir şekilde yargıçlara, “Tutuklamaları siz mi yapıyorsunuz? Sizi mahvedeceğim, pezevenkler...” diyerek küfreder ve fiili saldırıda bulunur. I. Asliye Ceza Yargıcı Kazım DEMİRSU’ya yumrukla saldırır, bu sırada içeri giren Savcı Nuri MİMAROĞLU da ÖZBAŞ’ın küfüründen nasibini alır. Saldırıya uğrayan Yargıç Kazım DEMİRSU, Hükümet Tabipliğinden 5 günlük rapor almıştır.


Savcı Nuri MİMAROĞLU olayı şöyle anlatır: “Saat 08.40 sıralarıydı. Makam odamda, ceza hâkimlerimiz Kazım DEMİRSU ile Ertop KANMAZ arkadaşlar beni bekliyorlardı. Ben o sırada savcı yardımcıları arkadaşlarımla birlikte tutuklama olayının tahlilini yapıyordum. Odacı gelerek hakim beylerin beni makam odamda beklediklerini söyledi. Odaya girdiğimde her iki hakimlerimizin ayakta olduklarını, polis memuru ile MHP’li Milletvekilinin de içeride bulunduğunu gördüm. Milletvekilinin bana ilk sözü ‘Pezevenk’ oldu. Çeşitli hakaretler yağdırıyordu. Polisler Milletvekilini dışarı çıkardılar...” (22. 04. 1978 tarihli Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet Gazeteleri)


Kahramanmaraş katliamı 23 ve 24 Aralık 1978’de yapıldı. Oysa bu tarihten sekiz ay önce (Nisan 1978) bir katliamın plan ve hazırlıklarının yapıldığı somut kanıtlarıyla ortadadır. MHP Genel Başkanı TÜRKEŞ’in de “kehaneti”yle, bu hazırlıklardan haberli olduğu açık açık görülmektedir.


Yine bu gelişmelerden anlaşılıyor ki, ülkücüler, Maraş katliamını, gönderilen bombalı paketlere göre planlamışlar ancak, Pazarcık CHP İlçe Başkanı Memiş ÖZDAL’ın paketi almayışı ve güvenlik güçlerinin Maraş’ta ortaya çıkardıkları ırkçı örgüt elemanlarının tutuklanması, Maraş’ta katliamı geciktirmiştir.


O tarihten Aralık’a kadar geçen sekiz aylık süre içinde katliamın altyapısı hazırlanmaya çalışılır. Katliamdan bir hafta önce, görevli olduklarını söyleyen birtakım kişiler, Alevi ve solcuların oturdukları semtlerde, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerek konutları dolaşmışlar, evde kaç kişinin oturduğunu sormuşlar ve yeni numaralar verdikleri kapıları kırmızı boyayla işaretlemişlerdir. Başka bir bölgede başka bir grup, bu kez PTT görevlisi olduklarını ve mektupların kaybolmaması için bir çalışma yaptıklarını söyleyerek kapılara boyayla işaretler koymuşlardır. İşaretlerin ne anlama geldiğini “işaretlenenler” bir hafta içinde acı bir şekilde öğreneceklerdi.


Kamuoyu nezdinde katliama meşruiyet kazandırmak için bazı senaryoların hazırlanması da gerekiyordu. Faşist örgütlerin her zaman başvurdukları yöntemlerden biri “Dini ve camileri” kullanmaktır. Belirli yerlere ve özellikle ibadethanelere patlayıcı madde atıyorlar ve “Dinsiz solcular attı” diye propaganda yapıyorlardı. Maraş katliamında da aynı yönteme başvurulmuştur. Kendi binalarına ve camilere tesiri az patlayıcılar atıyor, sonra suçu solculara yükleyerek “meşru tepkilerini” göstermek için miting ve yürüyüş yapıyor, ardından saldırıya geçiyorlardı. Maraş’ta da bu yönde planlar yapılmış, hazırlıklar tamamlanmıştır. Sıra artık uygulamaya gelmiştir.


Katliamın Başlama Vuruşu: Çiçek Sinemasında Patlama


ÜGD tarafından getirtilen “Güneş Ne Zaman Doğacak” isimli bir film 16 Aralık 1978’de Çiçek Sinemasında gösterilmeye başlanır. 19 Aralık Salı günü seans saat 20.00’de başlamıştır. Seyirciler içinden sık sık “Müslüman Türkiye, Milliyetçi Türkiye, Başbuğ TÜRKEŞ, Komünistler Moskova’ya, Katil iktidar” sloganları yükselmektedir.


Çiçek Sineması, Maraş’ın Boğazkesen, Kanlıdere, Uzunoluk ve Kale Caddelerinin kesiştiği dört yol ağzındadır. PTT ve CHP binasına yakındır. Filmin bitimine az bir süre kalmışken salonda tesiri az olan bir patlama olur. Önceden hazırlanmış 30-40 kişilik Ülkü Ocaklı bir grup, “Bunu solcular attı” diye diğer seyircileri tahrik etmişler, sloganlarla PTT ve CHP binasına saldırmışlardır.


Polis, olaya hemen el koyar. Araştırma sonucu patlayıcı maddenin ülkücüler tarafından atıldığı ortaya çıkar. Bu nedenle bazı kişiler gözaltına alınır. Gözaltına alınanlardan Yusuf İLHAN, poliste verdiği 21 Ocak 1979 tarihli ifade tutanağı şöyledir:


Daha önceden tanıdığı sanık Ökkeş KENGER’in 17. 12. 1978 Pazar günü kendisine ‘Ankara’dan geldim, cezaevinde yatan kardeşin Muhittin’i gördüm, sana selamı var, ama sen kardeşine layık değilsin; neden sağda solda dedikodu yapıp kardeşimin cezaevine girmesine onlar sebep oldu diyorsun, biz Kahramanmaraş’ı düzelteceğiz. Çiçek Sinemasındaki film ülkücüleri savunuyor, arkadaşlarımız oraya toplanıyor, biz bunları istediğimiz yöne çekebiliriz, sana da iş düşüyor. Bir görev versek yapar mısın?’ dediğini; kendisinin ‘Kardeşimi yaktınız, beni de mi yakmak istiyorsunuz?’ diyerek bu teklifi kabul etmediğini ve yanından ayrıldığını; 18. 12. 1978 Pazartesi günü eski belediye önünde yine yanına gelen sanık Ökkeş KENGER’in ‘Sana bir görev vereceğim, yapmazsan seni harcarız, bu başkanın emridir’ dediğini, tuvalete gideceğini söyleyerek sanığın yanından ayrıldığını; akşam eve geldiğinde kardeşi Mehmet İLHAN’ın ‘Seni bir arkadaşın Kümbet Çay Bahçesinde bekliyor’ demesi üzerine oraya gittiğinde sanık Ökkeş KENGER’in kendisini beklediğini ve ‘Yarın akşam Çiçek Sinemasına patlayıcı madde atacağız, esas görevi biz yapacağız, senin yapacağın işte korkacak bir şey yok, taş atmak gibi bir şey’ diyerek parkasının cebinden çıkardığı kırmızı çiçekli bir beze sarılmış yarım dinamit lokumunu kendisine verdiğini; fitilinin yarım parmak dışarıda göründüğünü; beze sarılı bir yarım dinamit daha göstererek ‘Bir arkadaşımla beraber sinemada olacağız, yan salondan sahne kısmına geçip oradan atacağız, sen yarın akşam fllm başladıktan sonra kaleye çıkan yolun üzerinde dolaş, içerdeki patlamayı duyduktan sonra elindeki dinamiti ateşleyip sinemanın damına at’ dediğini; kendisinin bu dinamiti aldığını; 19. 12. 1978 günü akşam sinemadaki patlamayı duyunca kendisinin de elindeki dinamiti ateşleyerek sinemanın damına fırlattığını; ancak dinamitin patlamadığını; bilahare buluştukları ÖKKEŞ’in ‘Sen bizi kandırdın, dinamiti atmadın’ dediğini; yanından ayrılıp eve gittiğini, dinamiti patlatmaktaki amacının sinemadaki ülkücü gençliği ve dışarıdaki halkı tahrik etmek ve patlamayı solcuların yaptığı intibaını vererek hadise yaratmak olduğunu söylemiştir.” (7)


Poliste yapılan işlemden sonra Sıkıyönetim Komutan Yardımcısı da Yusuf İlhan ve Ökkeş KENGER’i ayrı ayrı çağırarak ifadelerini alır. Yusuf İLHAN, dinamiti Ökkeş KENGER’in verdiğini tekrarlamış, Ökkeş KENGER de olayı doğrulamıştır.


Tanık İsmail Laçin ise Savcılık ifadesi tutanağında şu bilgiler vardır: “Çiçek Sinemasına patlayıcı madde atıldığı gece Manisa’daki kızına telefon etmek için PTT’de bulunduğu sırada sanık Ökkeş KENGER’in gelerek bir konuşma yaptığını ve PTT’den ayrıldığını; sanığın ne konuştuğunu duymadığını, aradan 5-6 dakika geçtikten sonra sinemada patlama olduğunu; bir sivil şahsı içeriye getirdiklerini, dışarıdaki halkın PTT’yi taşlayıp camları kırdığını; daha sonra gelen polislerin bu sivil şahsı alıp götürdüklerini, “Sanık Ökkeş KENGER’in bir süre sonra bu defa yanında 15 kişilik bir grup ile tekrar PTT’ye gelip telefon yazdırdığını; telefonu hemen çıkınca durumun ilgisini çektiğini, zaten kabinin kapısının da açık olduğunu ve konuşmanın da rahat duyulduğunu, ‘Orası Genel Merkez mi? Ben teşkilattan Ökkeş KENGER, sen onlara söyle beni tanırlar, burada sinemaya bomba atıldı, 10 yaralı var, 4’ü ağır, söyle acele gelsinler!’ dediğini; bu ikinci konuşmada sanığın yaralıların ismini yazdırmadığını ve herhangi bir dergi isminin geçmediğini söylemektedir.” (8)


Kahramanmaraş Valiliği, İsmail LAÇİN’in ifadesi doğrultusunda telsizle durumu İçişleri Bakanlığı’na iletir. Yapılan araştırmada Ökkeş KENGER’in Ankara’da konuştuğu telefonun Ülkücü Gençlik Derneğine ait 294351 nolu telefon olduğu; ve konuşmanın, patlayıcı maddenin atıldığı gün 20.40 ile 22.27 saatleri arasında yapıldığı tespit edilir. (9)


Polise ve Sıkıyönetim Komutan Yardımcılarına verdikleri ifadeleri mahkemede kabul etmeyen sanıkların tümü, yargılama sonunda delil yetersizliğinden beraat eder. (Hatta birinci sanık Ökkeş KENGER, MHP ve BBP’den milletvekili olarak Meclise girer.) Faşistlerin bütün çabalarına karşın, kentteki Aleviler ve solcular, provokasyona gelmemek konusunda titiz davranırlar ve “Ne gelecekse mala gelsin, cana gelmesin” diye temkinli olmaya özen gösterirler. Ne var ki, faşistler kararlıdır. 20 Aralık’ta saat 20.00 sıralarında bu kez de, Yeni Mahalle’de sol görüşlülerin ve Alevilerin devam ettiği Akın Kıraathanesi’ne patlayıcı madde atılır ve iki kişi ağır yaralanır. 21 Aralık akşamı, Devlet Hastanesi civarında oturan sağ görüşlü judo öğretmeni Güngör GENÇAY’ın olmadığı sırada evine patlayıcı madde atılır.


İki Öğretmen Öldürülüyor


Maraş Meslek Lisesi öğretmenlerinden sol görüşlü Hacı ÇOLAK ve Mustafa YÜZBAŞIOĞLU, 21 Aralık’ta okuldan evlerine giderlerken yolda silahlı saldırıya uğrarlar. Hacı ÇOLAK olay yerinde ölürken; Mustafa YÜZBAŞIOĞLU yaralı olarak hastaneye yetiştirilir, ama kurtarılamaz ve yaşamını yitirir.


Öğretmenlerin cenazesi 22 Aralık’ta kaldırılacaktır. Faşistler ve sağcı gruplar, cenaze törenine saldırmak için geceden çevre il, ilçe ve köylere adam göndererek, “Komünistler, Aleviler Cuma namazında camileri bombalayacaklar, Müslüman kardeşlerimizi katledecekler. Bunun hazırlığını yapıyorlar. Müslüman kardeşlerimizi katliamdan korumak için toplanalım” diye çağrı yaparlar. Bu arada Maraş Müftüsünün de resmi araçla kentte dolaştığı, halkı kışkırttığı bildirilir. (10)


Faşistlerin ve din görevlilerinin propagandasının sonucu, on bine yakın kalabalık Ulu Cami’nin etrafına ve cenazelerin geleceği güzergah üzerinde toplanır.


Cumhuriyet Savcısı, otopsisinin çabuk yapılması ve defin için cenazelerin bir an önce teslim edilmesi isteğiyle, Devlet Hastanesi Başhekimi Çetin DİKER’i sıkıştırmakta, ancak Başhekim, “Halen kurşunlar bulunamadı, film çekmemiz gerekiyor” diye teslimatı geciktirmektedir. Başhekimin amacı, cenaze törenini cuma namazı bitimine denk getirmektir. Nihayet cenazeler saat 14.30’da sahiplerine teslim edilir. Başhekim de özel otosuna binerek Ulu Cami’ye gider. Orada toplanan MHP’li tanıdıklarına, “Cenazeyi teslim ettik, birazdan gelirler” der. Devlet Hastanesinin bir hemşiresi, o günü, “Otopsinin tamam olmasından sonra, Başhekim Çetin Bey hastaneden ayrıldı. Giderken bize, sakın ayrılmayın, yaralı ve ölü gelebilir, dedi. Biz korktuk, telaşlandık” diye anlatmaktadır. (11)


Meslek Lisesinde yapılan törenden sonra cenazeleri Ulu Cami’ye götürmek üzere kortej yola çıkar. Korteje beş bine yakın kişi katılmıştır. Yolda polis ve askeri birlikler, kortejdekileri tek tek arayarak ellerindeki pankartlara varıncaya dek, üzerlerinde ne varsa toplar. Cenaze korteji Ulu Cami’ye yaklaştığında, toplanan saldırganlar “Komünistlerin, Alevilerin namazı kılınmaz. Komünistler Moskova’ya, Katil iktidar” sloganlarıyla bağırarak saldırıya geçer. Ellerindeki taş, sopa, kiremit parçaları ve patlayıcı maddelerle korteje saldırılması üzerine, iki grubun arasında bulunan polisler, kaçar ve hükümet binasına sığınırlar. Orada bulunan ve sayısı az olan jandarma birliği havaya ateş ederek saldırıyı durdurmaya çalışmış, ancak başarılı olamamıştır. Kortejdekilerin kaçmak zorunda kalması sonucu ortada sahipsiz kalan cenazeleri askeri birlik alır ve Devlet Hastanesinin morguna götürür.


Bu arada, faşist saldırganlar gruplar halinde, şehir içine dalmış, Alevilerin yoğun olduğu mahallelere dağılarak önüne gelenleri dövmeye, ev ve işyerlerini tahrip etmeye başlamıştı. CHP, DİSK, TÖB-DER, POL-DER, TİKP, Tekstil Sendikası ve Sağlık Müdürlüğünün binalarını yakıp yıkan saldırganlar, av tüfeği satan bazı dükkanları talan ederek silahlarını götürürler. Sokak ve mahalle aralarında girdikleri çatışmalar sonucu, saldırganların üçü hayatını kaybeder: Cemil KARADUTLU, Memili BAKICI, Hamza YILMAZ. Olaylar, askeri birlikler tarafından ancak geç saatlerde denetim altına alınabilir. Saldırı sonucu, 100’e yakın işyerinin tahrip edilerek yakıldığı saptanır. 22 Aralık günü böyle noktalanır.

Toplu Katliam Başlatılıyor


Gelişmelerin iyiye doğru olmadığını gören Alevi, CHP ve diğer sol partilerle demokratik kitle örgütlerinin temsilcilerinden oluşan bir grup, aynı gün Valiye, Emniyet Müdürüne, Jandarma Alay Komutanına giderek ertesi günün olaylı geçeceğinden endişe ettiklerini belirtir ve önlem alınmasını isterler. Vali ve yetkililer kaygısızca güvence verirler: “Devlet güçlüdür, her olayın üstesinden gelecek güçtedir. Önlemler alınmıştır. Vatandaşlar emin olsunlar.” Oysa öğretmenlerin cenaze töreninde ertesi günün kanlı geçeceğinin somut belirtileri vardı. Her nedense, çevre illerden güvenlik yardımı istenmediği gibi, yeterince önlem alma yoluna da gidilmez.


Faşist gruplar ve yandaşları, cenaze töreniyle ilgili saldırı olayını değerlendirerek 23 Aralık 1978 günü başlatılacak katliamın planını yeniden gözden geçiriyorlardı. Saldırı için gerekli sopa, demir çubuk, benzin ve gaz, paçavralar, kazma, kürek gibi araç ve gereçlerini tamamlayarak güvenli evlerde saklamaya; saldırıyı yönetecek kadrolarını belirleyerek eksiklerini gidermeye çalışıyorlardı.


23 Aralık Cumartesi yapılacak saldırıya ve katliama halkı da katmak için camilerde ve belediye hoparlöründen yapılacak çağrının metni hazırlanır. sabahında Belediye hoparlörü ve camilerden, sabah saatlerinden itibaren aralıksız olarak, “Dünkü olaylarda komünist ve Aleviler tarafından şehit edilen üç din kardeşimizin cenazesi kalkacaktır. Bütün din kardeşlerimiz buna katılsınlar, son görevlerini yapsınlar” şeklindeki duyuru yapılmaya başlanır. Yatsı ve sabah namazında da cami imamları aynı çağrıyı yaparlar. Artık katliamın hazırlıkları tamamlanmıştır ve saldırı emri beklenmektedir.


Belediye hoparlöründen yapılan anonsu durdurmak için giden Yzb. Bülent ENGİN karşılaştığı durumu şöyle anlatıyor:


... 23. 12. 1978 günü, saat 06.30’dan itibaren verilen görev gereğince Eğitim Enstitüsü ve çevresinde tertibat alındığını; saat 08.00’e doğru askerlerin Belediye hoparlöründen tahrik edici yayın yapıldığını bildirmeleri üzerine Belediye hoparlörlerini dinlediğini; hoparlörlerden ‘Vatandaşlar, din kardeşlerimiz, toplanıp akşamki olaylarda ölen ölülerimizi gömelim’ şeklinde yayın yapıldığını; bundan sonra şehrin çeşitli kesimlerinde yer yer dumanlar görüldüğünü ve silah seslerinin gelmeye başladığını; yakındaki belediye binasına giderek yayın odasına girdiğini; yayın odasında kimsenin olmadığını, etrafta bulunanlara, ‘Bu yayını kim yaptı?’ diye sorduğunda, bilmediklerini söylediklerini; saat 10.30’a doğru sokağa çıkma yasağı konulduğunu ve bu yasağın belediye hoparlöründen yayınlatılması emrinin kendisine verildiğini; bunun üzerine tekrar belediye yayın odasına girdiğini, orada bulunan polis memurunun sokağa çıkma yasağına ilişkin Valilik emrini daha önce getirdiği halde yayın yapmadıklarını kendisine söylediğini; orada bulunan memurlara sorduğunda, ‘Şu anda Belediye Başkanı uyuyor, onun emri olmadan yayın yapmayız’ dediklerini, bunun üzerine Belediye Reisinin iznine gerek olmadığını, sokağa çıkma yasağı duyurusunun 10 dakikada bir yayınlanmaması halinde yayın odasına el koyup yayın yapmayanları tutuklayacağını söylemesi üzerine duyurunun belediye hoparlöründen yayınlanmaya başladığını; Eğitim Enstitüsü yukarısındaki Hükümet Konağı önünden geçen Trabzon Caddesi üzerindeki büyük bir grubun oradaki dükkanları tahrip ettiklerini...” (12)


Askeri yetkilinin belirttiği gibi, belediye hoparlöründen yapılan anons hem halkı tahrik etmekte, hem saldırının başlatılmış olduğunun işaretini vermektedir. Bunun üzerine, katil faşistler, mahallelere dağılarak saldırıya başlamışlardır.


23 Aralık günü, mahallelere yaygın ve sistematik saldırı başlatılır.


Mahallelere Saldırı

Yörükselim ve Mağaralı Mahallesi

Sabahın ilk saatlerinde, Abdurrahman Kurt’un evine civardaki evlerden otomatik silahlarla ateş edilmiş; gazlı paçavralar ateşlenerek evin içine atılmıştır. Daha sonra eve giren faşistler, evdeki insanları feci şekilde döverek işkence etmiştir. Sokaklarda dolaşan başka bir grup, silahla evlere ateş etmektedir.


Yörükselim Mahallesine giden saldırgan gruba katılmak, destek vermek için Uzunoluk Caddesi üzerinde toplanan üç bine yakın ve ellerinde MHP bayrağı bulunan bir topluluk, “Alevilere ölüm, komünistler Moskova’ya, milliyetçi Türkiye” sloganlarıyla harekete geçer. Askeri birlikler saldırganları engellemeye çalışmış, ancak topluluk, içlerindeki maskeli kişilerin, “Ne duruyorsunuz, Yörükselim’de arkadaşlarımız şehit ediliyor, yürüyelim” tahrikiyle barikatı yaran topluluk, Yörükselim’deki saldırgan gruba katılmıştır. Ellerinde sopa, demir çubuk, odun, balta, nacak, silah ve patlayıcı maddeler bulunan saldırganlar, önceden işaretlenmiş Alevi evlerini tahrip ederek ateşe veriyorlardı. Mahallede, bazı kişilerin, saldırganlara karşı savunmak amacıyla ateş açtıkları, birkaç kişinin öldüğü söylenir. Yörükselim Mahallesini işgal eden faşistlerin bir grubu, Ahırdağı eteklerindeki Çamlık bölgesinde bulunan Alevi evlerine yönelir, ancak burada sol bir grubun direnişiyle karşılaşır; karşılıklı çatışma sonucu taraflardan ölenler olur.


Sayısı bini bulan bir saldırgan topluluğu Mağaralı Mahallesini basmış, evlerinden dışarı çıkardıkları Alevileri kurşuna dizmişlerdir. Katliam sonrası, dere içinde Alevilere ait kokuşmuş 16 ceset bulunmuştur.


Katliamı yaşayanlar anlatıyor:


... Hep ellerinde Alman tüfeği, mavzer, makineli tüfekler vardı. Kadınlarımızın memeleri kesildi. Altı aylık çocuğumuza kurşun sıkıldı. Kolları kesildi, kafaları dövüldü (ezildi). Kadınlarımızın hem ölüsüne hakaret ettiler, hem dirisine. Kocasının yanında yaptılar. Kocası dedi ‘Allah’tan korkun’. Kocasını çektiler öldürdüler. Ardından kadını öldürdüler. 20 yaşında bir babayı oğluyla birlikte öldürdüler. Gözlerine şiş soktular insanların. Seyrantepe’de Kaşanlı (...)ün karısının ırzına geçip, kurşuna dizdiler. Daha sonra külotunu çıkarıp sokağa attılar. Kalaycı Şah İsmail’e de baltayla vurup beynini parçaladılar....” (13)


Mahmut DUMAN: “Evimiz, Yörükselim Mahallesi Çeşme Sokaktadır. Evde oturuyorduk. Sokaktan ve evimizin yakınından silah sesleri gelmeye başladı. Pencereden baktığımızda, büyük bir kalabalık gördük; ellerinde sopa, satır gibi cisimler vardı. Bağırıyorlardı. Bizim evin üst tarafında bulunan birkaç evi yakmışlardı. Evlerin penceresinden alevler yükseliyordu. Bizim evi sardılar, biri ‘Bu evdekilere dokunmayın’ diye bağırıyordu. Kalabalık evimizin etrafından dağılarak başka tarafa gitti. ... Daha sonra, tahminen saat 12.00 sıralarıydı. Dışarıdan evimize silahla ateş edildi. Sokakta 25-30 kişi gaz doldurdukları şişeleri ateşleyerek pencereden içeriye attılar. İçerisi alev aldı. Bir grup da kapıyı zorladı ve kırarak içeriye girdi. Ellerinde tahta, nacak, silah vardı. Bizi evden dışarı çıkardılar, ellerimizi başımızın üstünde tuttuk. Bu sırada bize ateş ettiler. Oğlum Mehmet Duman öldü. Biz de yaralandık. Askerler geldi, bizi alıp götürdüler.” (14)


Hüseyin ÜN: “Yörükselim Mahallesi Çamlık Caddesi Balkaya Sokağının başında evde oturuyoruz. 23. 12. 1978 Cumartesi günü hastanenin önünden silah sesleri ve bağırtılar geldi. Evin önüne çıktık ve baktık. Ellerinde silah ve çeşitli saldırı malzemesi bulunan kalabalık bir grup bize doğru geliyordu. Gelen grubu, evimize yaklaştırmamak için taş attık. Onlar da silahla bize ateş ettiler. Kaçarak evin içine girdik. O sırada askerler geldi, saldırganları uzaklaştırdılar. Öğle zamanıydı, askerler gitti. Askerlerin gittiğini gören saldırgan grup tekrar mahalleye daldı. Evimizi otomatik silahla taradılar. Eve girdiler, sopalarla bizi dövdüler; sonra bizleri sıraya dizdiler, silahla taradılar. Kamil GÜLŞEN, Zeynep ÜN ile Yusuf LAKAP öldürüldüler. Beni ve Şakir’i öldü diye orada bıraktılar. Yaralıydık, askerler geldi ve bizi hastaneye götürdüler.” (15)


Meryem POLAT: “Beş çocuğum, damadım ve kızımın nişanlısı vardı. Evimiz, mahallenin en ucundaydı. Ortalardaki bir eve gittik. Sabahtan başlayıp ikindiye kadar bütün evleri yaktılar. Bir çocuk kazanda yakıldı. Bizim evin de yandığını duydum, çocuklarla gittik, baktık yanıyordu. O sırada bağıra bağıra 100 kadar kişinin geldiğini gördük. Hemen yanan evin bodrumuna sığındık. Her şeyi tekrar talan ettiler. Biz bodrumda suyun içindeydik; üstümüz tahtaydı. Tahtalar yanıyor, üstümüze düşüyordu. Evim kül oldu. Bodrumda sekiz kişiydik, orada olduğumuzu anlamadılar, çıkıp gittiler. Askerler gelip bizi Ticaret Lisesi’ne götürdüler” (16)


Yörükselim ve Mağaralı Mahallesinde; Zekeriya, Gülşen, Kamil ÜN, Şah İsmail KALAYCI, Mahmut DUMAN, Evliya ERMİŞ, Hasan ÖZTAŞ öldürülmüş, çok sayıda insan da yaralanmıştır. Yörükselim’de 129 ev ile 14 işyeri; Mağaralı Mahallesinde de 45 ev ile 2 işyeri tahrip edilerek yakılmıştır. Katliamdan önce, bu mahallelerde bulunan Hasköy Sokağında 32, Alanya Sokağında 6, Karacaköy Sokağında 13, Elbistanlılar Sokağında 12 ve Göksun Sokağında da 3 evin kapısına kırmızı işaret yapıldığı ve yeni numaraların yazıldığı askeri görevlilerce tespit edilmiştir. (17)


Serintepe Mahallesi

23 Aralık sabahının ilk saatlerinde saldırgan bir grup mahalleyi basar. “Aleviler, diğer mahallelerde Müslüman kardeşlerimizi, kadınlarımızı katlediyorlar. Camileri ateşe veriyorlar” şeklindeki kışkırtmalarına kapılan ve daha önce tarafsız görünen birçok Sünni de onlara katılmıştı. Alevilere ait önceden işaretlenmiş evlere giren ve içerdekileri, sopa, satır ve silahla işkence ederek öldüren saldırganlar, evleri ateşe vermişlerdir.


Olayı yaşayanlar anlatıyor:


Murat BOZKURT: “23.12.1978 günü sabah saat 08.30 sıralarıydı. Bakkal Murat’ın evinin önüne minibüs, kamyon ve traktörlerle insanlar getirildi. Kısa sürede kalabalık büyüdü. Sonra ‘Müslüman Türkiye, Komünistler Moskova’ya Allah’ını seven gelsin, Alevilere ölüm, Alevileri yaşatmayalım’ sloganlarıyla bağırarak yürüyüşe geçtiler. Ellerinde kesici, delici aletler, taş sopa ve uzun menzilli silahlar vardı. Biz, İmam ERGÖNÜL’ün evinde bulunuyorduk. Evin etrafını sardılar. Taşlarla camlarını kırdılar. Sonra başka tarafa doğru bağırarak gittiler. Aradan birkaç dakika geçmemişti ki, tekrar geldiler. Eve hücum ederek, evin tavanını deliciyle delmeye çalıştılar. Evin içine, gaza batırılmış bez parçalarını ateşleyerek atıyorlardı. Pencereden patlayıcı madde attılar. Evin içini alevler sardı. Kadın, çocuk bağırarak korunmaya çalışıyorduk. Başka bir grup da demir kapıyı sökmeye çalışıyordu. İçerde hiçbir şey yapamıyorduk.. Ateşi söndürmeye çalışırken kapıyı kırıp içeriye doluştular. Bizlere sopa, nacak, kılıç gibi kesici aletlerle vurmaya başladılar. Her tarafımız kan içindeydi. Küfür ve hakaret ediyorlardı. Yalvarmalarımız çevrede yankılanıyordu. Bir yanda yanan ev ve eşyalar, bir yanda yaralılar ve akan kanlar tüyleri ürpertiyordu. Bizi sıraya dizdiler, silahla ateş ettiler. İmam , Hüseyin, Güllü ERGÖNÜL ile Hacı Bektaş BOZKURT ve Mahmut ÜNAL’ı öldürdüler. Birkaçımız da ağır yaralandık. Kargaşa ortasında bir fırsatını bulup (Ben, İbrahim BOZKURT, Mercan BOZKURT ve Sultan ATEŞ) dışarı kaçtık. Oradan Mağaralı Deresinin öbür tarafında bulunan Molla TABAK’ın evine sığındık. Sonra askerler geldi, bizi Kışlaya götürdüler. Yakınlarımız öldürüldü. Evlerimiz, eşyalarımız tamamen yandı...” (18)


Hatun KÖSE: “23.12.1978 Cumartesi günü sabahın ilk saatlerinde bakkal Murat’ın evinin önüne arabalarla, kamyonlarla çok kişi geldi. Hepsinin elinde tahra, satır, nacak, silah, sopa vardı. Topluca yürüyüşe geçtiler. ‘Durmayın, 5 yaşından 90 yaşına kadar durmayın, Komünist Alevileri öldürün, kim bunları öldürürse cennetlik olacaktır. Kahrolsun Komünistler, Yaşaşın Türkeş’ diye bağırıyorlardı. Yörükselim Mahallesine doğru yürüdüler. Çok sürmedi, geri döndüler. ‘Vurun, kırın, öldürün’ diye emir veriyorlardı. Alevilerin evlerine saldırdılar, yakmaya, tahrip etmeye başladılar. Bir grup da ellerindeki silahlarla pencerelerden içeriye ateş ediyorlardı. Biz de korkumuzdan Mehmet POLAT’ın evine sığındık. Sığındığımız bu eve de saldırdılar. Taş ve sopalarla pencereleri kırdılar. ‘Vurun komünist Alevilere’ diye sürekli bağırıyorlardı. Mehmet POLAT’ın kapısının önünde oturan 80 yaşındaki M. Ali GÜNER’in boynuna tahrayı dayadılar. ‘Müslüman mısın, değil misin?’ diye soruyorlardı. Bu sırada askerler yetişti, saldırganları uzaklaştırdılar. Askerler sıra halinde evlerin önünde nöbet tuttular. O sırada saldırganların cephaneliğe yürüdüklerinin haberi gelince, askerler oraya doğru koşarak gittiler. Askerler gidince saldırganlar, gruplar halinde aşağıdan ve yukarıdan silahla ateş ettiler. Evlerin üzerinde kurşunlar vızır vızır gidiyordu. Can korkusuyla yerlerde sürünerek kaçmaya çalışıyorduk. Bu sırada Hüseyin KİLİT ile Hatice TEMİZ atılan kurşunlarla yaralandılar. Sürünerek, çömelerek Mağaralı Deresini geçtik. Molla TABAK’ın evine zor bela yetişerek içeri girdik. Bu sırada içeri girmekte olan Hüseyin ve karısı Fatma BAZ vurularak öldürüldü. Fatma BAZ’ın kucağındaki küçük çocuğu 6 aylık Yılmaz da kurşunla vurularak öldürüldü. Sığındığımız Molla TABAK’ın evinin etrafını sardılar. Her taraftan yağmur ve dolu gibi kurşunlar geliyordu. Evin camları, kapıları delik-deşik olmuştu. Biz içerdekiler de yerlere uzanarak kurşunlardan saklanmaya çalışıyorduk. Saldırganların elinde üç hilalli bayraklar vardı. Topluca hücuma geçtiler. Bizler korku içinde birbirimize sarıldık. Tam içeri girecekleri sırada askerler yetişti, bizi alıp askeri kışlaya götürdüler. Ölüler orada kaldı. Eşyalarımızın bir kısmını alıp götürüyorlardı, geri kalanı evle birlikte yaktılar. Bizler de esirler gibi ortada kaldık. O günlerde Maraş’ta devletin yerini faşist saldırganlar almıştı..” (19)


Kamil BERK: “23. 12. 1978 günü, geceden beri bir şeylerin olacağının kuşku ve korkusunu yaşıyorduk. Ama yine de, devlet var diye biraz güveniyorduk. Ne bilelim ki, ... sabahın ilk saatleriydi, güneş doğmak üzereydi. Mahallenin sokaklarında sopalı, silahlı, baltalı büyük bir grup bağırarak yürüyorlardı. Mağaralı Deresini geçerek Ahmet TABAK’ın motorunu yaktılar. Sonra Ahır Dağına doğru gittiler. ‘Allahını, peygamberini seven, eli balta, silah, sopa tutan yürüsün, Alevileri öldürelim, komünistleri içimizden temizleyelim’ çağrısıyla ve bağırmalarıyla mahalle içinde saldırıya geçtiler. Bu sırada askerler geldi, saldırganları aşağı doğru indirdiler. Öğleden sonra yeniden geldiler. Benzin şişeleri vardı. Alevilerin evlerine saldırdılar, evlerin penceresinden benzin şişelerini içeri attılar; arkasından gazlı bezleri ateşleyerek içeri attılar. Evleri ateşe verdiler. ‘Maraş size mezar olur, vatan olmaz; Yaşasın Türkeş, Yaşasın MHP’ diye bağırıyorlardı. Ellerindeki uzun menzilli silahlarla evlerimize ateş etmeye başladılar. Korkudan kaçıp kurtulmak isteyenlere arkadan ateş edip öldürüyorlardı. Bu sırada evden çıkmakta olan Cemal BAYIR ve Ali ÜN’e silahla ateş ettiler ve öldürdüler. Biz de Molla TABAK’ın evine sığındık. Bu eve de ateş ettiler. Merdiven başında içeri girmeye çalışan Fatma BAZ ile Zeynep AYDOĞDU’yu kurşunla öldürdüler. Fatma BAZ’ın kucağındaki 6 aylık oğlu Yılmaz da kurşunla öldürüldü. Molla TABAK’ın evine çok insan sığınmıştı. Dışarıdan yağmur gibi kurşun geliyordu. Evin camları, kapıları delik deşik olmuştu. Bizler içerde birbirimize sarılarak hem ağlıyor, hem korunmaya çalışıyorduk. Askerler geldi, hepimizi kışlaya götürdüler. Evlerimiz, eşyalarımız hem yağmalandı, hem yakıldı.” (20)


Serintepe Mahallesinde, Hatice GÖRÜR, Ali ASLAN, Cemal BAYIR, Ali ÜN, Fatma BAZ, Yılmaz BAZ, Hüseyin BAZ, ZeynepAYDOĞDU, İmam ERGÖNÜL, Hacı Bektaş BOZKURT, Hüseyin ERGÖNÜL, Güllü ERGÖNÜL, Mahmut ÜNAL, İsmail KARACA öldürüldü. 96 ev de tahrip edilerek yakıldı.


Yusuflar Mahallesi

23 Aralık Cumartesi günü sabahı, ellerinde çeşitli saldırı malzemesi olan, önlerinde maskeli kişilerin bulunduğu bine yakın saldırgan, sloganlarla Yusuflar Mahallesini çember içine aldı ve Alevilerin evlerine otomatik silahlarla ateş etmeye başladı. Saldırganlar, daha sonra kapılarını kırarak içeriye girdikleri evlerde bulunanları satır, sopa ve silahla dövdüler ve öldürdüler.


Naciye-Habibe ÜNVER: “Yusuflar Mahallesi Dalyan Sokakta oturuyorduk. 23. 12. 1978 sabahı saat 09.00 sıralarında saldırgan bir grup evimizi bastı. Korkumuzdan, komşumuz Osman KÜÇÜKBEŞE’nin evine gittik. Hepimiz bir odada gizlenmeye çalışıyorduk. Saldırganların sayısı tahminen beş altı bin kişi kadardı. Önce evimizi yağmaladılar, eşyalarımızı dışarı çıkararak yaktılar. Bir grup saldırgan da saklandığımız evi bastı. Saklandığımız odanın kapısını içerden kilitlemiştik, kapının kilidini ve kapıyı taradılar. İçerde bulunan Mehmet ÜNVER alnından kurşunla yaralandı. Kapıyı kırdılar, odaya daldılar. İçerde bulunan erkekleri (eve sığınan Ünver ailesinin erkekleri) alıp dışarıya çıkardılar. Yol üzerinde ‘Allahını seven vursun’ diye bağırdılar. Topluca taş, sopa, balta ile vurmaya başladılar. Malik ÜNVER’i öldürdüler. Bu sırada Mehmet ve karısı Döndü ÜNVER, kaçarak karşıdaki komşumuz Nebahat ALBEZ’in evine sığınmaya çalışıyorlardı. Arkasından koşan saldırganlar her ikisini de yakalayarak, öldürdükleri Malik’in cenazesinin yanına götürdüler. Bu arada Mehmet ve karısı Döndü ‘Her ikimizi birden öldürün’ diye bağırdılar. Her ikisine önce sopa ve taşla vurdular, sonra silahla öldürdüler. Bu sırada, saldırganlar yanlışlıkla bir arkadaşlarını da vurdular. Onun cenazesini hemen alıp kaçırdılar. Dışardakikargaşadan yararlanarak ben ve Habibe ÜNVER, polis memuru Yaşar ALTINKESEN’in evine sığındık. Sonra askerler bizi alıp kışlaya götürdüler.” (21)


İsmail YILMAZ: “Yusuflar Mahallesi Mutlugün Sokağı Dik Çıkmazında oturuyorduk. 23.12.1998 Cumartesi günü, saat 10.00 sıralarında bir grup ‘Vurun kızıl komünistlere, bunlara yaşamak haramdır’ diye evimize saldırdılar. Sopalarla vurdular, muhtelif yerlerimizden yaralandık. Babam Ali, annem Hatice, ağabeyim Hüseyin YILMAZ’a saldırdılar. Babam, anam ve ağabeyim, ‘Bizi öldürmeyin’ diye çok yalvardılar. Dereden kaçarak hastaneye yetiştim. Bir gün yattım, yaralarımı sardılar, ertesi gün hastaneden çıkıp eve gittiğimde annemin, babamın ve ağabeyimin cesetlerini evimizin kapısının önünde gördüm. Babamın parmaklarını kesmişlerdi, kanını da bir kazanın içine akıtmışlardı. Annemin kafasını biriketle parçalamışlardı, yüzü tanınmıyordu. Evimizi, eşyalarımızı da yakmışlardı. Her şey kül olmuştu.” (22)


Elif ve Gülizar NERGİZ: “Yusuflar Hekimoğlu Sokakta oturuyoruz. 23.12.1978 günü öğleden sonra ellerinde balta, et satırları, tabanca, sopa, taş ve Kuran bulunan saldırganlardan bir grup, ‘Allahını seven Alevileri öldürsün’ diyor ve bağırarak yürüyorlardı. Evimize saldırdılar. Önce dış kapıyı kırarak, duvarları yıkarak içeriye girdiler. Biz de korkumuzdan evin bir köşesinde saklanmaya çalışıyorduk. İçeri girdiklerinde İsmail NERGİZ’in başına balta ile vurdular, yere yıkıldı. ‘Hangi mezheptensiniz?’ diye sorgulamaya başladılar. İsmail ağır yaralıydı, konuşamıyordu, cevap veremiyordu. Sonra İsmail’in bacağından tutup, yerde sürükleyerek sokağa çıkardılar. Bir süre sokakta dolaştırdılar. Sonra tekrar eve getirdiler ve öldürdüler. O sırada Zeynep NERGİZ İsmail’in üzerine atıldı ve ağlayarak cesedine sarıldı. Acımadan Zeynep’e de ateş ettiler ve onu da öldürdüler. Cesetlere sopayla vuruyorlardı. Bu fırsattan faydalanarak komşumuz Mehmet BALTACI’nın evine sığındık. Sonra askerler geldi, bizi kışlaya götürdüler...” (23)


Fatma ŞENGÜL: “Yusuflar Mahallesi Neşeligün Sokakta oturuyoruz. 23.12.1978 öğleye doğru cadde üzerinde bağırıyorlardı. Silah sesleri geliyordu. Dışarıya baktık, yollar ve sokaklar saldırganlarla dolu. Ellerinde et satırları, tahra, balta, sopa, silah gibi şeyler görünüyordu. Eli silahlı bir grubu görünce ev sahibimiz Şerife KARAASLAN’ın evine gittim. Buraya gelen saldırgan grup ‘Burada Alevi var mı, bize verin öldürelim. Yoksa evinizi yıkarız’ diye tehdit ettiler. Ev sahibinin sözleri üzerine geri gittiler. Bir süre sonra tekrar geldiler, beni alıp yakınımızda olan Yeşil Cami’ye götürdüler, orada ‘Salavat getir bakalım Müslüman mısın?’ dediler. Salavatı getirdim, beni bıraktılar. Tekrar ev sahibinin yanına geldim. Bir süre sonra başka bir grup geldi ‘Bu evde Alevi varmış yakacağız’ diye bağırdılar. Ev sahibi Şerif KARAASLAN, saldırgan gruba Müslüman olduğumu söyledi. Öyleyse pencereye gelsin ‘Eşhedü çeksin’ dediler. Pencereye çıkarak eşhedüyü çektim. Beni alkışladılar.


Saldırgan grup, bu defa Ali AKINCI’nın evine hücum etti. Eşyalarını dışarıya atıp yaktılar. Civardaki bir komşuya sığınmış olan Ali AKINCI’yı yakalayarak ‘Salavat getir. Müslüman mısın?’ diye sıkıştırdılar. Ali, ‘Ben Müslümanım’ dediyse de ‘eşhedü’ çekemedi. Bunun üzerine Ali AKINCI’yı vurdular. Ev sahibi ise ‘Adam zaten yaşlı ve hasta bir kişi, bırakın evine gitsin’ demesi üzerine bıraktılar. Fakat başka bir saldırganın, ‘Adamı neden bıraktınız, Alevi ayağımıza gelmiş, neden öldürmediniz?’ demesi üzerine, evine yeniden girerek Ali AKINCI’yı öldürdüler...” (24)


Leyli ÜNVER: “Öğretmenlerin cenazelerini camiye koymadılar. Hükümet ve polis dedi ki, ‘Dükkanlarınızı kapatıp, evlerinize girin’. Saat 7.00’de eve tıkıldık. Babamız, ‘Bari gelin hep beraber oturup, bir çay içelim’ dedi. Çayı hazırladık, içmeden saldırdılar. Sabah 9.00’da camide toplanıp saldırdılar. Başka bir eve saklandık. Analık kaçmadı, avluda kaldı ihtiyar. Evi ateşe verdiler, ev ateş alınca analık bağırdı, ‘Abdullah, İbrahim beni kurtarın’ diye. İkisi de koştular, ikisi de vuruldu o sırada. Ortanca oğlumu kucağıma aldım, Malik kucağımda öldü. Bey de ben de yaralıydık. Hep saçma yarası. Büyük oğlan geldi. ‘Gelme’ dedim geldi. Biri 7.5 aylık bebeleri var. Bebeleri kapıp, komşuya saklandım. Komşu bizden değildi. Elbistanlı bir polisti. Sonra dışarı koştum, çaya gittim. Mahmut’u boklu çaya atmışlar, yaralı ‘ölüyorum’ diyor. İbrahim’le çıkardık. Bir eve gittik, saklasınlar diye. İçeri almadılar. İbrahım çarşıya gitti, Vali’ye gitmiş. Vali, ‘Ne dolaşıyorsun, dava daha savulmadı git’ demiş. Geri geldi. Bir kalabalık geliyordu motorla, motora bindik; motor hastaneye götürmedi. ‘Hastaneye götürmeye yetkim yok’ dedi. Ne demekse? Sağlık Ocağında hep bize saldırdılar, beyin ağzına silah tuttular. ‘ağzını aç’ dediler, vurdular. İbrahim de kucağımda öldü. Ben yaralı yaralı sürünerek içeriye girip saklandım. Sakallı bir adam gördü, saklandığım odanın kapısına dayandı. Ölü sandı. ‘Şu şarmutayı kocasının üstüne atın’ diye dışarıdakilere verdi beni. Üstümüzden paraları, dükkanın anahtarlarını, her şeyi aldılar. Gerisini bilmiyorum. Bir asker, ‘Kadında can var’ dedi. Duyuyorum, ama dilim dönmüyor. ‘Cenazeye atmayın’ dedi. Hastaneye götürdüler. Oradan helikopterle Adana’ya, 15 gün ameliyatta kaldım.” (25)


Yusuflar Mahallesinde; Mehmet ÜNVER, Döndü ÜNVER, Malik ÜNVER, Zöhre YILDIRIM, Abdurrahman YILDIRIM, Gülsüm AKIRMAK, Hasan AKIRMAK, Ali YILMAZ, Hüseyin YILMAZ; Yusuf LEVENDİZ, İsmail NERGİZ, Zeynep NERGİZ, Ali AKINCI, Hatice YILMAZ öldürüldü, 24 ev tahrip edilerek yakıldı.


Dumlupınar Mahallesi

Aynı gün, saldırganlardan bir grup Orman Deresi civarında bulunan Alevi evlerine saldırır.


Saldırıyı Yaşayanlar anlatıyor:


Yeter İŞBİLİR: “Ali Rıza İŞBİLİR kaynım olur. Dumlupınar Mahallesi Neyzen Sokakta oturmaktayız. Ali Rıza İŞBİLİR’in polis memuru olan kardeşi Hacı Veli’yle yeni evliyiz. Kaynım Ali Rıza’nın evinde kalıyorduk. 23. 12. 1978 Cumartesi günü öğleden sonra tahminen saat 15.00 sıralarında ellerinde balta, sopa, tahta, av tüfeği bulunan saldırganlar, oturduğumuz evin önüne geldiler ‘İşte sarı öğretmen Ali Rıza İŞBİLİR’in evi’ diye bağırdılar. Dışarıdan evi kurşun yağmuruna tuttular. Bir kısmı dama çıkarak bacaları yıkmaya başladı. Sonra oturduğumuz evin kapısını, duvarlarını, kazma ve baltayla kırarak, sökerek içeriye girdiler. Ben, odada bulunan elbise dolabının içine girdim, saklandım. Saldırganlardan bazıları ellerindeki tahta ile dolaba vurmaya başladılar. ‘Aman ben varım’ bağırarak ve ağlayarak dışarıya çıktım. Tahta ile bana vurmak isterken, elimi önüne siper ettim. Elim ve kolum ağır yaralandı. Bir ara fırsat bulup dışarıya doğru kaçarken merdivenlerde kaynım öğretmen Ali Rıza İŞBİLİR’in, karısı Ayşe’nin ve kızı Sebahat’ın orada yerde yattıklarını, üzerlerinde televizyon, biriket, taş, tahta parçalarının bulunduğunu, her taraflarının kan olduğunu görüp üzerlerine düştüm. Sonra kendime geldim ve kalktım, aşağıya doğru kaçmaya başladım. Arkadan tüfekle ateş ettiler, omuzumdan yaralandım. Sokakta birkaç evin kapısını dövdüm, hiçbiri içeri almadı. Arkamdan koşarak beni yakaladılar; evdeki ölülerin yanına götürdüler. ‘Türk müsün, gavur musun?’ diye sorguya çektiler. Yaralarımdan kan akıyordu. Ben de ‘Türküm, buraya yeni gelin geldim’ dedim. Birisi ‘Bırakalım, bu Türkmüş’ dedi. Bazıları da ‘Elimize geçmişken öldürelim’ diyordu. Üzerimdeki bilezik, küpe ve altınlarımı aldılar. Sonra beni aşağı indirerek caddeye doğru götürdüler. Cadde üzerinde Ali Rıza İŞBİLİR’in oğlu Mehmet’i sopa ve kalaslarla dövüyorlardı. Bir saldırgan, Mehmet İŞBİLİR’e ‘Bu senin neyin oluyor?’ diye sordu. O da, ‘Benim amcamın karısıdır, yeni gelin geldi. Onu öldürmeyin’ dedi. Beni oradan alarak bir düğün evine götürdüler. Sonra babamın evinin yakınına götürüp bıraktılar. Kaynım öğretmen Ali Rıza, karısı Ayşe, kızı Sebahat, oğlu Mehmet ve eşim Hacı Veli İŞBİLİR’i öldürdüler. Evlerini, eşyalarını da yaktılar.” (26)


Seyithan KÖSE: “Olay günü kalabalık bir grup, BALTA ailesinin evine saldırdılar, ateşle yakmaya çalışıyorlardı. Yanlarına giderek engel olmaya çalıştım. Saldırganlar ‘Senin kanında da bozukluk var. Burada Aleviler oturuyormuş, onları göster’ dediler. Karşı çıkınca ellerindeki sopalarla dövmeye başladılar, ağır yaralandım, kaçtım ve evde saklandım. BALTA ve SAĞLAM ailesinin erkekleri de evlerinden çıkarak tarlalara doğru kaçmaya çalışıyorlardı. Arkadan sıktılarsa da vuramadılar. Sonra dönüp evlerini, eşyalarını yaktılar.” (27)


Şerife BALTA: “23.12.1978 günü akşamı evimizi yaktılar. Ben, babam Mehmet Ali, dayım Ali ve dayımın oğlu Mehmet SAĞLAM ile birlikte, Orman Deresinin altındaki tarlalara doğru kaçtık, o gece soğukta tarlalarda saklandık. Ertesi gün Örsen köylüleri bizi orada gördüler. ‘Dört Alevi de bizim köye nasip olsun’ diye bizi alıp Örsen’e götürdüler. Orada Yaşar KİRİK, bizi kendi evine aldı. Bazı köylüler, ‘Öldürelim’ diyorlardı. Yaşar KİRİK engel oldu. Geceyi orada geçirdik. Bir sonraki gün Maraş’a gitmek üzere yola çıktık. Aksu’yu geçmiştik ki, silahlı şahıslar bize saldırdılar. Kaçmaya başladık, bir hendeğin içine uzanarak saklanmaya çalıştık. Ancak saldırganlar, babamı, dayım Ali’yi ve oğlu Mehmet SAĞLAM’ı yakaladılar. Tarlada kurşuna dizdiler. Ben de yaralıydım, sürüklenerek, saklanarak kaçtım...” (28)


Dumlupınar Mahallesinde Elif ve M. Ali BALTA, Mehmet ve Ali SAĞLAM, Ali Rıza, Sebahat, Ayşe, Hacı Veli ve Mehmet İŞBİLİR öldürülür, 12 ev ve işyeri de tahrip edilerek yakılır.


Yenimahalle ve Sakarya Mahallesi

Yaşayanlar anlatıyor


Faşistler tarafından öldürülen iki öğretmenin cenaze töreni sırasında çıkan olaylardan sonra, saldırgan bir grup, “Müslüman Türkiye, komünistler Moskova’ya” sloganlarıyla mahalleler arasında dolaşmaya başladılar. Daha sonra öncü sayılan 30’a yakın ülkücü, bir evde toplanarak 23.12.1978 günü saldırılacak Alevilerin evlerini, saldırıda kullanılacak sopa, dinamit, gazyağı gibi malzemeleri ve görevlileri beliredi. 23 Aralık Cumartesi günü sabahı, belirlenen Alevi evlerine otomatik silahlarla saldırdılar. Pencerelerden içeriye patlayıcı ve yanıcı madde atarak yangın çıkardılar. Yangından kurtulmak için dışarı çıkanları, kadın, çocuk, yaşlı demeden sopalarla dövmeye başladılar. Erkekleri, kadınları toplayarak ‘Kelime-i şehadet’ getirmeye zorladılar.”


Kudret KUDRETOĞLU: “Sakarya Mahallesi Üçüncü Selim Sokakta oturuyoruz. 23.12.1978 günü sabahı, yakınımızda bulunan Çınar Cami önünde 300-400 kişilik bir grup toplanmıştı. ‘Müslüman Türkiye, Aleviler Moskova’ya, Maraş ovası Müslümanların yuvası’ diye bağırıyorlardı. Bizim sokağa doğru yürüdüler. Saldırganların bazısı avcılar gibi giyinmişlerdi. Bazılarının da yüzleri örtülüydü (Maskeli). Ellerinde av tüfeği, çivili tahta ve benzeri silahlar, sopalar vardı. Evimizin önüne geldiler. Karşı komşumuz Naime BALTACI, ‘Durun’ dedi. Mahalledeki Alevilerin evlerini tek tek gösterdi. Naime kadın, ‘Müslüman olan, dinini, milletini seven yürüsün Alevilerin üstüne’ diye topluluğu tahrik ediyordu. Bu sırada saldırganlar, Habibe ÖZDEMİR’in evini taşladılar. Musa SUNA’nın evine yöneldiler. Damdan bakıyorduk, Musa SUNA’nın evinin bulunduğu taraftan duman ve alevler çıkmaya başladı. Biz de korkumuzdan ev sahibimiz Milcan BALAR’ın evine sığındık. Gece saat 03.00 sıralarında ev sahibi bizi uyandırıp dedi ki, ‘Çınar Cami’nin bitişiğindeki Kırıkhanlı Dişçi’nin evinde 7 tane ölü var. Onların acısından bize rahat vermiyorlar. Alevileri çıkarmazsanız sizin evi de yakacağız diyorlar, durmayın gidin’. Biz de önce evimize gittik, sonra İsadivanlı Mahallesindeki Şeker Apartmanına sığındık. Bizden sonra evimizin eşyalarını yağlamamışlar, ateşe vererek yakmışlar.”(29)


Nursel ve Songül METİN (Öldürülen İlköğretim Müfettişinin kızları): “Yenimahalle Refet Efendi Caddesinde, Musa Suna’nın evinin alt katında oturuyorduk. Olaylardan bir hafta kadar önce, ellerinde defter, kalem olan iki şahıs geldi. ‘Nüfus sayımı için evlerin numaralarını yeniden belirliyoruz. Kaç kişi oturduklarını yazıyoruz’ dediler. Sonra kapımıza 12/A numarasını yazdılar, yanına işaret koydular. 22. 12. 1978 Cuma günü akşamı mahallede büyük bir topluluk oluştu. Arka sokakta oturan Çokuçkunların taksisinin geceleyin sayısız gidiş-geliş yaptığını gördük. Cumartesi sabahı saat 08.00 sıralarında ellerinde kırma av tüfeği, taş, sopa, satır, Kuran bulunan 300-400 kişilik saldırgan grubu, ‘Müslüman Türkiye, kahrolsun komünistler, Alevilere ölüm’ diye bağırıyordu.. Evimizin önünden geçip aşağıya doğru gittiler. Bitişiğimizdeki odun deposundan da bu kalabalığa odun dağıttılar. Saat 11.30 sıralarında evimize saldırdılar. Korkudan hepimiz banyo ve tuvalet arasına sığındık. Evin camlarını taşla kırıp içeriye gazlı meşaleler attılar, yatak odasına attıkları bombanın patlamasıyla yangın çıktı. Söndürmeye çalışırken, bu sefer kurşun yağmuruna tutulduk. Bu sırada babam (Süleyman METİN) somyanın üstüne çıkıp dışarıya bakarken atılan kurşunla karnından yaraladı, yere düştü. Mutfağın pencere demirini testere ile kesen saldırganlardan ikisi içeri girdi ve babama teslim olmasını söyledi. Babam yaralıydı ve yerde yatıyordu. ‘Çocuklarımla teslim oluyorum. Garanti verirseniz dışarıya da çıkacağım’ dedi. Bu sırada kapıyı açtılar, içeriye doldular. Babam, T’eslim olduk, daha ne istiyorsunuz?’ dedi. İçeriye giren saldırganlardan biri, elindeki tüfek ve sopayla yaralı babamı dövmeye başladı. Arkasından silah sesi geldi. Annem ‘Öldürdünüz’ diye bağırmaya başlayınca, saklandığımız yerden çıktık. Babam kanlar içinde yerde yatıyordu. Saldırganlar, küçük kız kardeşim Hürriyet’in, babama sarılarak ağlamasıyla alay ederek gülüşüyorlardı. Sonra evin her tarafına gaz, benzin dökerek ateşe verdiler. Odalar ve salon alev alev yanıyordu. Babamın cesedini yanmaması için dışarı çıkarmaya çalışıyorduk. Saldırganlar ise ‘Bırakın kafir yansın’ diye bağırıyorlardı. Sonra cesedi ateşe doğru çektiler. Bizi de sopayla dövmeye başladılar. Bizi evden çıkardılar, sokaklarda gezdirmeye başladılar. Bu arada pijamalarımızı aşağıya indiriyor, çirkin davranış ve hakaretlerde bulunuyorlardı. Topluluğun başında bulunan sakallı Mahmut DOĞAN’ın elinde et satırı bulunuyordu. Bizi, ‘Sizin hesabınızı daha sonra göreceğiz. Alevilerin son günü, boynunuzu vuracağız’ diyerek korkuturken topluluğu da sürekli tahrik ediyordu. Bu şahsın yanında iki tane daha sakallı şahısla sarı bıyıklı bir şahıs bulunuyordu. Topluluğun kışkırtılmasında bunlar da rol alıyordu. Bizi Namık Kemal Mahallesi Çerkezler Semtine götürdüler. Topluluktan birinin, ‘Müslüman olan kızlara dokunmasın’ demesi üzerine, Eğitim Enstitüsü öğrencisi Ramazan PURKAYA, bizi topluluğun elinden aldı ve evlerine götürdü. Saldırganlar yeniden bizim eve doğru yöneldiler. Bizi yeniden götürmeye çalıştılar, yalvardık, bizi bıraktılar. Sınıf arkadaşım Hacer BÜYÜKKÖSE’nin evine gittik. O sırada kadınlı-erkekli bir grup arkamızdan, ‘Bunların kökünün sonu gelsin, kahpeler, orospular, Ecevit gelsin sizi kurtarsın, sizin gibi Alevileri biz ne yapacağız, komünistler’ diye bağırıyor ve hakaret ediyordu. En sonunda, olay bölgesine gelen bir askeri araçla vilayete götürüldük.” (30)


Elif SUNGUR: “Eniştem İbrahim BİLMEZ’in yanında kalıyordum. 22.12.1978 Cuma gecesi komşularımız Hasan ILDIRCAN ve Hasan YAKAR, aileleri ile beraber bize geldiler. Ertesi gün saat 10.00’a doğru, ev sahibimizin karısıFatma geldi. ‘Evi yakacaklar, dışarı çıkın’ dedi. Biz evi terk etmedik. Ellerinde taş, sopa, tahta, tüfek ve Türk bayrağı ile üç hilalli bayrak bulunan bir grup, ‘Müslüman Türkiye, Başbuğ Türkeş, Maraş Müslüman yeri, Komünistler Moskova’ya’ diye sloganlarla bağırıyorlardı. Mahallenin yollarını ve etrafını çevirdiler. Bir süre sonra, Şükrü KAYA ile bir grup kapıyı kırarak eve girdi. Erkekleri aradılar. Erkeklerimiz, evde bir odada saklanıyorlardı. Biz kadınlar, odanın önünde oturarak girmelerini engellemeye çalışıyorduk. Saldırganlar çıktılar, sonra tekrar dönüp saldırıya geçtiler. Aşağıdan odunları yakarak evi ateşe verdiler. Taşlarla camları kırarak içeriye ateş ettiler, dinamit attılar. Şişelere gaz doldurup attılar. Evin içi yanmaya başladı. Dumandan duramaz hale geldik. Balkona çıkmak zorunda kaldık. O sırada damın üstünde bulunan Recep ESENCELİ, ‘Gelin sizi kurtaracağım’ diyerek Ali BİLMEZ’i ve beni elimizden tutarak damın üstüne çekti. Ali BİLMEZ, dama çıkar çıkmaz vuruldu. Ben de yaralandım ve tekrar balkona düştüm. O sırada saldırganlar, ‘Siz kadınlar aşağıya inin, erkekleri öldüreceğiz’ diye bize bağırdılar. Teyzem Fatma BİLMEZ; ‘Kocamı da öldürdünüz, oğlumu da öldürdünüz, daha ne istiyorsunuz?’ diyerek saçını başını yoluyordu. İçerideki ateş biraz sönmüştü, tekrar içeri girdik. O sırada, damda bulunan Hasan ILDIRCAN’ı da vurdular. Evin içine yine dinamit atmaya başladılar. Saldırı sabahtan akşama kadar devam etti. Mecburen balkona çıktım ve ‘Teslim oluyoruz’ diye bağırdım. Evde erkek olarak yalnız Hasan BİLMEZ sağ kalmıştı. Onu da silahla yaraladılar. Teyzem Fatma BİLMEZ ile Selda BİLMEZ, yaralı olan Hasan’ı dama çıkardılar. Saldırganlar pencereye demir direk dayadılar ve eve bir sürü saldırgan doldu. Birisi beni merdivenlerden, yanan odunların üstüne attı. Ağzım ve yüzüm yandı. Biri ‘kız yanıyor’ diyerek beni ateşten aldı.. Evde kalan kadın ve çocukları topladılar. Kimileri ‘Bunları öldürelim’ derken, kimileri de ‘Müslümanlıkta bu yok, kadınlara dokunmayın’ diyor ve engel olmaya çalışıyordu. Başka bazıları da, ‘Bunları rehine olarak alalım’ diyordu. Ve sonunda bizi saldırgan topluluğun içine attılar. Saldırganlar bizi kaldırıp kaldırıp yere vurdular. Çok dövdüler; yara bere içinde kalmıştık. Ben bayılmışım, saldırganlardan Hüseyin KEKİK’in evine götürmüşler. Ayıldığımda, orada bulunan gençler, beni çimdiklemeye, sarkıntılık etmeye başladı. Sonra askerler beni gördü. Alıp kışlaya götürdü.” (31)


Bu mahallede, Süleyman METİN, Musa FUNDA, Aziz TÜZÜN, Fidan, Esma, Ali, Mehmet, Fatma, Hasan, Suna ve Ali BİLMEZ, Hasan ILDIRCAN, Hasan KÜÇÜKYAKAR, Hüseyin YÜZÜAK, Musa ALTUN öldürülmüş, 45 ev ile bir oto yakılmıştır.


Daha sonra hazırlanan Savcılık iddianamesinde Selda BİLMEZ’e atfen şu anlatımlara yer verilmektedir: “Sakarya Mahallesi Dereköy Sokaktaki Dişçi Rüstem’in (297 iddianame numaralı sanık Rüstem SARIKAYA) evinin üst katında kiracı olarak oturduklarını; 23.12.1978 Cumartesi günü, saat 10.00-10.30 sıralarında kardeşi Murat’ı kucağına alarak balkona çıktığında karşısında oturan Göksunlu SUNA ailesinin (300 iddianame numaralı sanık Hasan SARIOĞLAN) kızlarının ‘Biraz sonra çocuk sevmeyi gösteririz’ dediğini, evden içeriye girdiğinde babası İbrahim BİLMEZ’in, ‘Ev sahibinin karısı ile oğlu geldi, evi basacaklarmış’ diye konuştuğunu; hemen arkasından da evin 500-600 kişilik bir grup tarafından çevrildiğini; bunların ‘Başbuğ Türkeş’ diye bağırdıklarını; çoğunun elinde Türk bayrağı ve üç hilalli bayrak bulunduğunu; saldırganların ‘Erkekler çıksın, kadın ve çocuklara bir şey yapmayacağız’ diye bağırdıklarını; evin erkeklerini bir odaya koyarak kadınların bu odanın kapısının önünde toplandıklarını; saldırganların bir kısmının yukarı çıktıklarını; ev sahibinin oğlu Şükrü SARIKAYA’nın (292 iddianame numaralı sanık) kendisine bir tekme vurarak yere devirdiğini ve içeriden kilitli olan kapıyı kırarak ‘Erkekler, gavurlar burada’ diye bağırdığını ve aşağıya indiğini; o zaman saldırganların aşağıda bulunan odunları yaktıklarını, evin içine ateş ettiklerini, dinamit, yakılmış naylon ve gaz doldurulmuş şişeler attıklarını; yanmakta olan evi söndürmek için suyu açtıklarını, saldırganlara, ‘Erkek yok. Bir ben varım, çoluk çocuğuma dokunmayın’ diyerek kendisini pencereden aşağıya attığını; evi ateş ve duman sardığı için kadın ve çocukların balkona çıkarak biriketlerin oraya sığındıklarını; kardeşleri Ali ve Hasan BİLMEZ ile komşuları Hasan ILDIRCAN ve Hasan YAKARCA’nın sedirlerin altına saklanmış olduklarını; balkonda bulundukları sırada eve yapılan ateşin devam etmekte olduğunu; aşağıda kadınların şişelere gaz doldurup erkeklere verdiğini, erkeklerin de bunları evden içeri attıklarını, ‘Alevileri öldürelim, bir Aleviyi öldüren bir yıl hacca gitmiş olur’ diye bağırdıklarını; o sırada yanlarına gelen ve gözleri az gören ağabeyi Ali BİLMEZ’i, damda bulunan bir adamın (306 iddianame numaralı sanık Recep ESENCELİ) ‘Seni kurtaracağım’ diyerek dama çıkardığını, ağabeyi Ali BİLMEZ’in dama çıkmasıyla vurulmasınının bir olduğunu; o sırada saldırganların sokaktaki demir elektrik direğini dayadıkları pencereden içeriye girmeye başladıklarını; dama çıkmak isteyen Hasan ILDIRCAN’ı bu sırada vurduklarını; Hasan YAKAR’ı da merdivenden inerken vurduklarını ve ateşe attıklarını; saldırganların dışarıdan tekrar ‘Teslim olun’ diye bağırdıklarını; bunun üzerine yanlarında bulunan büyük ağabeyi Hasan BİLMEZ’i de, ‘Teslim oluyoruz’ diye ayağa kalktığında vurduklarını; yanlarına gelen 3-4 saldırganın hepsini dama çıkarttıklarını; annesinin ve kendilerinin devamlı olarak, ‘Bizi öldürmeyin, sizde Müslümanlık, din iman yok mu?’ diye yalvardıklarını; orada kendilerine ‘Eşhedü’ çektirdiklerini ve ‘Gavursanız da Müslüman oldunuz’ dediklerini; o sırada yaralı vaziyette damda yatmakta olan Hasan ILDIRCAN’ı aşağıya attıklarını; kendilerini bitişik evin damına dayadıkları merdivenden aşağıya indirmeye başladıklarını; önce çocukların indiğini ve onları komşulara götürdüklerini ve sonra, yaralı büyük ağabeyi Hasan BİLMEZ’i ve annesi Fatma BİLMEZ’İ de aralarına alarak, merdivenden sokağa indirmeye başladıklarını; kendisi sokağa indiği sırada saldırganlardan birisinin ağabeyi Hasan BİLMEZ’İ çekerek düşürdüğünü, annesi Fatma BİLMEZ’in de ağabeyinin üstüne düştüğünü; o zaman saldırganların ateş ederek ve sopalarla vurarak annesini ve ağabeysini öldürdüklerini; kendisinin bağırarak annesi ve ağabeyinin üzerlerine atıldığı sırada, iki saldırganın kollarından tutarak dövdüklerini ve diğer çocuklarla beraber arka taraftaki Yassıada Sokaktaki Hüseyin KEKİK’in (372 iddianame numaralı sanık) evine götürerek, ‘Bunları rehin alalım, bizim onlarda adamlarımız var’ dediklerini; bir süre sonra gelen askerlerin kendilerini kurtardıklarını; olaylar sırasında saldırganlardan bazılarının ‘Yeter’ diyerek çekilmek istediklerini, elleri silahlı elebaşların ise ‘Çekilirseniz sizi vururum’ diyerek dağılmayı önlediğini ...” (G.K., s. 219)


İsadivanlı ve Duraklı Mahallesi


23 Aralık Cumartesi günü, sabahın ilk saatlerinde, ellerinde sopa, tahra, silah gibi saldırı araçları bulunan bir grup, mahallede Alevilere ait evlere saldırdı. Saldırılar sonucu birkaç kişi öldü, birçok insan yaralandı ve evler talan edildi. Saldırıya katılan mahalle imamı, saldırganlara propaganda yapıyordu.


Ertesi gün yeniden gelen saldırganlar silahlarla evleri taramaya başladılar. Gaz dolu şişeleri evlerin penceresinden içeriye atarak yangın çıkardılar. Daha sonra saldırgan gruplar, Duraklı Mahallesine yöneldiler. Bu mahallede Alevilere ait bir evi tahrip ederek yakan saldırganlar, burada bir kişiyide öldürdüler. Sonra Aleviler, yetişen askeri birlik tarafından kışlaya götürüldüler.


Yaşayanlar anlatıyor:


Leyla ERCAN: “İsadivanlı Mahallesi Kiraz Sokakta oturuyorduk. 24.12.1978 günü, saat 09.00 sıralarında dışarıdan sesler geldi.. Kapıya çıkıp baktığımızda komşumuz öğretmen Mehmet ŞEKER’in evinin etrafının sarıldığını gördük.. Kalabalık bir grup, taş ve sopalarla evin camlarını, kapılarını kırmaya çalışıyorlardı. Kalabalık arasında bir ses, ‘Ben orayı satın aldım, camlarını kırmayın, ben Müslümanım’ diye bağırıyordu. Bunun üzerine saldırganlar, ‘Evi, eşyalarını dışarı çıkardıktan sonra yakalım’ dediler. Evin içine girdiler, eşyalarını tarlaya çıkararak yaktılar. Komşumuz Gülizar OLGAN, ‘Gavur malı mı yakıyorsunuz? Yazık, günah, yapmayın’ diyordu. Saldırganların içinde bulunan Dereli Köyü Muhtarı Mehmet POLAT, ‘Aleviler Camiyi yakmışlar, kızların başına çökmüşler, ırzına geçmişler, memelerini kesmişler’ diye yüksek sesle bağırıyordu. Gülizar OLGAN’a da, ‘Orospu, onları niye kayırıyorsun, kendi evlatlarını içeride tutuyorsun’ diye çıkışmaya başladılar. Bu kez saldırganlar bizim evi taşladılar, yağmaladılar, eşyalarımızın bir kısmını götürdüler, bir kısmını da evle birlikte yaktılar.” (32)


Fatma ÖZDEMİR: “İsadivanlı Polat Sokakta oturuyoruz. 23.12.1978 günü öğleye doğru 100-150 kişilik bir grup bahçe kapısına geldiler. ‘Komünistler, Aleviler çıkın dışarı, öldüreceğiz’ diye bağırıyorlardı. Biz evin içinde saklanmaya çalışıyorduk. Babamı dışarıya çağırdılar, babam çıkmayınca evin kapısını ve pencerelerini taş ve sopalarla zıngıldıyordu. Biz de evin içinde birbirimize sarılmış ağlaşıyorduk. Bir süre sonra saldırganlar uzaklaştılar, korkumuz azaldı.


Ertesi gün pazardı. Öğleye doğru yine sokaklardan gelen bağırtılar, silah sesleri her tarafı çınlatıyordu. Korkumuzdan evin damına çıktık. Komşumuz Sabiha KILIÇOĞLU’nun evine saldırdılar, evi ateşe verdiler. Bir süre sonra askerler geldi, Sabiha’nın evdeki çocuklarını alıp götürdüler. Artık sıranın bize geldiğinin korkusu içindeydik ki bize doğru yöneldiler. Hemen içeriye girdik. Mutfak penceresinden bakmaya başladık. Hamo Dayıyı görünce ‘imdat’ diye bağırdık. Ama Hamo Dayı, elindeki uzun menzilli bir silahla kendi evinin damından bize doğru ateş itti. Saldırganlar ise, ‘Vurun Alevilere. Alevilerin kanı helaldir. Allah Allah’ diye bağırıyorlardı. Evin önüne geldiler; biz içeride bağırıyor ve ağlaşıyorduk. Korku içindeydik. Karşı komşumuz Gülizar ve Zeliha, ‘Ellemeyin onları, onlar yetimdir’ diye bağırdılar. Saldırganlar ise evin önündeki bahçe duvarını yıktılar, demir kapıyı, sonra apartmanın giriş kapısını ve dairemizin kapısını kırdılar. Evimize patlayıcı madde attılar. Babam, bizi banyoya sokarak saklamaya çalışıyordu. Evin iç kapısını zorluyorlardı ki, babam kapıyı açtı. ‘Tamam, ben sizinle geliyorum, çocuklarımı ellemeyin, ne yapacaksanız bana yapın’ dedi. Babamın kollarından tutarak aralarına aldılar. Bize de, ‘Anneniz var mı?’ diye sordular, ‘Yok’ dedik. Bize dokunmadılar. Karşımızdaki komşumuz Gülizar bizi evlerine götürdü. O sırada saldırganlardan bir kısmı arkadan bize saldırdılar. Gülizar kapıyı zorla örttü. Pencereden baktık; evimizin önünde babamın alnı kan içindeydi. İki saldırganın arasında dışarıya çıkardılar. Babam, ‘Yavrularımı, çocuklarımı gösterin’ diye bağırıyordu. Dayanamadık ve balkona çıktık, babam bize bakıyor ve ağlıyordu. O sırada babamızın kolundan çekerek ileriye doğru götürdüler. Saldırganların hepsinin elinde gaz şişesi, sopa, torbalar, silah vardı. Biz Gülizar’ın evinde hep ağlıyorduk. Akşam karanlığı çöktüğünde babamızı aramaya çıktık. Evimizin 30 metre uzağında bulunan sokakta cesediyle karşılaştık. Göğsünden vurmuşlardı. Kafasının ve yüzünün yaraları daha kötüydü. Korkuyorduk, kaçarak askeri birliklere sığındık. Orası yaralı, çocuk ve kadınlarla doluydu. Babalarını, kardeşlerini ve evlerini kayıp etmişlerdi.” (33)


Bu mahallede 2 kişi öldürülmüş, 33 ev de yakılıp yıkılmıştır.


Mahalle sakinlerinden Koco ERAT’ın anlatımları iddianamede şu şekilde yer alıyor: “Şeker Apartmanının yöneticisi olduğunu, bu apartmanın Zeynep Hanım (eski adı Akdeniz) Sokağına bakan balkonunun birinci katında Rıza ATEŞ, ikinci katında Güllü ATEŞ, üçüncü katında A. Mümin NAVRUZOĞLU, beşinci katında da kendisinin oturduğunu; bunların hepsinin Alevi olduğunu, 24. 12. 1978 Pazar günü, saat 10.00 sıralarında ellerinde üç hilalli bayraklar olan saldırganların, ‘Kahrolsun Komünistler, katil Ecevit sizi kurtarsın, halk askerlerle el ele’ diye bağırdıklarını; kuzey taraftan birinin, ‘4 numara ateş, ... 6 numara ateş’ diye bağırması üzerine apartmana ateş edildiğini, apartmanın bitişiğindeki evden gelen, ‘Şişe at, dinamit at’ şeklindeki sesler üzerine apartmana patlayıcı madde atıldığını; apartmanın önündeki 2 Murat marka otomobilin yakıldığını; eve 18 tane patlayıcı madde atıldığını saydığını; apartmana her taraftan, özellikle karşıdaki Anadolu Hamamının üzerinden, sol taraftaki komşu Cuma SEVİM’in (423 iddianame numaralı sanık) evinden ateş edildiğini; aşağı katların tutuştuğunu; evin önündeki odunların yakıldığını, artık umut kalmayınca, kızının kırmızı mantosunu çıkarıp salladığını, fakat buna da ateş ettiklerini; o sırada apartmanın önüne 3 tane kariyer geldiğini; apartmanda bulunanların askerlere sığındıklarını, 5. katta oturan annesini sırtına alarak aşağıya indiğini; o sırada çevreden, ‘Komünist kaçıyor ateş edin’ diye bağırdıklarını; üzerine ateş edilince bir römorkun altına girdiğini; o sırada kariyerlerin gittiğini ve kendisinin sırtında annesi ile kaldığını; yanındaki bir askerin, ‘Dayı ben seni korurum’ dediğini, fakat Cuma SEVİM’in evinden ateş açılması sonucu askerin vurulduğunu, apartmanın etrafındaki komşuların hepsinin saldırıya katıldıklarını ve saldırganlara yardım ettiklerini...” (G.K., s. 230)

Namık Kemal Mahallesi


23 Aralık Cumartesi günü akşamı, Mahallenin muhtarı bir grup ülkücüyle mahallede zorla silah ve patlayıcı madde toplamaya başlar. Kendi evinin önüne, belediyeye ait iki araçtan, torbalarla silah ve yakıt indirir. Bu malzemeleri, pazar günü sabah namazı sırasında saldırganlara dağıtır. Cami imamı da, halkı hükümete ve Alevilere karşı kışkırtıcı konuşmalar yapmıştır. Sabah namazı biter bitmez, hazır bulunan saldırganlar mahalle arasına dağılırlar. Alevilere ait evlere gazlı paçavralar atılarak yangın çıkarılır. Saldırı sırasında dokuz kişinin öldürüldüğü, onlarcasının ağır yaralandığı saptandı.


Yaşayanlar anlatıyor:


Namık Kemal Mahallesinde görevli Tankçı Yüzbaşı Ahmet GÜLTEKİN, Askeri Savcılıktaki ifadesinde saldırıyı şöyle anlatıyordu:


24. 12. 1978 günü sabahtan itibaren Namık Kemal Mahallesinde görevli olduğunu, o gün mahallede olayların erken saatte başlamış olduğunu, mahalleye gittiğinde birçok evin yanmakta olduğunu, yanan evlerin bulunduğu sokaklara yayıldıklarında, saldırı havası içinde olan, eli sopalı kalabalık gruplarla karşılaştıklarını, girdikleri sokaklarda bazı evlerin duvarlarına kırmızı yazı ile ‘Bu ev satılıktır’ diye yazılmış olduğunu, bu evlerde hasar olmadığını, yanan evlerde bu şekilde bir yazının olmadığını, sokaklardaki grupların bazı evleri yakmak istediklerini ve üzerlerinde yazı olmayan evleri göstererek bu evlerde silah olduğunu, ateş edildiğini söylediklerini, bu şekilde gösterilen evlere girdiklerinde saldırgan bir durumla karşılaşmadıklarını ve silah da bulamadıklarını, bu gibi evlerde bulunanların, öldürüleceklerini, can emniyetlerinin olmadığını söyleyerek kurtarılmayı istediklerini, bunları reolarla Aslanbey İlkokuluna taşıdıklarını, evlerdeki şahısları taşıdıkları sırada, dışarıdaki eli sopalı grupların da çoğaldığını ve taşkınlıklarının arttığını, bunların gösterdikleri evlerde bulunan şahısların gavur olduklarını, hepsinin öldürüleceğini söyleyerek ‘Gavurlara ölüm, Cihad’ şeklinde slogan attıklarını, evlerdeki şahısların tahliyeleri bitince sokaktaki grupları dağıttıklarını, ancak bu grupların geriye çekilerek sokak aralarında tekrar toplandıklarını, bu grupların Namık Kemal Mahallesinin güney tarafındaki Karamaraş Semtine geçmek istediklerini, kendilerinin de bu geçişi önlemek için barikatlar kurduklarını, havaya ihtar ateşi yaptıklarını, buna rağmen saldırgan grupların etraftan dolanarak Karamaraş Semtine geçtiklerini, bu sırada Karamaraş Bölgesinden silah seslerinin geldiğini, bu grupların elinde taşlar, sopalar olduğunu ve yollarda giderlerken kışkırtıcı sloganlar söylediklerini, hatta askerleri bile kışkırttıklarını ve ‘Karamaraş bölgesinde gavurlar askerleri öldürdü’ diyerek kendilerini yanlış yöne sevk etmek istediklerini, grupları sözle teşvik ve tahrik eden, komuta eden kişilerin olduğunu, Namık Kemal Mahallesinde iken bazı kadınların gelerek, kocalarının, yakınlarının öldürüldüklerini söylediklerini ve bunlarla birlikte evlerine gittiklerini, üç evden toplam 7 ölü çıkarttığını, olay yerine gidene kadar yaygın yağma ve saldırıların yapılmış olduğunu...” (34)


Cuma DOĞAN: “Namık Kemal Mahallesi Bağlarbaşı Alemdar Sokakta oturuyoruz. 24. 12. 1978 Pazar günü sabah saat 09.00 sıralarıydı, mahallemizin muhtarı Mehmet YEMŞEN’in önünde bulunduğu 200-300 kişilik saldırgan grup, bitişiğimizdeki Ali UZUNPINAR’ın evine saldırdı. Önce birkaç kişi bahçe duvarından içeriye girdi. Bahçenin kapısını kırdılar. Ali UZUNPINAR kaçmaya çalışırken, saldırgan Yusuf TANKU, ‘Alevi dedesi kaçıyor’ diye bağırdı ve Yaşar KURU yetişerek Ali UZUNPINAR’ın başına kaput geçirdi ve yere yıktı. Biz de saldırganlara görünmemek için penceremizi kapattık. Olay bittikten sonra dışarı çıktığımızda Ali UZUNPINAR’ın cesedini sokak ortasında kanlar içinde bulduk. Hasan UZUNPINAR’ı evinin içinde öldürmüşlerdi. Cesedi yerde kanlar içindeydi. Abidin ve İbrahim UZUNPINAR ise ağır yaralılardı. Sokaktaki askerlerden yardım istedik, gelip bizi Aslanbey İlkokuluna, yaralıları da hastaneye götürdüler...” (35)


Maviş TOKLU: “24. 12. 1978 Pazar günü, saat 10.00 sıralarında mahallemizin Muhtarı Mehmet YEMŞEN ile Fevzi GÖRKAM’ın başında bulunduğu saldırgan bir grup, ‘Allah Allah, Komünistlerin kökünü kazıyacağız, büyük-küçük demeyin komünistlerin kafasını ezin’ diye bağırıyorlardı. Muhtarın elinde silah ve bayrak vardı. Diğerlerinin elinde silah, patlayıcı madde, gaz, benzin, sopa gibi saldırı malzemeleri vardı. Evime hücum ettiler, kapıyı kırarak içeri girdiler. Odada oturan kocamı (Kalender) alıp bahçeye çıkardılar. Ben de arkalarından koşarak çıktım. Muhtara, ‘Aman etmeyin eylemeyin, kocamı öldürmeyin, çoluk-çocuğumu meydanda koymayın’ diye çok yalvardım. Muhtar bana dönerek, ‘Çocuklarını götür, Karaoğlan beslesin, kocanı Karaoğlan’ın yoluna kurban kesiyorum’ dedi. ‘Karaoğlan kim?’ diye sorduğumda, ‘ECEVİT’ diye cevap verdi. Kocamı, gözlerimin önünde işkence ederek öldürdüler. Öldürülürken kocama sarıldım, üstüm başım hep kan oldu. ‘Aman muhtar etme eyleme, sen ne ediyorsun?’ dediğimde, ‘Pişirdik pişirdik, komünistler gelsinler, hep yesinler’ dedi. Saldırganlar, bu defa yakınımızda oturan kardeşim Hüseyin TOKLU’yu getirmek için evinin etrafını sardılar ve kardeşimi içerden çıkardılar. Yine muhtara yalvardım yakardım. ‘Kocamı öldürdün, bari kardeşimi öldürme’ diye yalvarıyordum. Muhtar ise, ‘Hüseyin’i de Karaoğlan yoluna kurban ediyorum. Biz Karaoğlan yoluna bu sene kurban keseceğiz, bayram günü gelmiş’ dedi ve kardeşim Hüseyin’i işkence ederek öldürdüler.


Sonra, karşımızda oturan ve bir gözü görmeyen çok yaşlı Cennet ÇİMEN’in evine gittiler. Bu kadını, ‘Gel nene, gel nene’ diyerek elinden tutup dışarıya çıkardılar. Cennet kadın, gözleri görmediği ve yaşlı olduğu için öldürülenlerden ve yakılanlardan habersizdi. Sanıklardan Cuma YALÇIN ile Nuri BOĞA tornavida ile Cennet kadının (80 yaşında) gözlerini oydular, sonra silah sıkarak öldürdüler. Yakınında bulunan helanın çukuruna baş üzeri atıp, üzerine at arabasını devirdiler. Daha sonra hem bizim evi, hem diğer evlerin tümünü yaktılar. Fevzi GÖRKEM, ‘Yürü, hadi seni kurtarayım’ diyerek beni alıp götürdü. Bir süre yürüdük, aniden kalbim sıkıştı, yüreyemedim. Beni bıraktı gitti. Biraz dinlendikten sonra evime döndüm. Evimin her tarafı alev, kül ve kan... Azıcık dinlendim, askerlere haber vermek ve sığınmak için çıktım, yolda Mustafa GÖKTAŞ, bir elini İbrahim USTA’nın boynuna sarmış, diğer elinde de tabanca tutuyordu. İbrahim USTA’ya, ‘Senin kanını evime akıtmayayım’ diyordu. Götürdü, saldırgan topluluğun içine itti, topluluk İbrahim USTA’yı dövmeye başladı, sonra da onu öldürdüler. Ben de kör-topal sürünerek askerlere sığındım...” (36)


Döne TIRAŞ: “24. 12. 1978 günü sabahleyin oğlum Ali ve kızım Ayşe ile birlikte kahvaltı yapıyorduk. Sokaktan, ‘Komünistler Moskova’ya, komünistlere, Alevilere ölüm’ diye bağırtılar geliyordu. Pencereden baktık, kalabalığı görünce kapılarımızı kilitleyerek yakın komşumuz Keyfo YILMAZ’ın evinin odunluğuna saklandık. Saldırganlar, evimizi taşladılar, sonra yaktılar. Daha sonra saldırganlar kanal tarafına gittiler. Biz de saklandığımız yerden çıkarak komşuların yardımıyla evdeki yangını söndürmeye çalıştık. Baktık saldırganlar tekrar geliyor, başlarında Muhtar Yemşen vardı, ‘Alevilere ölüm, yeriniz Moskova’ diye bağırıyorlardı. Evimize yaklaştılar, tekrar ateşe verdiler. Bu grubun arkasında bir de plakasız kamyon vardı. Saldırganlar kamyondan benzin alıp evleri yakıyorlardı. Bir de evlerden aldıkları kıymetli eşyaları kamyona koyuyorlardı. Oğlum Ali ile afet evlerine doğru kaçmaya başladık. Yolda bir saldırgan grup oğlum Ali’yi yakaladı. Ben Karamaraş’a kaçtım. Öğleden sonra dayanamadım, oğlumu aramaya çıktım. Mahalleye geliyordum, Kalender TOKLU ve Hüseyin TOKLU’nun cesetlerini evlerinin önünde gördüm. Tüm aramalarıma rağmen oğlumu göremedim. Askerlere sığındım, olaydan dört gün sonra askerlerle birlikte oğlumu aramaya çıktık. Mahalleye geldiğimde oğlum Ali’nin cesedini, Dilber YILMAZ’ın evinin bodrum katında bulunan bir kazan içinde yakılmış bir vaziyette buldum.” (37)


Elif CEREN’in olaylarla ilgili ifade tutanakları şöyle: “Namık Kemal Mahallesi Bağlarbaşı Semtindeki Kanalevlerinde oturduklarını; 24. 12. 1978 Pazar günü sabah 09.00 sıralarında silah sesi ve bağrışmalar duyarak kapıdan baktığında ellerinde bayrak, silah, sopa ve baltalar olan bir topluluğun ‘Vurun komünistlere’ diye bağırarak ateş edip ev yakarak kendilerine doğru geldiğini görünce, birçok aileyle beraber Erkenez Çayına doğru kaçmaya başladıklarını; o sırada kocası Hüseyin CEREN’in, YSE’nin arkasındaki Yeni Sanayide bekçilik yaptığı yerden kendilerinin kaçtığını görünce kurtarmak için yanlarına geldiğini; Dereli Köyü yönünden kırmızı bir traktörle gelen saldırganların traktörden inerek yollarını kestiğini; bunun üzerine geri dönerek tekrar şehre doğru kaçmaya başladıklarını; saldırganların da arkalarından ateş ettiğini, kocası Hüseyin CEREN’i silahla vurarak öldürdüklerini; saldırganların ayrıca Bayram BİL ve Hasan CENGİZ’i öldürdüklerini, Fatma BİL’i de yaraladıklarını...” (G. K., s. 260)


İsmail T.: “Pişkinler Tekstil Fabrikasında işçi olarak çalışan İsmail T., saldırı günü Bağlarbaşı Cami’nde sabah namazındadır. Saldırgan grup, harekete geçince korkusundan ayrılamaz, birlikte saldırıya katılır, saldırı sırasında tanık olduğu katliamı Aydınlık Gazetesi’nin ekibine anlatır. İsmail T.’nin anlatımı şöyle:


Bağlarbaşı Cami’nde Hoca, her gün verilen vaazdan bir saat önce vaaz vermeye başladı. Ben de erkenden kalkıp Camiye gittim. Camide üç bine yakın kalabalık vardı. Herkesin elinde, tahra, balta, sopa ne ararsan bulunuyordu. Camide hoca vaaz veriyordu. Verilen bu vaaz, tamamen oradaki kalabalığı kışkırtmaya çalışıyordu. Hoca, ‘Hükümet komünist bir hükümettir. Geçmişte de Halk Partili komünistler camilerimizi kapatıp, kitaplarımızı yaktırdı. Şimdi de komünistlere yardım edip, Ulucami’yi yaktırdı. Müslüman din kardeşlerimizi öldürdüler. Allahını seven Müslüman olarak cenk meydanında toplansın. Kafirlere ve Alevilere karşı hâdlerini bildirmeliyiz’ dedi. ‘Hükümeti yıkmak ve yerine Müslüman hükümetini kurana kadar kanımızı akıtmak için kararlı mıyız?’ diye sordu. Orada bulunan kalabalıktan bazıları ‘Kararlıyız’ diye bağırınca, caminin dışına çıkıldı. Ülkücü gençlerden oluşan vahşet ekibi ayrı bir grupta toplandı. Benim de içinden kurtulup kaçamadığım ikinci grup ayrı bir yerde toplandı...


Benim içinde bulunduğum grubun başını Namık Kemal Mahallesi Kalkındırma ve Yardımlaşma Derneği Başkanı ve cami hocası, muhtar, belediye zabıtası Ahmet FEDAKÂR çekiyorlardı. Bu grupta Bertiz Köylüleri vardı. Muhtarın atışıyla saldırıyı başlatıp, Bağlarbaşı Mahallesinde bir Alevi evini ateşe verdiler. İçerde alevler arasında bir genç gelin pencereden atlayıp dışarı kaçarken, onun üzerine yürümek istediler. Kalabalığın içinde bazıları ‘Kadınlara ve çocuklara dokunmayalım’ deyince, gelini geri bıraktılar. Ama içerde üç çocuk alevler arasında uyurken kül olup gittiler. Bu olayda bazı insanlar dayanamadıklarını belirtip ayrılmak istediler. Grubu idare edenler, arkadan ayrılıp kaçan olursa hemen vuracağız ihtarıyla cevap verip, orta kısma silahlı kişileri koydular.


İkinci olarak ‘Allah Allah’ naralarıyla bir Sünni evine saldırdılar. Buradaki Sünni evinde iki Alevi saklanıyormuş. Önce, Sünni olan ev sahibi dışarı çıktı. Ona evinde Alevi sakladığını söylediler, inkâr etti. Bunun üzerine evin bodrum katında iki Alevi vatandaşı bulup getirdiler. Önce Alevileri saklayan Sünni vatandaşı, Umman silahlarla vurup öldürdüler. Bu öldürme sırasında Aleviler kaçmaya çalışırken, otomatik silahla vurulup öldüler.


Kahveci Hasan adlı bir Alevi vatandaşın evine geldik. Gaz döküp evi ateşe verdiler. Kahveci Hasan, ‘Durun beni öldürmeden, komşularla helâlleşelim, ondan sonra öldürün’ diyerek dışarı çıktı. Kahveci Hasan kendisine silah doğrultanlarla helâllaşmaya çalışırken, bütün silahlar Hasan’ın kafasına çevrilmişti. Tam bu sırada askeri araba geldi. Şaşkınlık oldu, Hasan olanca gücüyle askeri arabaya kendini atıp kurtuldu...” (38)


Namık Kemal Mahallesindeki saldırı sonucu, Abidin, Ali, Hasan UZUNPINAR, Ali TRAŞ, Kalender ve Hüseyin TOKLU, İbrahim USTA, Şıho BEKAR, Cennet ÇİMEN, Hüseyin CEREN, Hasan CENGİZ, Bayram BİL, Mehmet YILDIZ yaşamlarını yitirmişler, 147 ev tahrip edilerek yakılmıştır.

Şehiriçinde ve diğer mahallelerde yapılan saldırılar


Kahramanmaraş’ta devletin yetkilileri ve güvenlik güçleri, faşist saldırganlara yenik düşmüşlerdi. Hiç bir engel ve korku tanımayan faşist katiller, istedikleri mahalleyi, hatta polis karakolunu, devlet dairelerini (Sağlık Müdürlüğü, YSE binası, Sağlık Ocağı, Çarşı Karakolunu) işgal ederek yakmışlardır.


Gazipaşa semtinde, iki saldırganın elinden kurtularak, yakınında bulunan askeri birliğe sığınmış. Saldırganlar, bu iki kişiyi, askerlerin elinden alarak kurşuna dizmişlerdi.


Sağlık ocağında görevli iki yaralıyı da zorla dışarı çıkararak kurşuna dizmişlerdir. Devlet Hastanesinin yolunu ve etrafını çeviren saldırganlar, hastaneye getirilen yaralılara silahla ateş ediyor ve öldürüyorlardı. Yaralıları hastaneye taşıyan cankurtaranın şoförünü de silahla öldürmüşlerdir. Yüzleri maskeli bir grup, yurttaşların korkudan sığındıkları bir apartmanı yaylım ateşine tutarak bazılarını yaralamışlardır.


Komando Taburu tarafından yapılan aramada bir dere içinde beşi kadın, biri polis olmak üzere 16 ceset bulmuşlardır. Keza Yusuflar mahallesinde oturanların çoğunluğunun Sünni olmasına karşın, öldürülenlerin tümü Alevi olması, katliamın Alevilere yönelik olduğunun somut kanıtıdır. Mağaralı mahallesinin semtinde kokuşmuş 17 ceset bulunmuştur. Yörükselim ve Yeni Mahalle’de öldürdükleri kadın ve çocukların cesetlerinin üzerine gaz dökülerek yakıldığı saptanmıştır. Yakılan evleri söndürmeye giden itfaiyecilere engel olunmuş, itfaiye arabasının lastiklerinin havası boşaltılmıştır.


Resmi Kurum ve Kişiler

Hükümet binasına saldırı


22 Aralık’ta başlatılan ve beş gün devam eden katliamda, devletin yetkilileri ve güvenlik güçleri tamamen yetersiz kalmışlardı. Öyle ki Vali’nin eşi, polislerin, memurların aileleri ve halktan on binlerce kişi hükümet binasına sığınmışlardı. Saçını yolan kadınların, anne ve babasını arayan çocukların gözyaşları, yaralıların iniltisi, dışarıda kan ve ateş. Bu insanların acısını paylaşmaya çalışan basın temsilcileri de üzüntü içinde bilgi almaya çalışıyorlardı. Cumhuriyet Gazetesinin muhabirlerinin izlenimi şöyle:


Kahramanmaraş’tan Gaziantep’e ve Adana yönlerine traktörler, kamyonlar, taksi ve minibüslerle büyük bir insan akımı vardı. Askerler, akımın 24 saatten beri devam ettiğini söylüyorlardı... Kardeşlerini, bacılarını, anne ve babalarını kaybetme endişesini taşıyan insanların oluşturduğu bir başka akım, çeşitli kentlerden Maraş yönüne...


Vilayet binasının ikinci katı kadın ve çocukların oluşturduğu büyük bir kalabalıkla doluydu. Kiminin evi yanmıştıı, kimi can güvenliği olmadığı için sığınmıştı vilayete. Ve çocuklar ağlıyordu... Üç gündür açtı bu çocuklar. Bu kalabalığın arasına katılan gazeteciler, sık sık ağlamaklı sesli insanlardan şu sözleri dinliyoruz. “Biz de kapımıza MHP’li yazsaydık bunlar başımıza gelmezdi. Suçumuz onlar gibi düşünmemiştik. Bu bir çatışma değil, tek yanlı bir katliamdır. Çocuklarım evde kaldı, komutan kurtarın onları, evim yanıyor.


... ve bir kadın ağlıyordu vilayetin önünde... dizlerini dövüyordu, saçlarını yoluyordu.... Ak saçlı ak bıyıklı bir ihtiyar ‘ölüyoruz’ diye bağırıyordu. Yurttaşlar, tam bir tepki havası içinde olayları izlemeye gelen AP’li ve CHP’li parlamenterleri sert dille eleştiriyordu.


Devlet Hastanesinde görünen daha bir dehşet vericiydi. Hastane cephe gerisi bir sağlık kuruluşu görünümü kazanmıştı. Birbiri peşi sıra hastaneye getirilen yaralılar yataklar dolu olduğu için koridorlara taşınmıştı. Doktorlar bir ameliyattan öbürüne koşuyorlar...” (39)


Faşizm karşıtları katliamdan kaçarak hükümet binasına sığınmışlardı. Bu saldırganlar bu sığıntıları istiyorlardı. Katliamda kararlılardı. Hükümet binasının etrafını çevirdiler. Kahramanmaraş Emniyet Müdür Yardımcısı Hüsnü IŞIKLI’nın anlatımı: “Saldırgan gruplar, tekbir getirerek ‘Müslüman Türkiye’ sloganıyla hükümet konağına saldırı düzenleyerek ele geçirmeye çalıştılar. Hükümet konağına sığınan bazı memurlar ve bunların aileleri ile bir kısım yurttaşın askeri araçlarla buradan alınarak şehir dışına nakledilmesini istediler. Askeri birlikle çatışan saldırganlardan 6 kişi yaralandı.” (40)


Hükümet binasına sığınanların başka yerlere nakledilmek istenmesinin nedeni ne olabilir? Nedeni açıktır; hükümet binasında 35 bine yakın sığıntı bulunmaktadır. Bina dışına çıkarıldıklarında, ve değişik yerlere gönderildiklerinde, bu kadar insanın korunması zorlaşacak, zaten yetersiz olan mevcut güvenlik güçleri çok sayıda bölgeyi korumada büsbütün yetersiz kalacak ve bu da, katliam için en uygun koşul olacaktır.


Saldırganların hükümet binasına yönelik saldırısını, binayı korumakla görevli askeri birliğin komutanı olan Yüzbaşı Mustafa PEKER’in, tutanaklara geçtiği şekliyle, anlatımından: “24. 12. 1978 günü bölüğüne vilayet konağı etrafında ihtiyat ve emniyet görevi verildiğini, bölüğündeki kariyerlerden birisi Adliye binasının köşesinde ve yol üzerinde, diğer kariyeri vilayet binasının diğer köşesine yerleştirdiğini, Adliyenin köşesindeki kariyerin ön tarafında da 12-13 kişilik bir mangayı yolu tam kapayacak şekilde sıraladığını, kendisinin de manganın hemen arkasında bulunduğunu, saat 10.00-10.30 sıralarında Kıbrıs Meydanından vilayet binasına doğru 2000 kişinin üzerinde bir kalabalığın önünde ve yanında yürüyen bazı kişilerin pardesülerinin altında tabancalar olduğunu, topluluğun ‘Kahrolsun komünistler, Müslüman Türkiye, din elden gidiyor, Vali istifa, İçişleri Bakanının kellesini istiyoruz’ şeklinde sloganlar attığını, topluluğun ön kısmı özel idare binasının oraya gelince, önce sözle sokağa çıkma yasağı olduğunu, dağılmalarını ikaz ettiğini, fakat topluluğun yürümeye devam ettiğini, bunun üzerine Tugay komutanı General BOĞUŞLU’nun emri ile vilayet binasının önünde, köşesinde bulunan kariyerleri de adliyenin köşesindeki kariyerlerin yanına getirerek birini yol ortasına, diğerini de sol tarafına yerleştirdiğini, kalabalığın yürümesine devam etmesi üzerine bu defa yine Tugay komutanının emri ile kariyerlerin ve erlerin önce havaya ikaz atışı yaptıklarını, kalabalığın yürümesine devam etmesi üzerine bu defa erler tarafından topluluğun önüne ikaz atışı yapıldığını, bunun üzerine topluluğun dağılmaya başladığını, kariyerlerin topluluğun peşine takıldığını ve dağıttığını...” (41)


Hükümet binasını korumakla görevli askeri birlikten Yüzbaşı Ömer SANCAR’ın, Askeri Savcıya verdiği ifade tutanaklarda şöyle yer alıyor: “24. 12. 1978 Pazar günü, saat 07.00’de Kıbrıs Meydanı PTT civarındaki hatta tertibat alındığını, saat 10.00 sıralarında mahalle arasında kalabalık olduğu haberini alınca Tabur Komutanı Bnb. ŞERBETÇİOĞLU ile birlikte kalabalığa doğru giderek dağılmalarını söylediklerini, bu topluluk dağıldığı sırada sokakta elleri sopalı bir grubun karşılarına çıktığını, tabur komutanı ile beraber önlerini keserek ilerlemelerini durdurmak istediklerini, ancak fazla kalabalık olan bu grubun kendilerini dinlemeyerek yarıp geçtiklerini, tekrar koşarak önlerini çevirdiklerini ve havaya ikaz ateşi açtıklarını, topluluğun yine yürüyerek Kıbrıs Meydanına geçtiğini, ‘Ordu, millet el ele, Vali, İçişleri Bakanına ölüm’ diye bağırarak vilayete doğru yürüdüklerini, bu grubu ancak açılan ateşle durdurulabildiklerini ve gruptan 7-8 kişinin yaralandığını, havaya ateş açarak meydanı boşalttıklarını...”(42)


Faşistlerin kellesini istediği İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, katliamı yakından izlemekte ve katliamın, solcuların tahriki sonucu çıkmış olduğunu söylemekteydi. Özaydınlı, önerisi uygulamada olan Türkeş’i ziyaret ediyor ve alınacak önlemleri konuşuyordu.

Jandarma İl Alay Binasına saldırı


MHP Genel Başkanı Türkeş, “Ülkücüler, güvenlik güçlerinin yardımcılarıdır” diyordu. Sağ siyasi hükümetler de, ülkücüleri böyle görüyor ve koruyorlardı. Ülkücüler de bu güvenceye dayanmış ve alışmışlardı. Bunca saldırıyı ve cinayeti bu güvenle gerçekleştirmişlerdi.


Ancak katliamda askerleri yanlarında görmeyen, hatta kendilerine engel olarak bulan faşist saldırganlar, tepkilerini askerlere de yöneltir ve “komünist asker” sloganıyla askeri binalara saldırıya geçerler.


Faşistlerin saldırılarını, görevli subaylar Askeri Savcıya şöyle anlatıyordu:


Jandarma Astsubay Ali KÖŞNEK: “23. 12. 1978 Cumartesi günü, İl Merkez Jandarma bölüğünde olduğu sırada Alay binasının etrafında bulunan eli sopalı, baltalı, silahlı şahısları yakalamaya başladıklarını, bundan sonra Alay binasına otomatik tüfeklerle hedef gözetmeksizin ateş edildiğini, bunun üzerine Alayda İdari Hizmetlerde kullanılan efratla, şubelerde çalışan rütbeli şahıslara silah ve mermi dağıttıklarını, Alay binasını korumak için mevzilendiklerini...”


Jandarma Astsubay Ramazan ÜNAL: “23. 12. 1978 günü, Alay Komutanlığı binasına geldiği sırada Alay binasından kendisine ‘Siper al’ diye talimat verildiğini, bunun üzerine gizlendiğini, o sırada elinde fotoğraf makinesi olan bir kişinin kendisini görünce kaçarak yakındaki bir eve girdiğini, bu şahsı elinde fotoğraf makinesi, tabanca ve dinamit lokumu ile yakaladığını, bu şahsın kendisine gazeteci süsü verdiğini ve amacının Jandarma Alay Komutanlığı binasına dinamit koyarak hadise çıkarmak olduğunu...” (43)

Sağlık Bakanı Maraş’a sokulmuyor


Ankara’dan uçakla Adana’ya gelen Sağlık Bakanı Mete TAN, karayoluyla Kahramanmaraş’a hareket eder. Türkoğlu İlçesinin yakınlarında silahlı saldırganlar tarafından yolu kesilir. Taş ve silahla saldırırlar. Güvenlik güçleriyle saldırganlar arasında pazarlığa başlanır. Saldırganlar kararlıdır, görüşmeler çatışmaya dönüşür. Uzun süre bekletilen bakan, yoluna, baskı ve saldırılar altında devam etmek zorunda kalmıştır.


Sağlık Bakanı Mete TAN, güvenlik güçlerinin sıkı koruması altında Devlet Hastanesine gider. Tanık olduğu durumu şöyle anlatmaktadır:


Hastaneye getirilen ölülerden 52’sini inceledim. Bunlardan üç tanesi sopayla öldürülmüş, diğer ölüler 9 mm’lik mermilerle ya başından ya yüzünden ya da kalbinden vurulmuşlardır. Boğularak öldürülenlerin de olduğunu söylediler. Üç yaşında bir çocuk da kurşunla öldürülmüştü. Bir cehennem aleminden geldim. Allah bir daha göstermesin...


Kurşun yağmuru altında gidip-geldim, etrafımızda, üstümüzde kurşunlar vızır vızır gidip geliyordu. Bazı yerlerde gazetecileri de ben kurtardım. 70’lik yaşlıları, üç yaşındaki bebekleri vurmuşlar. Cesetler kokuyordu. Kışkırtma var. Kışkırtma Alevilik-Sünnilik üzerine işlenmiş...” (44)


Adana’dan karayoluyla Maraş’a giden Devlet Bakanı Salih YILDIZ, Adalet Bakanı Mehmet CAN, Milli Eğitim Bakanı Necdet UĞUR’un yolu Topçam ve Karabıyıklı Köyünün yakınında kesilmiş, bakanlar, silah ve taşla saldırıya uğramışlardır. Güvenlik güçlerinin müdahalesinin sonucu saldırıdan kurtulan bakanlar yollarına korku içinde devam edebilmişlerdir.

Sükunet Bildirisi


Saldırıya uğrayan mahalleler için için yanıyordu ve cesetler sokaklarda kokuşmaya terkedilmişti. Saldırgan faşistler ise, “Yaşasın başbuğ Türkeş” sloganlarıyla sokaklarda nara atıyorlardı. Korkularından hükümet binasından çıkamayan bakanlar ve milletvekilleri de ortak bildiriler hazırlamakta, hoparlörlerden barış çağrısı yapmaktadırlar. CHP’li Milletvekili Hüseyin DOĞAN, Orhan SEZAL, AP’li Milletvekilleri, Halit EVLİYA, Mehmet ŞEREFOĞLU, Adnan KARAKÜÇÜK, Ali Rıza AKGÜN’ün ortak imzalı barış çağrısı şöyle:


İki günden beri devam eden, yüreğimizi yaralayan hadiseler eminiz ki, bizi olduğu kadar, ecdadımızın da kemiklerini sızlatacak noktaya maalesef gelmiştir. Senelerce kardeşçe yaşamış olan sizler tahriklere kapılmayın. İçişleri Bakanımız, Milletvekillerimiz ve Senatörlerimiz de aranızdadır. Verilen emirlere itaat ediniz. Şerefli Türk Ordusuna ve güvenlik kuvvetlerine yardımcı olunuz. Hastalar ve kayıplar hepimizin acısıdır. Bu olaylar burada bitmeli ve acımız daha da büyümemelidir. Her türlü tedbir ve vecibeler yerine getirilmektedir. Bize inanınız, güveniniz. Sükûnetinizi muhafaza ederek, evlerinizde istirahat ediniz.” (45)


Milletvekilleri, halkı sükûnete çağırmak için Maraş Müftüsünün konuşmasını gerekli görmüşlerdi, ama nedense, tüm aramalara karşın Müftü’ye ulaşmak mümkün olmuyordu.


Savcı Dündar Saner’in açıklaması, gelişmelerin resmi bir ağızdan ifade edilmesi bakımından anlamlıydı:


Uzun süreden beri tezgahlanan plan bu şekilde tatbikat safhasına konuldu. 14-15 yaşlarındaki çocuklar, 20-25 yaşında şartlandırılmış kişiler tarafından Yörükselim, Şeyhadil ve dünden itibaren sırayla Kümbet, Yeni Mahalle’ye sevk edilerek burada cinayetler işletilmiştir. Küçük çocukların ve yaşlı adamların üzerine gaz dökülerek yakılmış. İnsanlık dışı olaylar işlenmiştir. Olayların başlangıcında 20 kişiye otopsi yapabilme imkanı bulduk. Bunlar uzun menzilli silahlarla öldürülmüş idi. Daha sonra gelen ceset fazlalığından değil otopsi, kimlik tespiti bile yapmaya imkân kalmamıştır. Daha önce ihbar olarak değerlendirdiğimiz toplu katliam olayları, toplu halde ceset bulunması ile doğrulanmaktadır. Nitekim çukurlar içerisinde, çatışma geçen mahallelerde, öğretmen evleri civarında üçer, dörder ceset bulunmaktadır. Bu yüzden ölü sayısının resmi miktarı aşarak 200’ü geçeceğini tahmin ediyorum.” (46)


Kamu tanıklarının ifadesi


Katliam nedeniyle kentte görevli askeri birliklere mensup subaylardan bazılarının, Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep, Adıyaman, Hatay İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı 1 numaralı Askeri Mahkemesi’nde verdikleri ifade şöyle:


Yüzbaşı Timur ŞEN: “Kahramanmaraş 3. Tabur 8. Bölük Komutanı olduğunu; 22. 12. 1978 günü cereyan eden cenaze töreni olayları sonrasında, General BOĞUŞLU’nun başkanlığında yapılan toplantıda, Yörükselim Mahallesinde oturan Alevilere karşı harekete geçileceği yolunda istihbarat alındığı için bu mahalle ile diğer mahalleler arasında birliklerin yerleştirilmesine karar verildiğini; kendisinin de 3. Tabur 8. Bölük ile beraber 23. 12. 1978 günü 04.30-05.00 civarında Jandarma Komutanlığı (Şehit Çuhadar Ali Caddesinin doğuya uzanan kısmı - Işık Caddesi - Pınarbaşı Caddesi) tertibat alındığını; Uğrak Pastanesinin bulunduğu köşedeki yola (Uzunoluk Caddesi - Işık Caddesi), şehirden gelip Askeri Gazinoya çıkan yola (Enstitü Caddesi), Vilayet Konağına çıkan yola (Pınarbaşı Caddesi) ve bunlardan özellikle Uzunoluk Caddesinin Işık Caddesi ile kesiştiği Uğrak Pastanesinin bulunduğu köşeye askerleri yerleştirdiğini; her birinin başına 3 Takım Komutanını görevlendirdiğini, kendisinin de elindeki telsizle Uğrak Pastanesinin önünde yer aldığını; saat 07.00 sıralarında gün yeni ışımaya başlarken Belediye hoparlöründen, ‘Dünkü olaylarda şehit edilen 2 din kardeşimizin bugün cenazesi kaldırılacaktır. Bütün din kardeşlerimiz buna katılsınlar, din kardeşlerimiz son görevinizi yapın’ şeklinde ve genel mahiyeti itibarıyla sağ görüşlü kişileri toplamayı amaçlayan anonsların yapıldığını; anonsların arkasından da anonsu yapan dernek veya partinin isminin söylendiğini; bu anonsların 08.00’e kadar devam ettiğini; durumu telsizle Tabur Komutanına bildirerek anonsların önlenmesini istediğini, Tabur Komutanının Vali ile temasa geçtiğini söylediğini; bu anonslar üzerine köşe başını tuttuğu yollardan şehir merkezine doğru şahısların birer ikişer inmeye başladığını,


Saat 09.00 civarında Uzunoluk Caddesinden yukarıya tertibat aldığı yere doğru ellerinde kalın sopalar ve taşlar olan, ‘Kahrolsun komünistler, Şehitlerimizin kanını yerde bırakmayacağız, hesap soracağız’ diye bağıran, yol üzerindeki işyerlerini tahrip ederek ilerleyen 15.000 kişi civarında bir topluluğun gelmekte olduğunu; Uğrak Pastanesinin köşesinde 15 askeri, bir Takım Komutanı ve kendisinin beklemekte olduklarını, grubun hareketlerini devamlı olarak Tabur Komutanına rapor ettiğini; yolun ortasına bir makineli tüfek yerleştirerek beklemeye başladığını; grupla arasında 100 metre kalınca gruba doğru giderek daha fazla ilerlememelerini, bağırmamalarını, aksi halde ateş açacağını söylediğini; grubun bu ihtar üzerine durduğunu; ellerindeki sopaları devamlı salladıklarını; hepsi ile muhatap olamayacağını, liderleri kimse onun gelip konuşmasını söyleyince, grubun önünde lider pozisyonundaki 3 kişinin gayet küstahça ve ellerindeki sopalarla kendisine doğru ilerleyerek, ‘Söyle biziz’ dediklerini; bu 3 kişiyi bir gün önceki cenaze töreni olayları sırasında Ulucami önündeki sağ grubun en ön saflarında görmüş olduğunu ve tahrik edici davranışlarda bulunduklarını fark ettiğini; bu 3 kişiden birisinin olaylardan sonra yakalandığında teşhis ederek hakkında ifade verdiğini ve isminin Şaban DENİZDOLDURAN olduğunu, bu 3 kişiye bulunduğu yerden geçemeyeceklerini, bu hususta emir aldığını, geçmeye çalıştıkları takdirde makineli tüfekle ateş ettireceğini ve ne pahasına olursa olsun buradan geçirtmeyeceğini söylediğini; bu 3 kişinin kalabalık gruba dönerek geçemeyeceklerini söylemesi üzerine grubun içinde dalgalanmalar olduğunu, kimisinin geriye döndüğünü, kimisinin tekrar kendilerine doğru yürümeye başladıklarını, bu gruptan bir kısmının, ‘Bizim Orduyla işimiz yok, bırakın bizi yukarıya geçelim’ dediklerini; kendisiyle konuşan 3 kişinin ise topluluğa dönüp, ‘Yörükselim Mahallesinde arkadaşlarımız şehit ediliyor, gidelim’ diyerek grubu tahrik etmeye çalıştıklarını; ancak topluluğun kendisine karşı tecavüzkâr hareketi olmadığı gibi, kendisini de geçmeye çalışmadıklarını; bu arada şehir içinde muhtelif yerlerden, özellikle Yörükselim Mahallesinden yoğun bir şekilde makineli tüfek sesleri geldiğini, saat 09.00-09.30 sıralarında yine belediye hoparlörlerinden Valiliğin sokağa çıkma yasağının ilan edildiğini, bunun üzerine kendisinin hem bu üç kişiye hem de gruptakilere dağılmalarını, evlerine gitmelerini tekrar söylediğini; gruptan kopmalar olmasına rağmen 4 veya 5 bin kişi civarında bir topluluğun hava kararana kadar sokakta kalmaya devam ettiğini; topluluğun liderlerine çocukları niçin aralarına aldıklarını, ateş etmesi halinde doğacak panikten çocukların ezilip ölebileceklerini söylediğinde, ‘Onlar davalarına inanan kişiler, bu yaşta davalarına hizmet ediyorlar’ diye cevap verdiklerini,


Sokağa çıkma yasağı ilan edildikten sonra Yörükselim Mahallesinde bulunduğu tarafa doğru koşarak gelen 4-5 kişiyi yakaladığını; bunlardan birinin üzerinde ucu kıvrık, keskin orak şeklinde kesici bir alet (tahra), iki üç dinamit lokumu, bol miktarda tüfek fişeği, dinamit kapsülü ve pantolon kemerine sokulmuş şişe içinde benzin bulunduğunu; diğer şahısların üzerinde de uzun bıçak, şiş, tornavida bulunduğunu; yakaladığı bu şahısları çok yakındaki Merkez Polis Karakoluna gönderdiğini; grubun saat 21.00 sıralarında tamamen dağıldığını” (47)


Jandarma Önyüzbaşı Günay Güneri: “23. 12. 1978 Cumartesi günü sabahından itibaren jandarma birliklerinin şehre giriş ve çıkış yollarını kontrol görevinin verildiğini ve Adana, Kayseri, Gaziantep yollarının kontrol altına alındığını, saat 09.00 sıralarında Jandarma Alay Binasında bulunurken, Yörükselim Mahallesinden yoğun silah seslerinin geldiğini duyduğunu, gerek telefon eden, gerekse bizzat gelen vatandaşlardan, bu mahalleye silahlı saldırı olduğunu ve öldürme olayının vuku bulduğunu öğrenince İl JandarmaBölük Komutanı Teoman SARAÇ ve yanlarına aldıkları erlerle Alay Binasından çıkarak silah seslerinin geldiği yöne hareket ettiklerini; kendisinin önce Ortaseki Sağlık Ocağına gittiğini ve orada kurşunla yaralanmış vatandaşları gördüğünü; Yörükselim, Mağaralı ve Serintepe Mahallesinde öldürme ve çok miktarda yaralama olayının olduğunu öğrenince Endüstri Meslek Lisesinin bulunduğu sokaktan Yörükselim Mahallesine girdiğini; yukarı doğru çıkarken yaralanmış şahıslar, yerlerde kan izleri görüldüğünü, silah sesleri, patlama sesleri, çağrışmalar duyduğunu; arkasından kariyerlerin gelmekte olduğunu; bu sırada Yzb. Teoman SARAÇ’ın da kendisine yetiştiğini; boşluklardan sızıp, arkalarına geçerek oradaki topluluklarla birleşmeye çalışan gruplarla uğraştığı sırada Tuğgeneral Mahmut BOĞUŞLU’nun, refakatinde yalnız bir Jeeple gelip bir eve saldırmak isteyen toplulukla konuştuğunu söyleyerek, bunların yakalanmasını istediklerini; General BOĞUŞLU ile adı geçen eve girdiklerini; evde çok sayıda kadın ve erkeğin olduğunu; kendilerine saldırıldığını ve öldürüleceklerini söylediklerini; evde kısa bir araştırma yaptıysa da herhangi bir silah bulunmadığını; bilahare bir av tüfeği getirdiklerini, dışarıdaki kalabalığın bu av tüfeğini görünce yatışır gibi olduğunu; yanına iki jandarma eri alarak tepeye doğru çıkmaya başladığını; bunun üzerine ellerinde silah bulunan bu topluluğun tepenin daha uç tarafına doğru gerilediklerini; tepenin üstünden Kahramanmaraş’ın kuş bakışı olarak görüldüğünü; çeşitli silahların, patlayıcı maddelerin dinamitlerin çıkardığı seslerin duyulduğunu, çeşitli yerlerde toplanmış saldırgan insanların, çıkan dumanların, yanan evlerin hep görüldüğünü, orada bulunanların, tepedeki silahlı saldırganların aşağıya inmesini önlediğini,


Bu sırada büyük bir grubun hemen aşağılarında ve Yörükselim Mahallesinin en yukarısında bulunan koruluğun yakınındaki evlere saldırdığını, içindeki insanları çıkarıp yaktıklarını görerek, erleri tepede bırakarak olay yerine yalnız gittiğini, orada bulunan piyade taburuna ait bir miktar erle beraber havaya ihtar atışı yaparak topluluğun üzerine yürüyüp 50 metre kadar gerilettiklerini; topluluğun hemen hemen hepsinin elinde sopa, demir, nacak gibi şeyler olduğunu; bu toplulukla uğraştığı sırada Yzb. Teoman SARAÇ’ı da bir kariyerin üzerine çıkmış toplulukları dağıtmaya çalışırken gördüğünü; kariyerlerin gelmesiyle topluluğun saldırılarının o bölgede durduğunu ve topluluğun başka bir yere gittiğini; öğle vakti yolların kapalı ve ateş altında olması nedeniyle, tabur arazisinden geçerek alaya geldiğini; alaya giderken Piyade Tabur Komutanı Bnb. Kemal GÜNDÜZ’ün ve yanındakilerin Yörükselim Mahallesinde ateş altında olduklarını, kendilerini gizleyecek birer siper seçtiklerini gördüğünü,


İl Jandarma Alay Komutanlığına geldikten sonra alay binasının önündeki caddede (Şehit Çuhadar Ali Caddesi) bulunan toplulukları dağıttığını; alay binası önünden geçip hastaneye giden yoldan birçok yaralının götürüldüğünü gördüğünü, alay binası yanında bulunan cezaevi ve lojmanları muhafaza için gerekli tedbirler alarak mevcudu arttırdığını; telefonun devamlı çalarak her yerden yardım isteklerinin geldiğini; karanlığın basması ile şehirde nisbi bir sükûnetin sağlandığını; bu arada Gaziantep 23’üncü Seyyar Jandarma Tugay Asayiş Bölüğünün Kahramanmaraş’a gelerek görev aldığını,


Sağ grubun Alevilerin bulunduğu mahalle ve evleri basarak tahrip ettikleri, evde bulunanları öldürdüklerini...” (48)


Piyade Yüzbaşı Sedat KİPER: “39’uncu Piyade Tugayı 1’nci Taburda görevli olduğunu; 23. 12. 1978 günü İslahiye’den hareketle saat 16.30 sıralarında Kahramanmaraş Piyade Tabur Kışlasına geldiklerini; Yörükselim Mahallesindeki evlerin yanmakta olduğunu ve bazı sivil şahısların evlerini söndürmeye çalışmakta olduğunu, bir grup insanın toplu olarak kışlaya gelmekte olduklarını; mahallede yanan evlerin bahçelerinde cesetler gördüğünü; saat 19.00’a kadar mahallede görev yaptıklarını; itfaiyenin görev yapmasına engel olmak isteyen grupların olduğunu; dar bir sokak içinde yanmakta olan bir eve karşısındaki elektrik direğinin yatırılmış olduğunu ve bu evi yakanların direği kullanarak içeriye girmiş olduklarını; evin önünde yerde biri kadın ikisi erkek üç ceset olduğunu; bu yangını söndürdüklerini; bazı işyerlerinde büyük Türk bayraklarının asılı olduğunu; bazı yerlerde ise elle yapılmış üç hilalli resimler olduğunu,


24.12.1978 günü sorumluluk bölgesinde arama yaptıklarını,


25.12.1978 günü hastane bölgesine geldiğinde bazı şahısların Yörükselim Mahallesinde silah olduğunu, toprağa gömdüklerini ve gruplar teşkil ettiklerini söylemeleri üzerine çok sıkı bir arama yaptıklarını; bölgede silah ve kesici bir alet bulamadıklarını; arama yaptıkları yerde Alevilerin oturduğunu; halkın evlere sinmiş ve korkulu bir halde bekleştiklerini; bunların olaylardan kaçıp gelen insanlar olduğunu; mahallenin üst kısmında ise çok gergin bir havanın olduğunu, ‘Koruyun, koruyun onları’ diye konuşanların olduğunu; asker geldi diye evlerden dinamit lokumlarının sokaklara atılmış olduğunu; bölgede ve olaylarda bol miktarda ufak dinamit lokumunun kullanıldığını; sokak ortasına atılmış bir kutu fünye bulunduğunu...” (49)

Bir vatandaşın dilekçesi


Sayın komutanım,


Kahramanmaraş’ın Yörükselim Mahallesinde oturan bir vatandaş olarak 22.12.1978 günü mahallemizdeki vahşeti sizlere şöyle özetleyebilirim:


Sabah saat 7.30’da mahallemizi korumak için gelen piyade taburunun başındaki Binbaşı Kemal GÜNDÜZ ve Yüzbaşı Aziz Kamil BİLGUTAY bize, ‘Siz içeri girin, sizin emniyetiniz sağlanmıştır’ diyerek biz mahalle sakinlerini evlerimize tıkadıktan sonra, Yüzbaşı Kamil, askeri arabaya binerek yamaç dağda toplanmış kalabalığın yanına gidip kalabalığın yanındaki sivil araçtan indirilen malzemelerin dağıtılmasına nezaret etti. Tekrar mahalleye geldiğinde ‘Kışlayı Aleviler bastı, kışlayı kurtarın!’ diye bir yaygara koparıp taburun kışlaya çekilmesini sağladı. Biz Aleviler vatandaş değil miyiz? İftiralarla bizleri eziyorlar. Çocuklarımızı, kadınlarımızı kesiyorlar. Diri diri mahalledeki çam ağaçlarına çiviliyorlar?


Sayın komutanım, ne olur, Allah rızası için gerekenler hakkında kanuni işlemin yapılmasını ve Yörükselim Mahalle halkının ifadesinin alınmasını, vatandaşlık hakkımızın çiğnetilmemesini; işe ve güce gidemiyoruz. Bizlere bir yol gösterilmesini sizlerden arz ederiz. 17. 01. 1979


Saygılarımla.


Gizli bir rapor


İçişleri Bakanı İrfan ÖZAYDINLI, Kahramanmaraş katliamının gün ışığına çıkarılması için özel bir ekibi görevlendirir. Özel ekip ayrıntılı raporunu İçişleri Bakanına sunar. Ancak raporun içeriği gizli tutulur. Gündem Dergisi, bu raporu elde etmiş, bazı bölümlerini yayınlamıştır. Raporun yayınlanan bölümü şöyle:


18. 12. 1978 günü, ÜGD Maraş Şubesi ikinci başkanı Mustafa KANLIDERE, Ökkeş KENGER ve üçüncü başkan Mustafa TECİRLİ’ye ‘Halkı kışkırtmak, tahrik etmek ve isyanını sağlamak için solcuların attığı süsü verilmek kaydıyla, tahrip gücü az bir dinamit atılmasını’ emretmiştir. Atılacak dinamitin Başkan Mehmet LEBLEBİCİ ile görüşür ve bir köye gelir, aynı gün birinci Başkan LEBLEBİCİ Ankara’ya hareket eder...


15 gün öncesinden itibaren, gelecek program olarak Zeynel ile Veysel filminin parçası gösterilmişken ve ayrıca yedek olarak sırada iki film daha bulunurken, Adana’nın Maraş ÜGD Şubesi’ne gelen iki şahsın getirdiği bu film (‘Güneş Ne Zaman Doğacak’), 16 Aralık’ta aniden gösterime sokulmuştur...


Patlama sesinden sonra ilk kaçan Salman ILIKSOY’un peşine düşülür. 40 metre sonra yakalanır ve Çarşı Karakoluna götürülür. Bu sırada patlama olayını ve bombayı atanı gördüğünü ve tanıyacağını ifade eden Cuma AVCI isimli şahıs da karakola getirilir... Salman ILIKSOY, polis memuru Mahir GÜNEY ve polis memuru Hasan AYDIN, ‘Bombayı atanı tanırım’ diyen Cuma AVCI’nın karşısına çıkarılır. Cuma AVCI, ortada bulunan polis memuru Hasan AYDIN’ı göstererek, tanıdığını bildirir. Emniyet Müdür Yardımcısı Hüsnü IŞIKLI’nın ikazı üzerine ikinci kez polis memuru Hasan AYDIN’ı göstererek tanıdığını bildirir. Teşhise katılan dışarı çıkartılır. Konu için zabıt tutulmaz. Bu arada tanık Cuma AVCI’ya, ‘O polis memuru idi. Suçlu o değil. Bombayı atanlar parkalı olur. Onlar uzun bot giyerler, sakallıdırlar, bıyıklarına dikkat ettin mi?’ gibi şeyler söylenir. Sonra Salman ILIKSOY yine amir odasına teşhis için alınır. Ve tabii Cuma AVCI bombayı atan şahsı ısrarla tanır ve teşhis eder. Son olarak, Emniyet Müdürü Kâmuran KORKMAZ’ın emriyle aynı karakolun bir başka odasına geçilerek, dosyada bulunan teşhis zaptı düzenlenir...


Olaylardan önce, Ankara İli Bahçelievler, Karşıyaka ve Keçiören semtlerinde oturdukları bilinen Hüseyin YILDIZ, Ünal AĞAOĞLU, Haluk KIRCI, Mustafa ÖZMEN, Mustafa DÜLGER, Remzi ÇAYIR, Mustafa DEMİR, Bünyamin ADANALI, Ahmet Ercüment GEDİKLİ, Mustafa KORKMAZ ve İsmail UFUK ile Mehmet GÜRSES isimli şahısların Kahramanmaraş iline gittikleri öğrenilmiştir. Yine İskenderun Demir Çelik İşletmesinde Fabrika Stok Kontrol Müdür Muavini olan Hayri KUŞÇU, Çelik-İş Sendikası yetkililerinden Tuncay TEREKLİ ... isimli şahısların olaylardan önce ve olaylar sırasında Maraş’a gittikleri öğrenilmiştir.


19-25 Aralık 1978 tarihleri arasında Kahramanmaraş ili otellerinde kalan kişilerin günlük kayıtlardaki isim listesine göre (..) aynı isme sahip kimi kişilerden, meslekleri bir seferinde terzi, bir seferinde çiftçi gibi değişik kayıtlar alınmıştır. Bunun dışında raporda, o günlerde herkesin dikkatini çeken milli piyangocularla ilgili ilginç bilgiler vardı. ‘Adıyaman ilinden gelerek Çelik Palas Oteli’nde, 19-20 Aralık 1978 günlerinde yatan ve kendilerini milli piyangocu olarak tanıtan 26 değişik isimli şahısların, Milli Piyango İdaresinden alınan, 26 Ocak 1979 gün ve 013/653 sayılı yazıları ve ekinde bulunan belgelerden, ne sabit ne de seyyar bayii olmadıkları anlaşılmıştır. Yine ekte bulunan 013 sayılı yazıdan, yalnız 9 ve 31 Aralık günlerinde çekiliş yapıldığı anlaşılmıştır. Kahramanmaraş ilinde de yeteri kadar milli piyango bayii vardır. Ve 19-22 Aralık günlerinde çekiliş olmayacağına göre, sahte meslek göstererek kalan bu kişilerin, olaylardan haberdar olarak gelmiş militanlar oldukları kanısı uyanmaktadır.


Milli piyangocuların Kahramanmaraş’a doluştuğu bu günlerde bazı evler ve işyerleri üç hilal çizilerek, bazıları ise üzerlerine çarpı konularak işaretleniyor, şehirde çeşitli yerlerde solcular, Aleviler ve hükümet aleyhine slogan yazılıyordu.


22 Aralık 1978 günü Maraş’ta olaylar patlak verdiğinde, iki ayrı telefon görüşmesi daha yapılmıştır.


* İskenderun Demir-Çelik İşletmesi’nde çalışan Alaattin ERYAMAN isimli şahıs, Kahramanmaraş ili 3050 numaradaki şahıs ile konuşurken, 3050 numaradaki kişinin, ‘Benzinlikte toplandık, mahallelere saldırdık’ dediği öğrenilmiştir.


* Adana ilinden bir şahıs, Malatya Özel Doğu Kliniği Doktoru Muhittin TURGUT’u telefonla aramıştır. Yapılan bu telefon konuşması sırasında, Adana’daki şahıs, ‘Kahramanmaraş’tan oraya yaralılar gelecek, dikkatli olun’ demiştir. Muhittin TURGUT, ‘Orasını bana bırakın. Malatya olaylarında bir açık verdim mi ki bunda vereyim. Malatya olaylarında ne şekilde çalıştığımı siz de bilirsiniz’ karşılığını vermiştir. (51)


Bu rapor hala gizlidir; devletin arşivlerinde farelere terkedilmiştir.

Katliam Maraş’ın dışına taşıyor


Katliamın uygulayıcıları, kentin çevresindeki Sünni köylere de propaganda ajitasyon ekipleri gönderir. Köylüleri, ya Maraş’a katliama katılmaya çağırıyorlar ya da kente giden yolları kontrol etmek üzere görevlendirmeyi amaçlıyorlardı. Propaganda esas olarak şu ifadelere dayanıyordu: “Maraş’taki solcular, komünistler, Aleviler birleşerek camileri bombalıyorlar, mahallelerde Sünni Müslümanların evlerini tahrip ediyor ve yakıyorlar. Kadınlara-kızlara tecavüz ediyorlar. Alevi köylerinden silahlı militanlarını Maraş’a getiriyorlar. Biz de Maraş’a giriş yollarını kontrol ederek, bunların girişini engelleyelim. Bir bölümümüz de Maraş’ta direnen kardeşlerimizin yardımına gidelim.” Bu yöntemin etkili olduğu görüldü. Çevredeki Sünni köylüler büyük ölçüde ‘kazanılmıştı’. Böylece, kente giriş-çıkış yolları işgal edildi ve araçlar kontrol edilmeye başlandı. Yolcular sorgulanıyor, Alevi olduğu saptananlar sorgulamaya alınıyor, işkenceden geçiriliyor, bazı durumlarda da öldürülüyordu.

Köylere yönelik saldırılardan birkaç örnek:


* Çokyaşar Köyünde oturan Yusuf KARATAŞ’ın düğünü vardır. Gaziantep’ten Duran YAPRAK ve Ahmet KARAÇAM davetli olarak katılmışlardır. Düğün sonu, Yusuf KARATAŞ, bu iki konuğunu kendi arabasıyla Gaziantep yolunun üstüne götürür. Ancak yolları, Karasu Köyü civarında 150 kişilik bir grup tarafından kesilen yolculara feci işkenceler yapılır.


* Nihat BOZKURT, arabasına benzin almak üzere Göksü Yolu üzerinde bulunan Shell Akaryakıt İstasyonuna gider. Hasancaklı Köyünden olan ve traktörle benzinlikte bekleyen bir grup saldırgan Nihat’ı gördüklerinde “Gelin burada bir Alevi var” diye bağırırlar. Nihat’ı dışarı çıkartarak külotunu aşağı indirir, sünnetli olup-olmadığına bakarlar. Nihat’ın sünnetli olduğunu görürler. Ama Nihat Alevidir, öldürülmesi gerekmektedir. Ve Nihat’ı işkenceyle öldürürler.


* Cüceli Köyüne yük almak için giden üç kamyonun sürücüsünün Alevi olduğundan şüphelenen köylüler, adamları sorguya çeker. Köy muhtarı Yaşar KILIÇ, tanıdığı ikisini serbest bıraktırırken, üçüncü sürücüye, “Dinime, imanıma sen Alevisin” der ve topluluğu, “Aradığımız adam burada, gelin!” diye sürücüye saldırmaya çağırır. O sırada İmam Mustafa TÜTEN yetişir ve sürücüyü kurtarır.


* Karacasu Köyünün Atizi Obasında bulunan tek Alevi aile Şahinlerdir. Şahin ailesinin üç ferdi Arzu, Abuzer ve Telli, Maraş’taki bir yakınlarının durumunu öğrenmek için komşuları Ahmet SİMSAR’ın evine gider. Konuklarını bir odaya kapatan evsahibi, akibetleri hakkında karar vermek için yapılan toplantıya gider. Kapının iyi kilitlenmediğini gören üç ‘tutuklu’, gizlice dışarı çıkarak evlerine geldiklerinde, evlerinin soyulduğunu, ateşe verildiğini görürler. Korku ve çaresizlikten komşuları Halit OSMAN’ın evine sığınırlar. Halit OSMAN da can güvenliğinı sağlayamayacağı endişesiyle komşularını jandarma karakoluna götürerek kurtarır.


* Emiruşağı Köyünden Veli TORUN ve Mustafa ACINIKLI, Maraş’a gitmek üzere yola çıkarlar. Yusufhacılar Köyünde yolları kesilir ve elleri bağlandıktan sonra köye götürülerek bir direğe bağlanırlar. Ancak durumu gören Köy Muhtarı, bağlarını çözdüğü Veli ile Mustafa’yı köyden geçen tanıdık bir traktöre teslim eder. Ne var ki öldürmeye kararlı olan militanlar, traktörü izleyerek yolunu keser ve düşman belledikleri bu iki kişiyi yolun kenarına götürürler. Veli TORUN bir fırsatını bularak kaçarken, Mustafa ACINIKLI kurşunlanarak öldürülür. (52)


Türkoğlu İlçesinin yakınında kurulan barikatlarla Elazığ, Malatya ve Gaziantep’ten gelen yolcu otobüsleri, diğer araçlar durduruluyor, yolcular indiriliyordu. Kimilerine hakaret ettikleri yolcuların üzerlerindeki para ve kıymetli eşyaları gaspeden faşistler, basın temsilcilerine de saldırırlar. Bu arada Milliyet Gazetesinin aracı tamamen tahrip edilir.


Kente giren bir yolda gördükleri ve yaralılar için kan getiren bir ambulansı durduran faşistler, “Bu kanları Müslümanlara mı, gavurlara mı götürüyorsun?” diye sorguya çektikleri sürücü Gürsel VARGÜL’ü döverler. (53)


Kemal YILDIZ’ın tutanaklardaki anlatımından: “Kahramanmaraş Çokyaşar Köyü’nde oturduğunu; 24.12.1978 Pazar günü sabahleyin amcasının oğlu Ahmet YILDIZ ve arkadaşları İbrahim ELTUTAN ile birlikte Kahramanmaraş’daki yakınlarının durumunu öğrenmek için yola çıktıklarını saat 11.00 sıralarında Erkenez Çayına geldikleri sırada önlerine Yusufhacılı Köyü’nden 5 kişinin çıktığını, ‘Nerelisiniz, nereden geliyorsunuz, Alevi misiniz, Sünni misiniz?’, diye sorduklarını, İbrahim ELTUTAN’ın ise ‘Ben Sünniyim’ dediğini; saldırganların İbrahim ELTUTAN’ı su kanalının öbür tarafına götürerek konuştuklarını ve onu bıraktıklarını; saldırganların bu defa ellerindeki silahları kendisine ve amcasının oğlu Ahmet YILDIZ’ın üzerine çevirerek elbiselerini çıkarttıklarını; üzerlerinde sadece külot kaldığını; saldırganlardan birisinin kendisini kanalın alt tarafındaki tepe bir yere ana avrad küfür ederek götürdüklerini; arka taraftan üç el silah sesi ve amca oğlu Amhet YILDIZ’ın feryadını işittiğini; kaçmaya başladığını; saldırganların arkasından ateş ederek kendisini omuzundan yaraladıklarını...” (G.K., s. 262)


Ömer BABACAN’ın tutanaklardaki anlatımından: “Pazarcık İlçesi Gülhaş Karahöyük Köyü İlkokulu öğretmeni olduğunu; 24. 12. 1978 Pazar günü görev yaptığı köyden olan arkadaşları ile birlikte Kahramanmaraş’tan yaya olarak Türkoğlu İlçesi Kılılı Köyüne gitmek üzere hareket ettiklerini; saat 17.00-17.30 sıralarında hava kararmak üzereykin Kılılı Köyüne az bir mesafe kaldığında arkalarından gelen bir arabadan inen silahlı dört kişinin nereden geldiklerini sorduğunu, üzerlerini aradıklarını; kendisinin öğretmen olduğunu hüviyetinden anlayınca, üzerine saldırarak dövdüklerini; Mehmet KOCA ile beraber tarlaların içine kaçtığını; saldırganların arkalarından ‘Gavurlar, pis komünistler’ diye bağırdıklarını; arabayı kullanan şahsın tabancasını çekerek ‘Kaçmayın vururum’ dediğini; yakındaki bir tepeye çıkınca eli belinde olan birisinin kendilerini durdurduğunu, bu sırada aşağı taraftan kendilerini ilk önce durduran dört kişinin de ellerinde silahları ile geldiklerini; ‘Pis komünist, demek sen Maraş’ta ev yaktın, kaç ülkücüyü öldürdün, sizin gibileri yaşatmayacağız, bu dünyada çoluk çocuk ne varsa hepinizi temizleyeceğiz’ diyerek kendisini dövmeye başladıklarını; silahların namlularını alnına dayadıklarını; bu saldırganları daha önceden karşılaştıklarında arabayı kullanan şahsın(787 iddianame numaralı sanık Mehmet KIZILDAĞ) yönlendirdiğini; soruları devamlı bu şahsın sorduğunu; saldırganların o sırada olay yerine gelen 20-30 köylüyü de ‘Bunlar komünistler, köyü basmaya geliyorlardı, bunların bu dünyada yaşaması hak değildir. Hiçbirisini sağ bırakmamak lazım’ diyerek kışkırttıklarını; belki kurtulabilir umuduyla tepeden aşağı kaçmaya başladığını; saldırganların en önce o dört kişi ve özellikle arabayı kullanan şahıs en önde olduğu halde elindeki silahla ateş ederek kendisini kovaladıklarını; diğer saldırganların da silahlarıyla durmadan ateş ettiklerini; sırtından ve kalçasından kurşunla yaralanarak yere yığıldığını; saldırganların yanına geldiklerini; arabayı kullanan şahsın, ‘Ulan pis komünist, niye kaçtın, senin yüzünden az daha arkadaşlarımdan birkaçını vuracaktım’ dediğini ve yine kendisini dövdüklerini; tekrar kaçmaması için ellerini arkadan bağladıklarını; kendisini bir yandan döverlerken bir yandan da ‘Bunu ne yapalım’ diye konuştuklarını; daha önce arabayı kullanan şahsın ‘Öldürelim, bu başımıza iş açacak, nasıl olsa komünist, öldürsek dünya bir pislikten kurtulmuş olur’ dediğini; kendisini döve döve köye götürdüklerini; o sırada havanın kararmış olduğunu, saldırganlara Alevi olmadığını söylemesine rağmen, ‘Sen Alevi olmasan da TÖB-DER’lisin, komünistsin’ dediklerini; köye girdikleri sırada köylülerin, ‘Demek köyü basmaya gelen komünistler bunlar’ dediğini, yanında bulunan Mehmet KOCA’nın ise, ‘Benim bu köyde amcam var. Biz bu köye sığınmaya geliyorduk’ diye cevap verdiğini; saldırganların daha önceden, ‘Komünistler köyü basmaya geliyor’ diyerek köyü ayağa kaldırdıklarını anladığını; köye gelen jandarma devriyelerinin kendilerini kurtardığını...” (G.K., s. 280)


Bir Aleviyi öldürenin mükafatı cennettir


Kahramanmaraş katliamında, fanatik İslamcılar ve benzerleri yüzyıllardır önceki Şeyhülislamların fetvalarını andıran fetvalar vermişlerdir. Bağlarbaşı İmamı Mustafa YILDIZ, 22 Aralık 1978 Cuma namazında, “Oruç ve namazla hacı olunmaz, bir Alevi öldüren beş sefer hacca gitmiş gibi sevap kazanır” diye vaaz verir. Katliamda öncülük yapan faşist katiller yüzlerini maske ile kapatırken, yaşı 60’ın üstünde olan sakallı fanatik dinciler yüzlerini maskelemeyi gereksiz görmüşlerdir. Top sakallarını oynatarak, dişlerini gıcırdatarak, “Allah için Alevileri, gavurları vurun, evlerini yakın. Solcuları öldürün. Polis ve asker durdurursa dönün onları da vurun” diye topluluğu tahrik etmişlerdir.


Faşistlerin hac, cennet gibi sorunları yoktu. Onların yeşil, kırmızı pasaportlara, siyasi iktidarların nimetlerinden yararlanmaya gereksinimleri vardı. Katliamı siyasal dincilerle ortaklaşa kararlaştırdıkları içindir ki dine, cennete inanır görünüyorlardı. Milliyetçilik ve Müslümanlık adına verilen bu vaazlar ve fetvaların telkin ettiği inançla saldırıya geçmişlerdir.


Esma SUNA adında bir genç kadın gebedir, doğumu yakındır. Faşistler, Esma SUNA’nın evini dışarıdan otomatik silahlarla tarar, evin içine patlayıcı madde ve benzinli paçavralar atarlar. Sonra evin kapılarını kazma ve baltayla kırarak içeriye giren faşistler, evde bulunan Fidan, Ali, Fikri ve Mehmet SUNA ile konuk Musa FUNDA’yı kurşuna dizer. Fazlı ile Elif SUNA da sopa ve satırla ağır yaralanır ve öldü diye bırakılır. Esma SUNA, “Kocamı, çocuklarımı, kardeşlerimi öldürdünüz. Bari beni öldürmeyin” diye yalvarır, bu arada ellerini karnındaki bebeğin üstünde siper etmeye çalışmaktadır. Oysa, işin içinde “hac” sevabı ve cennete gitme vardır. İki canlı bir Alevi kadını ellerine geçmiştir bir kere, bu fırsatı kaçırmak aptallık olacaktır. “Ya Allah” diye sopa ve satır Esma’nın kafasına, sırtına, karnına iner. Esma’nın üstü başı kan içindedir. Doğmamış bebeğini kurtarmanın çabasıyla sokağa fırlar. Saldırganlar da arkasında ateş ederek Esma’yı yere düşürürler. Öldü diye bırakırlar. Esma, karnındaki bebeğin yüzünü görmenin hayaliyle ellerini karnının üstünde gezdirmektedir. Bir komşusu Esma’yı sırtlayarak Devlet Hastanesine yetiştirir. Doktorlar, “Esma’nın kurtuluşu zordur, bari bebeğini sezaryen ameliyatla kurtaralım” diye ameliyata alırlar. Ne var ki bebek de sıkılan kurşunla parçalanmıştır. Esma ve bebek kurtarılamaz. Doktorlar ve hemşireler gözyaşlarını tutamazken, faşist katiller ve fanatik dinciler, hac sevabının ve cenneti kazanmanın sevincini paylaşıyorlardı...


İki gözü görmeyen 80 yaşında bir nine olan Cennet ÇİMEN’in gözlerini tornavidayla oymaları, sonra kurşuna dizmeleri, baş üstü helanın çukuruna bırakmaları da hac sevabı ve cenneti garantiye almak içindir...


İlköğretim Müfettişi Süleyman METİN’i öldürdükten sonra 15-16 yaşlarında üç kızını sokaklarda çıplak dolaştırmak, sarkıntılık etmek de hac sevabı ve cennet içindir ve Ortaeski Sağlık Ocağında bulunan iki yaşındaki hasta torun ile ninesi de hac ve cennet yolunun kurbanı olmuşlardır.


Sıkıyönetim ilanı


Kahramanmaraş katliamı, sıkıyönetim ilânına gerekçe olmuştur. Başbakan Bülent ECEVİT, sıkıyönetimin gerekçesini şöyle açıklıyordu: “Ülkemiz de şiddet eylemleri bir süredir açıktan demokrasiye yönelik ve milli birliğimizi tehdit edici boyutlara varmıştır. Özellikle Kahramanmaraş’taki bütün milletimizi yasa boğan acı olaylar, bu eylemlerin ne kadar ileri boyutlara vardığını gösteriyordu.


Anayasanın tanıdığı demokratik düzeni temel hak ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerinin kesin belirtilerinin ortaya çıkması üzerine Adana, Ankara, Elazığ, Bingöl, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kahramanmaraş, Kars, Malatya, Sivas, Urfa ve Hatay illerinde bugünden itibaren iki ay süreyle sıkıyönetim ilân edilmesine karar verildi.” (54)


Sıkıyönetim, TBMM’de 537 üyenin kabul, birer üyenin ret ve çekimser oyuyla kabul edilir. MHP Genel Başkanı Türkeş ve MHP yönetici kadrosu, birçok ilin sıkıyönetim kapsamına alınmasını ısrarla savunmuştur.

Katliam basında

Milliyet (25. 11. 1978)


Ölenlerin sayısının 76’yı, yaralı sayısının 1000’i aştığı bildiriliyor. Sokağa çıkma yasağına rağmen 10.00 sıralarında sayıları bini bulan bir grup, Kıbrıs Meydanında toplandıktan sonra vilayet binasına doğru yürüyüşe geçmişlerdir. Ellerinde sopalar ve taşlar bulunan, tekbir getirerek ve ‘Müslüman Türkiye, Komünistlere ölüm’ diye slogan atarak yürüyen grubu durdurmak için askeri birlikler havaya ateş açmışlardır. Sağ şiddet eylemcileri (Saat 11.30) şehrin doğu ve batı mahallelerine doğru sızmışlar ve burada bazı evleri ateşe vermişlerdir. Yangını söndürmek için gelen itfaiyeye de ateş açmışlardır.


Komando taburu tarafından yapılan aramada Yusuflar Mahallesinde bir dere içinde 5’i polis olmak üzere 16 ceset bulunduğu, komando çavuşu, cesetlerin bulunduğu derede başka ölülerin olduğunu belirterek sayının 100’e yakın olduğunu söyledi.”

Hürriyet (26. 12. 1978)


Girilen evlerden ve enkaz altından cesetler çıkarılıyor. Cesetlerin kokmaması için çevre illerden buz istendi. Cuma gününden bu yana örgütlenmiş saldırgan toplulukların yarattığı dehşet ve terör... Ölü sayısı 98, yakılan-yıkılan enkaz altında cesetler bulunduğu, askeri birlikler, girilmeyen Yörükselim Mahallesine giderek kontrol altına aldı. Çamlık tarafında bir topluluk askerlerin üstüne ateş açtı.


Mağaralı Mahallesinde kokmaya başlayan 16 ceset bulundu. Otopsilerin Belediye Mezbahasında yapıldığı öğrenildi. 2500 kişilik seyyar mutfak Ankara’dan getirildi.


Saldırganlara dinamit lokumu ve silah dağıtıldı. Adını açıklamayı sakıncalı bulan bir yetkili, ‘Maraş Müftüsünün resmi araçlarla kenti dolaştığını ve halkı kışkırtıcı konuşmalar yaptığını, olayların bundan sonra başladığını’ öne sürdü.”

Cumhuriyet (24. 12. 1978)


CHP’li ve Alevi yurttaşların ev ve işyerleri ateşe verildi. Alevilerin yoğun olduğu Yörükselim, Yeni Mahalle semtlerinde kurşun yağmuruna tutulan bazı evlerde Alevi yurttaşların satırla hunharca öldürüldükleri, Hastane çevresini de kontrol altına alarak getirilen yaralılara ateş ettikleri, bazılarını kurşuna dizdiklerini öğrenildi.


Gazipaşa semtinde askerlere sığınan iki kişi eylemciler tarafından geri alınarak bunlardan biri silahla öldürüldü, biri ağır yaralanarak sokakta bırakıldı.


Saldırganlar, sağlık ocağında görevli iki yaralıyı zorla dışarı çıkararak kurşuna dizmişlerdir.


Saldırganlar, Devlet Hastanesinin çevresini çevirerek hastaneye getirilen yaralılara silahla ateş etmişlerdir. Yaralıları taşıyan ambulans şoförü de silahla öldürülmüştür.


Alevilerin yoğun olduğu Yörükselim, Yeni Mahalle ve Karamaraş Mahalleleri saldırının yoğunlaştığı, katliamların arttığı mahallelerdir. Uzun menzilli silahlarla taranmışlardır. Evler ateşe verilmiştir. Girdikleri evlerde yurttaşları satırla hunharca katletmişlerdir.”

Cumhuriyet (25. 12. 1978)


24. 12. 1978 sabahı saat 10.15 sıralarında sağcı gruplar, sokağa çıkma yasağına karşın kentin sokaklarında birikmişler, bin kişilik bir grup vilayete yürümeye başlamışlardır. Topluluğun dağılmasını isteyen jandarmalara saldırınca aralarında çatışma çıkmış, jandarmalar havaya ateş etmek zorunda kalmışlardır. Ve beş bin mermi yakılmıştır. Sağcıların ellerinde Amerikan yapımı M.I. piyade tüfeklerinin bulunduğu, vilayete yakın bazı binaları ateşe vermişlerdir.


Yakınlarını kayıp eden çok sayıda yurttaş, vilayet önüne gelerek ‘Biz bu şehirden gitmek istiyoruz. Bize yardım edin, asker değil, şehri terk için araç istiyoruz’ diye bağırıyorlardı.


YSE Bölge Müdürlüğünün binası, sağcı saldırganlarca işgal edilmiştir. Orada silah dağıtıldığını, Yörükselim, Yeni Mahalle ve Sakarya Mahallesinde iki günden beri mahsur kalan kişileri kurtarmaya giden polislerin üzerine uzun menzilli silahlarla ateş açılmıştır.


Yapılan saldırılarda gittikleri evlerde kadın-çocukların kurşuna dizildiği, boğazlarının kesildiği, daha sonra ölülere gaz dökülerek evlerin ateşe verildiği bildirilmiştir.”

Tercüman ( 25.12. 1978)


Esma Suna adlı hamile bir kadın yaralı olarak hastaneye getirilmiş. Sezaryen ameliyatıyla bebek alınmış ise de, ancak hem anne hem de bebek ölmüştür.


24.12. 1978 günü saat 10.00 sıralarında bir patlama ve silahlı bin kişilik bir grubun hükümet konağına yürümesiyle yeniden yoğunlaşmıştır. Evlerden de askerlerin üstüne ateş açılmıştır. Bu saldırıyı vilayette İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı da izlemiştir.


Emniyet kuvvetlerinin giremediği mahallelerde patlama ve silah sesleri yoğunlaşmıştır. Bu arada çocukların, kadınların, yaşlıların üzerine gaz, benzin dökülerek yakıldıkları haberi vilayet binasına ulaşmıştır.


Milli Eğitim müdürü Kasım KOÇ, olaylar başlayınca sığınmak amacı ile Çokyaşar Köyü’ne gitmiş: ‘Orada durumun daha feci olduğunu gördüm. 4 kişiyi gözlerimin önünde silahla tarayarak öldürdüler, ölü sayısı en azından 15’dir.’”

Aydınlık (16. 01. 1979)


Evimize saldırmışlardı, kaçtık. Mecburen Mahmut KUŞAT’ın (Kürt Mahmut) evine sığındık. Kendisinden korkuyorduk. Bize, ‘Biraz sonra geleceğim’ diyerek dışarı çıktı. O sırada telefon çaldı, telefonu açtım. Telefona çıkan şahıs, ‘Ben Ahmet YILDIZ’ım dedi ve Mahmut’u sordu. Kendisine ‘Evde olmadığını ve benim de akrabası olduğumu’ söyledim. ‘Biz burada komünist Alevileri epeyce öldürdük’ dedi. ‘Elimize geçen komünist kurtulamıyor, doğruca fabrikaya atıyoruz. Nusret (Nusret KUŞAT, Mahmut’un oğlu) İslahiye’den bir sandık silah getirdi. Burada pek gözükmemesi için gönderdim. Herhalde eve gelir. Şu anda bizim Bekir ve Mehmet bir Aleviyi çevirdiler. Durum iyi. Bizim gibi yaparlarsa, şehirde hiçbir Alevi komünist sağ bırakmayacağız. Alo sizin orada durum nasıl?’ dedi. İyi, iyi burası sakin, dedim ve korkudan kapattım.


Hemen vilayeti aradım. Çıkan komutana, ‘15 dakika içerisinde bizi kurtarmazsanız öldürecekler’ dedim. Eğitim Enstitüsüne de telefon ettim. Bizi kurtarmaları için yardım istedim. 15 dakika kadar sonra zil çaldı. İçeri Mahmut KUŞAT girdi. Hemen telefona koştu. Telefonda Başhekim Çetin DİKER’le görüştü. ‘Ağabey komünist Alevilerin seni öldürdüğünü duyduk ve çok üzüldük, şükür sağsın’ dedi. Evde bulunanlar titremeye başladık. Askeri arabalar o anda geldi. Kurtulduk.”

Davanın sonucu


Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep, Adıyaman, Hatay İlleri Sıkıyönetim Askeri Komutanlığı I Numaralı Askeri Mahkemesinin (Esas No: 1980/82, Karar No: 1980/520 sayılı) gerekçeli kararı:


· Hakkında dava açılan sanık sayısı 804


· Ölüm cezasını alanlar 29


· Müebbet hapis cezası alanlar 7


· 15-24 yıl arası hapis cezası alanlar 7


· 10-15 yıl arası hapis cezası alanlar 29


· 5-10 yıl arası hapis cezası alanlar 259


· 1-5 yıl arası hapis cezası alanlar 26


· Beraat edenler 379


· Karar aşamasında firarda olanlar, çeşitli nedenlerle davası tefrik edilenler ve ölümle davası düşenlerin toplamı : 68


· Ölüm ve müebbet cezalarının dışındaki diğer hapis cezalarında 1/6 arasında indirim uygulanmış, cezalar daha da azalmıştır.


Mahkemenin kararı, Yargıtay’da bozuldu. Yeniden yargılama, Yargıtay süreci vb. idam cezaları uygulanamadı. Hafif cezalarla dosya kapandı.

KAYNAKLAR


1) Besim ATALAY, Maraş Tarihi, Dizerkonca Mat., İstanbul 1973, s. 72


2) A.g.e., s. 168 - 180


3) Aydınlık Gazetesi, 12. 01.1979


4) Aydınlık, 03. 01. 1979


5) Sonhavadis ve Milliyet Gazeteleri, 22. 04. 1978


6) Milliyet, 22. 04. 1978


7) Kahramanmaraş Davası Gerekçeli Kararı (Gerekçeli Karar), (1980/92, Karar: 1980 / 520),


s. 36


8) Gerekçeli Karar, s. 349


9) A.g.e., s: 360


10) Hürriyet Gazetesi, 26. 12. 1978


11) Aydınlık, 18. 01. 1979


12) Gerekçeli Karar, s. 173


13) Muzaffer İlhan ERDOST, Faşizm v e Türkiye, s. 205 - 206


14) Gerekçeli Karar, s. 186


15) A.g.e., s. 186


16) Yenigündem Dergisi, Sayı 38, 23-29 Kasım 1986


17) Gerekçeli Karar, s. 191


18) A.g.e., s. 194


19) A.g.e., s. 194


20) A.g.e., s. 196


21) A.g.e., s. 198


22) A.g.e., s. 199


23) A.g.e., s. 201


24) A.g.e., s. 202


25) Yenigündem Dergisi, Sayı 38, 23-29 Kasım 1986


26) Gerekçeli Karar, s. 204 - 205


27) A.g.e., s. 206


28) A.g.e., s. 207


29) A.g.e., s. 208


30) A.g.e., s. 210


31) A.g.e., s. 220


32) A.g.e., s. 227


33) A.g.e., s. 232


34) A.g.e., s. 244


35) A.g.e., s. 248


36) A.g.e., s. 251


37) A.g.e., s. 253


38) Aydınlık, 26. 01. 1979


39) Cumhuriyet, 26. 12. 1978


40) Hürriyet, 25. 12. 1978


41) Gerekçeli Karar, s. 274


42) A.g.e., s. 273-274


43) A.g.e., s. 272


44) Milliyet, 25.12. 1978; Cumhuriyet, 26. 12. 1978


45) Milliyet, 25. 12. 1978


46) Tercüman, 25. 12. 1978


47) Gerekçeli Karar, s. 172


48) A.g.e., s. 175


49) A.g.e., s. 181


50) Aydınlık, 31. 01. 1979


51) Yenigündem Dergisi, Sayı 38


52) Gerekçeli Karar, s. 276, 280


53) Hürriyet, 24. 12. 1978


54) Cumhuriyet , Milliyet, Hürriyet, 26. 12. 1978


55) Milliyet, 27. 12. 1978


56) Milliyet, 25. 12. 1978


57) Milliyet, 25. 12. 1978


58) Cumhuriyet, 24. 12. 1978


59) Hürriyet, 25. 12. 1978



14) Nokta Dergisi, Sayı: 22 (08.06.1980)


15) Sadık Eral. a.e.g. Sf: 159


16) Çorum Gazetesi, 31.07.1980


17) Sadık Eral, a.e.g. Sf: 151, Aydınlık Gazetesi, 08.07.1980


18) Çorum Gazetesi, 30.07.1980


19) Cumhuriyet Gazetesi, 14.07.1980


20) Cumhuriyet Gazetesi, 11.07.1980


21) Milliyet Gazetesi, 11.07.1980




MALATYA KATLIYAMI


Malatya Katliami


Malatya’da meydana gelen olayları değerlendirmeden önce, bu kentin siyasi ve inançsal yapısının bilinmesinde yarar vardır. 1990 genel nüfus sayımına göre Malatya’nın nüfusu 702.055’dir. Kent nüfusunun yüzde 30’unu Alevi, yüzde 70’ini Sünni topluluğu oluşturmaktadır. Alevilerin yoğunlukta olduğu ilçeler Arguvan, Arapgir, Doğanşehir, Akçadağ, Hekimhan’dır. Yeşilyurt ve Darende ilçelerinde ve köylerinde yerleşik Alevilerin sayısı azdır. Pütürge’de ise Alevilerin yerleşik olduğu yalnızca dört köy bulunmaktadır.


Malatya merkezinde Alevilerin yoğun olduğu mahalleler, Başharık, Gürsel, Çavuşoğlu, Özalper (Samanharkı), Çilesiz, Fırat, Küçük Mustafapaşa, Samanlı, Ata, Aşağıbağlar’dır. Diğer mahallelerde az sayıda Alevi yerleşiktir.


Malatya’nın siyasi yapısının zaman dilimi içinde önemli değişimler yaşamış olduğunu görürüz. 1946’da çok partili döneme geçilmiştir. Kurulan siyasi partilerden biri DP’dir. DP halka yapılan baskıların ve yoksulluğun karşısında olduğunu belirterek özgürlüklerin savunuculuğunu yapıyordu. Aleviler, Osmanlı’dan beri horlanmışlar, baskı ve katliamlarla karşılaşmışlardır. DP’nin özgürlük söylemlerine inanan Aleviler, 1950, 1954 ve 1957 yıllarında yapılan milletvekili genel seçimlerinde oylarının yaklaşık olarak yüzde 70’ini DP’ye, kalanını da CHP’ye veriyorlardı. Sünni topluluğunun büyük çoğunluğu (yüzde 70) ise, İsmet İnönü’ye tutkularından dolayı oylarını CHP’ye veriyorlardı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesiyle DP kapatıldı. 1961 Anayasası hazırlandı. 1961 Anayasası bazı yenilikler, temel hak ve özgürlüklere ilişkin önemli düzenlemeler içeriyordu. Buna bağlı olarak memurlar örgütlenmeye başladılar. Sivil örgütlerin içinde nicel ve nitel olarak en önemlisi, öğretmenlerin kurduğu TÖS’dü. TÖS’e üye öğretmenlerin tümüne yakını solcu ve demokrattı. Köylerde genellikle TÖS üyesi öğretmenler çalışıyordu. Bu arada, demokrasi ve emek yanlısı TİP’in de yandaşları çoğalıyordu.


1950’li onyıl boyunca DP’ye oy veren Aleviler, bu kez sol partilere yöneldiler. 1965 milletvekili genel seçimlerinde Alevilerin çoğunluğu CHP’ye, bir bölümü de TİP’e oy verdi. Önceki seçimlerde CHP’ye oy veren Sünni topluluğu, bu kez DP’nin devamı olan AP’yi ve diğer sağ partileri desteklemeye yöneldi. Böylece Malatya’da siyasal yapılanmanın üzerinde bulunduğu zemin sürekli değişiyordu.


1973 milletvekili genel seçimlerinde MSP, 29.139; AP, 20.224; MHP, 2.686 ve CHP, 64.442 oy almışlardı. Görüleceği üzere, çalkantılı yılların başlarında, siyasal İslâmcıların ağırlıklı olduğu MSP kentte önemli ölçüde taban oluşturmuştu. Bu siyasal gelişmeler sağ-sol ayrışımını da birlikte getirdi. Sağ siyasi iktidarların (1950’den günümüze sağ partiler iktidardadır) desteğiyle kurulan ve korunarak geliştirilen Komünizmle Mücadele Dernekleri, Ülkü Ocakları, Akıncılar Derneği gibi sağ dernekler güçlenirken; karşıt sol örgütler de oluşuyordu.


Bu ideolojik örgütlenmeler, giderek karşılıklı çatışmalara dönüştü. Sağ örgütler, genellikle dini kullanarak karşıtlarına saldırıyorlardı. Sol örgütler ise, “Demokrasi, eşitlik ve özgürlük” söylemiyle taban oluşturmaya çalışıyorlardı. Siyasal ayrışım körüklendikçe Aleviler sol partilere, özellikle CHP’ye blok halinde oy vermeye yöneldiler. 1977 milletvekili genel seçimlerinde CHP, 99.107; AP, 32.224; MSP, 38.516; MHP, 17.371 oy aldılar. (1)


Bu seçimlerde MHP ve MSP’nin oyları büyük artış göstermiştir. Türkiye genelinde sağ siyasal iktidarlar tarafından körüklenerek geliştirilen ideolojik ayrışımın yoğunlaştığı illerden biri Malatya’dır. Malatya’da Alevi-Sünni ayrışımı yaratmak amacıyla “Mum söndü” tiyatro getirerek Aleviler küçük düşürülmeye çalışıldı. Nitekim Alevilerin bu oyuna tepkileri sert olmuştu. Camilerde de Alevilere yönelik horlayıcı, suçlayıcı vaazlar veriliyordu. “Türk-İslam sentezi” doğrultusunda konferanslar, paneller düzenleniyor, ırk ve inanç ayrılığı körükleniyor, bu ayrımlar üzerinden saldırılar tertiplenmeye çalışılıyordu.


Gelişmelerde, ABD’nin gönderdiği “Barış Gönüllüleri”nin de oldukça önemli etkileri olduğunu belirtmek gerekiyor. ABD, Sosyalist Blok’un gelişmesini kendine yönelik bir tehdit olarak algılamış, bunun karşısında da bazı ülkeleri öncü karakol olarak kullanmayı amaçlamıştı. Türkiye, Sovyetler Birliği’yle karadan ve denizden komşuydu. Bu yüzden, Türkiye ABD için önemli bir ileri karakol işlevi üstlenebilirdi, ancak bunun için Türkiye’nin Sovyet nüfuzuna girmesini önleyecek tedbirler almak gerekmekteydi. Türkiye’deki devrimci gelişmeler ve örgütlenmeler, bu amaçla engellenmeye çalışıldı. Devrimci ve demokrat kitle örgütlerinin karşısında duracak ırkçı-şeriatçı örgütlenmelere yönelindi. Bununla da yetinmeyen ABD, özel yetiştirilmiş uzmanlarını Barış Gönüllüleri adıyla Türkiye’ye göndermeye başladı. Barış Gönüllülerinin, Türkiye’deki feodal, etnik ve mezhepsel (Alevi-Sünni, Kürt-Türk) ayrışımın yoğun olduğu bölgelerde (Doğu, İç ve Güneydoğu Anadolu) çalışması isteniyordu. Her türlü gereksinmeleri karşılanan Barış Gönüllüleri, istenilen bölgelerde görevlendirildiler.


Barış Gönüllüleri, Türkiye’de ne iş yapacaklardı? Gelişlerinin nedeni gerçekten barış için olamazdı, çünkü Türkiye’de o dönem iç savaş yoktu. Eğer barış istiyorlarsa öncelikle kendi ülkelerine baksınlardı. ABD’deki Kızılderililere yönelik baskı ve soykırımına engel olsunlar, kendi ülkelerinde iç barışı sağlasınlar, Vietnam’a ve Kore’ye asker gönderilmesini engellesinlerdi. Elbette, kendi ülkelerindeki olumsuzlukları görmezlikten gelerek Türkiye’de barışı sözümona sağlamaya gelmelerinin altında gizli bir amaç bulunmaktaydı. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da feodal yapının halen önemli ölçüde devam ettiğini iyi bilen ABD, bu bölgelerdeki aşiretler, inançsal topluluklar arasındaki çelişkileri saptamaya çalışıyordu. Barış Gönüllülerinin bir bölümü Malatya’da çalışmaya başladı. Öncelikle Alevilerle Sünnilerin iç içe yaşadığı ve yoğunlukta olduğu ilçelerde çalışmayı yeğlemişlerdi. Barış Gönüllülerinin çalışmalarından kuşku duyan Akçadağ’ın köylerinden bir grup (Süleyman Kırteke, Reşoali Erdoğdu, Köse Polat, Teslim Töre ve arkadaşları) ortak bildiriyle tepkilerini duyurmaya çalıştılar, ama tutuklanarak cezaevine konuldular. Malatya Ağır Ceza Mahkemesinde, 1969/158 nolu dosyayla yargılanan bu kişiler, daha sonra beraat ettiler. Malatya'daki gerici ve ırkçı saldırılar, Barış Gönüllülerinin Malatya'da çalıştıkları dönemde başlamıştı. Böylece ideolojik ve inançsal ayrışım saldırıya dönüştü. Aşağıda, bu saldırılardan birkaç örnek, çeşitli boyutlarıyla ele alınacak.


Kemal Abbas Altunkaş olayı (1968)


Kemal Abbas Altunkaş, 27 Mayıs 1960'da Tunceli'de Milli Eğitim Müdürüdür. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonrası Nevşehir'e öğretmen olarak atanır. Bir süre sonra Malatya Turan Emeksiz Lisesine edebiyat öğretmeni olarak gelir. Kemal Abbas, güzel şiir okur, hoş sohbetlidir. Nurculara karşı tepkiseldir ve tepkisini her ortamda çekincesiz göstermektedir. Malatya'da kısa sürede çevre edinir. En yakın arkadaşlarından biri, CHP İl yönetiminde bulunan Turan Akyol'dur.(Daha sonra MSP'den Malatya milletvekili seçildi.) Kemal Abbas, Turan Akyol'un babasına ait Fırat Palas Oteli’nin boş bir odasında özel ders vermeye başlar.


1967-68'de Malatya'da sağ-sol ayrışımı keskinleşmeye, saldırılar yaşanmaya başlar. Kemal Abbas, hem TÖS'ün üyesi, hem Tuncelili ve Alevi kökenlidir. Sağ örgütler, Malatya'da Alevi-Sünni ayrışımını körüklemek için her yöntemi denemektedirler. Kemal Abbas'ı hedefleyen bir plan hazırlanır. Kemal Abbas'ın özel ders verdiği öğrenciler arasında sağ görüşlü, Yakınca kasabasında yoksul ve problemli bir ailenin çocuğu olan Kenan Çırak da bulunmaktadır. Irkçı örgütler çıkar karşılığında Kenan Çırak'ı piyon olarak seçerler. Kamuoyunu etkileyecek olayın senaryosu hazırlanır. 18.01.1968 günü akşamıdır. Kemal Abbas, özel ders verdiği öğrencileri için otele gelir, ders notlarını alarak odasına çıkar. Kenan Çırak da gelmiştir. "Hocam kahve mi, çay mı içersiniz?" diye sorar. Kemal Abbas, "Sade bir kahve ve su getir" yanıtını verir. Tepsi üzerinde kahve ve su gelir. Kemal Abbas, bir yandan kahvesini yudumlamakta, bir yandan da o günün ders konusunu anlatmaktadır. Kahve bitmiştir, Kemal Abbas derin bir dalgınlığın içinde uyur gibidir. Bir süre sonra Kenan Çırak, Kemal Abbas'ın kesik erkeklik organını elinde sallayarak dışarıya fırlamış ve "Bana tecavüz etmek isterken uzvunu kestim..." diye sokakta bağırmaya başlamıştır. Bunun üzerine otel katibi Kemal Abbas'ın bulunduğu odaya girer. Kemal Abbas, somyanın üstünde dalgın dalgın oturmaktadır; yere akan kan pıhtılaşmıştır. Gel gör ki Kemal Abbas, acı duyduğuna ilişkin herhangi bir belirti vermediği gibi, yerinden dahi kıpırdamamıştır.


Otel katibi karşılaştığı acılı olayı polise ve ailesine bildirir. Kısa bir süre içinde Kemal Abbas, Kayseri Tıp Fakültesine yetiştirilmek üzere karayoluyla yola çıkarılır. dört saat sonra Kayseri Tıp Fakültesine ulaştırılır. Olayın üzerinden beş saat gibi uzun bir süre geçmiştir. Bunca süreye karşın Kemal Abbas halen baygın ve gelişmelerden habersizdir. İlk müdahale sırasında yapılan tahlil sonuçlarına göre, uyuşturulduğu ve halen uyuşturucunun etkisinin geçmediğini belirten rapor verilir. Kayseri’de, İstanbul'daki Tıp Fakültelerinden birine acilen yetiştirilmesi gerektiği söylendiği için, hemen karayoluyla İstanbul'a hareket edilir. İstanbul'da da, uyuşturulduğuna dair rapor verilir.


Fırat Palas Oteli’nde meydana gelen olaydan 15-20 dakika sonra yüzlerce sağ görüşlü kişi hükümet binasının önünde gösteri yapmaya başlamıştır. Aynı anda, olayın ayrıntılarıyla yer aldığı sağ görüşlü Beydağı Gazetesi de mahallelerde, kahvelerde dağıtılmaktadır. Oysa, Beydağı Gazetesinin matbaasının makinesi eski tip, el dizgilidir. Böyle bir haberin elle dizgisinin yapılması için en azından 5-6 saat zamana gereksinme vardı. Demek ki, hazırlanan senaryonun doğrultusunda haber çok önceden dizilerek hazırlanmıştır.


Sağ örgütler, olayı protesto etmek amacıyla bir miting düzenleme kararı alır. Bu yönde hazırlıklar sürerken; Alevilere ait ev ve işyerlerinin işaretlendiği görülür. Saldırı duyumunu alan Aleviler, güvenlikleri için belirli noktalarda nöbet tutmaya başlar. Malatya'nın cadde ve sokakları insanlarla dolmuştur. En ufak bir kışkırtma ve tartışmanın yüzlerce insanın ölümüne neden olabileceğı bir gerginlik hüküm sürmektedir. Mitingin iptali için, Malatya Valiliğine, Savcıya, Başbakana, Cumhurbaşkanına ve İçişleri Bakanına telgraflar çekilmeye, telefonlar edilmeye başlanır. Şehir merkezinde alınmış olan olağanüstü güvenlik önlemleri de artırılmıştır. Valilik, mitingin güzergahını değiştirerek şehir dışına taşır. Bu gerginlik birkaç gün devam eder.


Malatya'da bu olumsuz gelişmeler olurken; Milli Eğitim Bakanı, Kemal Abbas'ı açığa alır. Kemal Abbas'ın avukatları, açığa alınmanın yanlı bir soruşturmanın sonucu olduğunu ileri sürerek Danıştay'a dava açarlar. Danıştay 5. Dairesi, gerekli belgeleri değerlendirerek E:1969/2553, K:1970/1957 ve 05. 05. 1970'de, olayın tertip olduğunu belirtir ve açığa alınma kararını iptal eder.


Kemal Abbas'ın davası, güvenlik gerekçesiyle Samsun'a nakledilir. Samsun sorgu yargıcı, E:1969/22, K:1969/216 sayılı ve 18. 11.1969 günlü kararıyla olayın komplo olduğuna karar verir. Daha sonra Samsun Ağır Ceza Mahkemesinde görülen davada Kenan Çırak ağır hapis cezasına çarptırılır.

Hekimhan Olayı (1968)


Hekimhan’ın AP’li Belediye Başkanı Ali Akyüz ile AP İlçe Başkanı ve İl Genel Meclisi Üyesi Turan Garipağaoğlu'nun öncülük ettiği sağcı militanlar, 15 Aralık 1968'de Hekimhan Lisesi'nde görevli sol görüşlü öğretmenlere ve öğrencilere "vurun Alevilere, komünistlere" sloganı eşliğinde, cop ve şişelerle saldırırlar. Çok sayıda öğrenci yaralanır. Lisede görevli 13 öğretmen, jandarmanın gözetiminde okuldan alınarak Malatya'ya götürülür. Daha sonra bu öğretmenlerden solcu ve Alevi olanlar kar-kış demeden değişik yerlere sürgün edilirler. Birçok öğrenci de okuldan uzaklaştırılır. (2)

2 Şubat Mitingi (1975)


Devlet destekli ırkçı-şeriatçı örgütlerin mensuplarının, gözlerini kırpmadan karşıtlarını öldürdüğü yıllardı 1970’ler. Bireysel saldırılar ve öldürmeler giderek toplu saldırılara dönüşüyordu. Yoğunlaşan faşist saldırıları kınamak, devlet yetkililerini uyarmak amacıyla Malatya'daki demokratik kitle örgütleri bir araya gelir ve "Faşizmi protesto” adıyla bir miting düzenleme kararı alırlar. Gerekli yasal işlemler tamamlanır ve izin alınır.


2 Şubat 1975 günü İnönü Caddesi’nin üzerinde bulunan Kız Meslek Lisesi'nin önünde on bin kişi toplandı. Yürüyüş sırasında yolda katılanlarla yürüyüşçülerin sayısı 30 bine ulaşmıştı. Yürüyüş halindeki kitle, güzergah üzerindeki binalarda oturanlar tarafından alkışlanıyordu. Disiplinli, sessiz ve çok katılımlı yürüyüş korteji Atatürk Anıtı'nın önüne geldi. Saygı duruşundan sonra dağılınacağı sırada, ortaya Ülkü Ocaklı bir grup çıktı. Tahrik edici slogan ve küfürlerle hakaret etmeye başladılar. Bu sırada emniyet güçleri dağılmakta olan topluluğa copla saldırarak miting alanını savaş alanına dönüştürdüler. 22’si ağır olmak üzere aralarında kadın ve çocukların da olduğu yüzlerce kişi yaralandı. Saldırı sonrası ülkücüler polisleri omuzlarına almış alkışlıyorlardı.


Polislerin saldırısında ağır yaralananlar şu isimlerden oluşuyordu: Aziz Maho (öğretmen); Aziz Takçi (öğretmen), Ali Şahabettin Aktaş (ilköğretim müfettişi), Ramazan Şimşek (öğretmen), Şeyho Kızıldağ (öğretmen), Yusuf Bayram (öğretmen), Hasan Doğan (öğretmen), Hüseyin Nacar (öğretmen), Hasan Sönmez (öğretmen), Hasan Çınar (öğretmen), Hüseyin Gökbulut (öğretmen). Selahattin Toy (halktan), Erdal Bozkurt (halktan), Mustafa İçöz (halktan), Yusuf Akdağ (halktan), Hüseyin Özçelik (halktan), Mustafa Yılmaz (avukat), Mehmet Balarısı (köylü), İlyas Zengin (köylü), Kemal Atalay (köylü), Ali Kaya (köylü). (3)


15-16 Şubat olayları (1975)


TÖB-DER, öğretmenlere yapılan baskıları, sürgünleri ve öğretmenlerin özlük sorunlarını görüşmek amacıyla 15 Şubat 1975'de 57 ilde kapalı salon toplantısı yapılmasını kararlaştırır. Kapalı salon toplantılarının yasal kurallara uygun izinli yapılması da TÖB-DER’ce karara bağlanır. Alınan kararlar, şubelere bildirilir. TÖB-DER Malatya Şubesi, bu karar doğrultusunda valiliğe başvurarak gerekli izni alır. Hazırlıklara başlanır.


Devletin siyasi güçleriyle iyi ilişkiler içinde olan ve her yerde taşeron olarak kullanılan ırkçı-şeriatçı örgütler, TÖB-DER'in toplantılarını engellemek, olay çıkarmak, Alevi-Sünni, Kürt-Türk ayrışımı yaratmak amacıyla planlar hazırlamaya koyulur. Faşistlerin saldırı hazırlıklarıyla ilgili bilgiler ve haberler yaygılaşınca; TÖB-DER Malatya Şubesi yöneticileri, Malatya Barosu Başkanı Turan Fırat, CHP İl Başkanı ve bazı duyarlı kişiler, Vali Sadullah Verel'i ziyaret ederek duyumlarını, kaygılarını iletirler. Vali, "Ben on ayrı kaynaktan bilgi topluyorum. Böyle bir saldırının olacağına dair en ufak bilgi edinmedim. Böyle bir saldırının olması düşünülemez. Devlet güçlüdür, her şeyin üstesinden gelecektir" yanıtını vermiştir. Malatya Valisine ne gibi bilgilerin verildiği bilinmiyordu; ama TÖB-DER toplantısının yapılacağı 15 Şubat günü, faşistlerin kentin belirli semtlerinde toplanmaya başladığı görüldü. Toplananlar bir süre sonra saldırıya geçtiler. Saldırganların bir kolu, Elazığ Caddesi üzerinde bulunan vali konağını sarar. Taşlarla konağın camlarını yerle bir ederler. Valiye ve eşine yakışıksız sözler edilir. Vali Sadullah Verel ve eşi, konağın balkonuna çıkarak ellerinin başparmağını havaya kaldırır ve "Biz de Müslümanız!" diye bağırırlar. Saldırganlar bu “itiraf”la yetinmez ve Vali ile eşinin kelime-i şahadet getirmesini isterler. Bunun üzerine Vali ve eşi "kelime-i şahadet" getirirler, hem de birkaç kez tekrarlayarak...


Saldırganların eylemlerinde kararlı olduğu görülür. Oradan şehir merkezine doğru yürüyüşe geçerler. Karşılarına çıkan ve solcu bildiklerine ait olan işyerlerini yağmalarlar ve yakıp yıkarlar.


Saldırganların bir kolu, Belediye binasının önüne toplanmıştır. Bu grup, yürüyüşe geçtikleri Fuzuli Caddesi üzerinde bulunan CHP İl binasına, bazı basın organlarının bürolarına ve TÖB-DER binasına saldırırlar. Aynı cadde üstünde karakolu bulunan Toplum Polisi, barikat kurarak saldırının yaygınlaşmasını engellemeye çalışıyordu.


Saldırganların başka bir kolu da, Samanpazarı denilen meydanda toplanarak Cezmi Kartay Caddesi üzerinde bulunan Alevilere ait işyerlerini yağmalamaya, yakmaya yöneldi. Başka bir kol da PTT binasının bulunduğu yöne doğru yürüyüşe geçti. Saldırı ancak akşama doğru askerlerin müdahalesiyle denetim altına alınabildi. Saldırının birinci günü böyle noktalandı.


Saldırı, ikinci gün olan 16 Şubat’ta, daha acımasız ve daha yıkıcıydı. Birinci gün yağmalanan ve yakılan işyerlerinin sahipleri, zararlarını tespit etmeye, kırılan ve yıkılan yerlerini onarmaya çalışıyorlardı. Saldırganlar da yeni bir saldırının hazırlığı için Belediye ve Samanpazarı Meydanında toplanmaya başladılar. Ortalıkta polis görünmüyordu. Toplanan saldırganlar, yine kollara ayrılarak yürüyüşe geçtiler. Önceden belirlenen solcu ve Alevilere ait işyerlerini yakmaya giriştiler. Bir gün önce saldırma imkanı bulamadıkları CHP ve TÖB-DER binasının kapılarını, camlarını ve tüm eşyalarını yerle bir ettiler. Saldırı giderek mala zarar vermekten cana zarar vermeye dönüşüyor, çatışmalar ve yaralamalar görülmeye başlıyordu. İşte ancak o zaman askeri birliklerden yardım istendi. Akşama doğru saldırı güçlükle denetim altına alınabildi. İki günün bilançosu, bir ölü ve 29 ağır olmak üzere 220 yaralıydı. Yaralananların çoğunluğu Alevi ve sol görüşlü işyeri sahipleriydi.


Tanıklar anlatıyor:


Hasan Bozkurt (işçi): "Saat 16 sıralarıydı, evime gidiyordum. Cezmi Kartay Caddesinde, karşıdan gelen büyük bir kalabalıkla karşılaştım. ‘Kahrolsun Ecevit, komünist Ecevit, başbuğ Türkeş’ diye bağırıyorlardı. Hızla geldiler, ben de bunların arasında kaldım. Bu sırada karşı bir grup belirdi ve Cezmi Kartay Caddesi, birden bire cehenneme döndü...


Kalabalığın arasında, şimdi burada çiftçilik yapan eski AP Milletvekili Hamit Fendoğlu'nu gördüm. MHP İl Başkanı Şerif Dursun'la birlikteydiler. Kavgalara bunlar da katıldılar. Kalabalıktan bazı kişilerin elinde kurt resmi vardı.


Ortalık makineli tabancaların sesiyle yankılanıyordu. Çatışmaya başladılar. Caddede korkunç bir kavga başlamıştı. Tabanca mermileri ve taşlar yağıyordu. Sopalar inip kalkıyordu. Bu sırada bir grup, Doğan Palas ve Tüccarlar Klubü Oteli'ne yöneldi. Sahipleri CHP'li olan bu oteller kısa zamanda tamamen tahrip edildi. Bir başka grup da TÖB-DER merkezi ile altında bulunan beş dükkanı aynı şekilde tahrip edip, içeride taş üstünde taş bırakmamışlardı. Beydağı, Halk Postası ve Güneş Gazetelerinin idarehaneleri de aynı akıbete uğradı. Çoğunu tanımıyordum. Ben Malatyalıyım, hemşehrilerimin çoğunu tanırım. En azından aşinalığım vardır. Bu memlekette herkesin birbirine göz aşinalığı vardır. Fakat, hadiseyi çıkaranların çoğunu tanımadım. Bunlar, herhalde Malatyalı değillerdi. Başka yerlerden gelmişlerdi..." (4)


Cafer Erkul (35 yaşlarında gazete satıcısı): “Bildiğiniz gibi benim kulübem İş Bankasının tam önünde, karşımda Ziraat Bankası var; şu kenardaki de Garanti Bankası, PTT binası da karşımda. Emniyetin en çok güvence altında bulundurması gereken bir alan. İşte burada saldırıya uğradım. Ben Malatyasporluyum ve aynı zamanda CHP'liyim. Kulübemde Ecevit'in resimleri ve kitapları vardı ve satıyordum. Saldırıdan önce bana geldiler ve ‘Sen şu kitap ve resimleri satma. Sana istediğin kadar para veririz’ dediler. ‘Ben inancımı parayla satacak adam değilim‘ dedim.


Nihayet 15. 02. 1975 günü saat 13-14 sıralarında 06 plakalı beyaz bir arabayla Dr. Muhittin Turgut, yanında bulunan birkaç kişiyle geldi. Şu kenarda durdular. Ben de yeni yemek getirtmiştim, daha bir lokmasını ağzıma almadan kulübe taş ve sopalarla sallanmaya başladı. Kafama, sırtıma bıçaklar inip kalkıyordu. Kulübe dar olduğu için çıkamıyordum. Tahrayla kapıları kırarak beni dışarı çıkardılar. Elden ele verdiler. Tam 17 bıçak yemişim. Nasıl kurtulduğumu bilmiyorum. Bir uyandım ki Sigorta Hastanesinde serum veriliyor. Yanımdaki karyolada da anam yatıyordu. Anam benim öldüğümü duyunca kriz geçirmiş ve komaya girmişti.”


-Emniyet’te kimse yok muydu?


-Tek kişi olsaydı onların hepsini yakalardı. Kimse ortalıkta yoktu.


-Zararın ne kadar?


-Biz 4-5 kardeşiz. Çok fakiriz. 28 yıllık emeğimizi bu kulübeye yatırmıştık. Daha o gün 3500 TL borç ederek Tekel’den sigara almıştım ve satıyordum. Şöyle böyle 28-30 bin lira kadar zararım oldu. Oldu değil yok oldum. İnan ki tek çivi dahi bırakmamışlar. Sigara, para, kitap, dergi ne varsa hepsini alıp götürmüşler, yırtmışlar.


Anlamadığım nokta, bunu Müslümanlık adına yapıyorlarmış. Müslümanlıkta böyle talan, hırsızlık var mı ki? Kıbrıs'taki EOKA'cılar dahi bunlardan merhametliydiler. Bunların gözleri dönmüştü, talancıydılar. Bir yanda Müslüman Türkiye diye bağırırlarken, diğer yanda hırsızlık, talan, adam öldürmeye girişiyorlardı.


Ata Yıldırım (50 yaşlarında berber): "Benim dükkanım Fuzuli Caddesinin üzerinde ve Hükümet Binasının arkasındadır. Karşımda ve caddenin öbür kenarında da Toplum Polisinin binası var. Ayrıca dükkanımın önünden bir yol da CHP binasına doğru gider. Yani dört yol ağzındayım.


Babam imamdı. Ben de uzun süre imamlık yaptım, sonra berber oldum. O saldırıyı görünce her şeyimden utandım. Hiçbir din bu çapulculuğa, tahribe ve ayrıcalıklara müsaade etmez. Bunların yaptıklarının din ve insanlıkla ilgisi yoktu. Gözleri dönmüştü, ne yaptıklarını bilmiyorlardı.


Dükkanımda oturuyordum. 16. 02. 1975 günü saat 13 sıralarında Belediyenin önünde bir grup saldırgan bağırarak Fuzuli Caddesinden yukarıya doğru (TÖB-DER Lokaline) yürümeye başladılar. Tam Toplum Polisinin binası önüne gelince içlerinde birisi bağırarak ‘Önce şu solcu CHP binasını tahrip edelim, sonra TÖB-DER'e gidelim’ dedi. Ve kalabalık, CHP binasının, Beydağı, Halk Postası ve Güneş Gazetelerinin camlarını kırdıktan sonra geri döndü. Aynı polislerin yanından geçerek TÖB-DER Lokaline doğru gittiler. Bu kalabalık içinde Paşa Camii'nin imamı da vardı. Ve bağırıyordu. Hatta bir jandarma astsubayının, durumu görünce polislere dönerek ‘Utanmıyor musunuz, bu nedir?’ diye bağırdığını duyduk, tabii polisler de duydu. CHP binasıyla Hükümetin arası 29-30 metre bile yok.


Gördüklerimi Malatya Milletvekillerine anlattım. Halkı tahrik edenlerin başında bazı imamlar geliyordu. Emniyet ve Vali tamamen göz yumuyordu. Yoksa 10-15 polis hepsini dağıtabilirdi.“


Haydar Karagöz (20-25 yaşlarında, gazete satıcısı): “Benim kulübem belediyenin bitişiğindedir. 15 metre yukarımda Toplum Polisinin binası ile 20 metre karşımda Hükümet binası var. Saldırganlar, Belediyenin önünde toplandılar. Yani benim kulübemin bulunduğu yerde toplandılar. Resmi ve sivil polisler buralarda geziniyorlardı. Saldırganlar, ‘Allahuekber, Müslüman Türkiye’ gibi sözler söylüyorlardı. Sanki sinema dağılmıştı. Her biri bir tarafa doğru gitmeyi söylüyorlardı.


Haydar Karagöz (20-25 yaşlarında, gazete satıcısı): “Benim kulübem belediyenin bitişiğindedir. 15 metre yukarımda Toplum Polisinin binası ile 20 metre karşımda Hükümet binası var. Saldırganlar, Belediyenin önünde toplandılar. Yani benim kulübemin bulunduğu yerde toplandılar. Resmi ve sivil polisler buralarda geziniyorlardı. Saldırganlar, ‘Allahuekber, Müslüman Türkiye’ gibi sözler söylüyorlardı. Sanki sinema dağılmıştı. Her biri bir tarafa doğru gitmeyi söylüyorlardı.


Halbuki 20-30 polis bunları rahatlıkla dağıtabilir ve hatta hepsini Emniyete götürebilirdi. Çünkü çoğunluğu çocuktu.


Ben fakirim, bu kulübedeki gelirle geçiniyorum. Böyle insanlık olur mu? Onlar kim, ben kim? Hepimiz Türk'üz, Müslümanız ve insanız. Ama bunlar, bunlardan uzaktır. Polis hiç engel olmuyordu. Ne yapayım, zararım 7-8 bin liradır. Borç ederek yeniden kulübeyi yaptım...”


Adını söylemek istemeyen bir cami imamı: "Kardeşim, siz bir defa görüyorsunuz. Bunlar her gün camilerde bölücü konuşmalar yapıyorlar. Sanki cami değil, bir parti binası. Bunları, Emniyet de, Vali de, öğretmen de ve halk da iyi biliyor, dinliyor. Müslümanlıkta bölücülük yoktur. Talan yoktur. Dükkanın sahibi olmadığı halde tahrip ediyorlar ve mallarını götürüyorlar. Bu hırsızlıktır, zorbalıktır. Elhamdülillah Müslümanlıkta bunlar yasaktır. Affedilmeyen günahlardandır. Sonra Alevi kim, Sünni kim? Hepsi kardeştirler. Cephede birlikte savaşıyorlar, fabrikada birlikte çalışıyorlar, bu ayrım nedir? Çok ayıptır. Dine yakışmaz. Ne bileyim, bu dünyadaki suçu hemen kanun vermelidir. Yoksa memlekete yazıktır. Camilere saldıracaklar demişler. Müslüman yalan söylemez. Düpedüz yalandır. Şimdiye kadar camiye saldırma görmedim. Velev ki saldıracaklarını biliyorlardı, niye Emniyet’e haber vermeden halkı toplayarak saldırganlığa geçmişlerdir. Yalandır kardeşim yalandır...“


Süleyman Efe (Avukat): "Olayı açıklamadan önce derinlemesine incelemek ve değerlendirmek gerekiyor.


Tarihimizi incelediğimizde görüyoruz ki, ileriye ve halka yönelik her girişim karşısında mutlaka irtica olayının varlığına tanık olmaktayız. Bilindiği gibi, ekonomik, politik, siyasal ve kültürel yönden geri kalmış toplumlarda halkın tüm emeği sömürücülerin ipoteğine girmiştir. Ellerinde yalnız inançları kalmıştır. Bunu da vermemek için canlarını vermektedirler. İşte halkın bu can alıcı noktasını iyi bilen ve değerlendiren sömürücü güçler; halkı bu yönüyle tahrik ediyorlar.


İlericilere düşen en büyük sorumluluk; halkı, bu etki alanından çıkarmaktır. Bu sorumluluk ödünsüz olarak demokratik yollarla yapılmalıdır.


Bu açıdan olaya bakıldığında, dinin ne kadar sömürüldüğü, sorumluların kimlerden yana olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.


15. 02. 1975 günü evde oturuyordum. Evim Turan Emeksiz Caddesi üzerindedir. Dışarıdan gelen bağırtı ve gürültüler duyduk. Çocuklarım pencereye koştular. ‘Baba, baba gel...’ diye heyecanla seslendiler. Pencereye gittim. Çok kalabalık bir grup, önlerinde öğrenci oldukları belli olan çocuklar vardı. Ellerinde değnekler vardı. 'Müslüman Türkiye, Allahuekber, ölüm...' gibi sesler çıkarıyorlardı. Bir şeylerin olduğunu anladım. Yanımda yeğenim İbrahim vardı. Durumu öğrenmek için çarşıya gönderdim. Gitti geldi. Birçok işyerinin tahrip ve talan edildiğini, bir kişinin yaralandığını söyledi.


O gün TÖB-DER'in kapalı salon toplantısı vardı. 'Acaba öğretmenlere bir şeyler oldu mu?' diye ben de çıktım. Hükümetin arkasından geçerek gitmek istedim. Hükümetin ve belediyenin arası çok kalabalıktı. Bağırıyorlardı. Polis azınlıktaydı. Ses çıkarmıyorlardı. TÖB-DER'e giden yolda polis barikat kurmuştu ve kimseyi bırakmıyordu. Oradan yazıhaneye gittim. Yazıhanem Mecidiye İş Hanının 4. katındaydı. Bitişiğinde Samanpazarı Alanı vardır. Bu alan da hiç tanımadığım insanlarla doluydu. Tekbir getiriyorlardı. Oradan Cezmi Kartay Caddesindeki 50. Yıl Kıraathanesine saldırdılar. Camlarını kırdılar, biraz sonra askeri birlik geldi. Birkaç saldırgan, yanına gittikleri bir üsteğmenin ellerini öptüler. Sonra dağıldılar...


Daha sonra Tüccarlar Kulübüne gittim. Orada; Malatya Beden Eğitim Bölge Müdürü Osman Çağlar olduğunu öğrendiğim bir kişi, konuşuyor ve olayı anlatıyordu. 'Bir grup kalabalık geldi, burada toplantı varmış dediler. Yok dedim. İçlerinde tanıdığım sakallı ve hacca gitmiş bir şeyh vardı. Kendisine, bu iyi bir şey değildir dedim. O da, hayır, din için her şey yapılır dedi ve geri döndüler. Şehre doğru gittiler. İçlerinde Şerif Dursun da vardı. Biraz ötede topluluğu durdurdu ve 'Ölüme hazır mısınız?' dedi. Onlar da 'evet' diyorlardı. 'Böylece gittiler...' diyorek anlatıyordu...


Ertesi gün (16.02.1975) TÖB-DER'e gittim. Herkes üzücü olayı anlatıyordu. Bir aralık iki polisin geldiği ve TÖB-DER başkanını emniyete götürdüğünü ve dönüşünde 'Emniyet Müdürünün emniyetini sağlamayacağız, lokalinizi boşaltınız' dediğini anlattı. Öğretmenler dağılarak lokali boşalttılar.


Ben de Cezmi Kartay Caddesindeki 50. Yıl Kıraathanesine gittim. Biraz oturdum. Sonra kıraathanenin alt katındaki Kent Lokantasına inerek yemek yemeye gittim. Dışarıda oldukça kalabalık vardı ve bağırıyorlardı. Lokantada, Turan Emeksiz Lisesi Müdürü de vardı. Kalem şefi Hüseyin Özcan ile Mehmet Guguk ve Ali Zeynel adlarındaki öğretmenler de oradaydılar. Onlar da kalabalığı görünce şaşırdılar. Ali telefonla valiliği aradı ve Valiyi evinde buldu. Durumu anlattı. Vali de 'Bir şey olmaz. Yürüyüş varmış, seyire gelmişler. Tedbir alınmıştır' dedi. Daha sonra saldırı başladı. Camlar, kapılar kırılmaya başlandı. Korkuyla dışarı çıkan işyeri sahiplerinin üstü polisçe aranıyordu. Ben de, 'Ne oluyor, önce olayı yaratanları önleyin' dedim. Bunun üzerine polisler üzerime atılarak coplarla vurmaya başladılar. Bir arabaya koydular. Her tarafım kan ve yara içindeydi. Hastaneye götürdüler. Doktorun yanında da vurmaya başlayınca doktor ve bazı hemşireler engel oldular. Yaralarım sarıldı. Eve döndüm. Kısacası olay, önceden hazırlanmış ve bilinen bir şeydi. Çünkü polis taraf tutuyordu. Ancak askeri birlikler gelince önlenebildi. Olay bir irtica hareketiydi.”


Mehmet Ali Yılmaz (65 yaşlarında, seyyar yumurta satıcısı): "Ben seyyar yumurta satıcısıyım.Geçimimi bununla sağlıyorum. Cezmi Kartay Caddesindeyim. Saldırı başladı. Polis yoktu, olanlar da seyirciydi. Tekbir getiriyorlar, ilahiler okuyorlardı. Saçlı, bıyıklı kimi görseler dövüyorlardı. Bu sırada dükkanların camları kırıldı. Ateş açıldı. Ortalık toz dumana döndü. Saldırganlardan biri bana ateş etti. Sağ kulağımın altından bir kurşun girdi ve dilimin bir kısmını ve takma üst dişlerimi parçalamak suretiyle dışarı çıktı. Ağzım kan içerisindeydi. Bu sırada bir grup beni yakalayarak ‘kelime-i şahadet’ getirmemi istedi. Ben de getirdim. Bıraktılar. Ötede başka bir grup tuttu, yine ‘kelime-i şahadet’ getirmemi istediler. Sonra ‘yanlış okudu’ diyerek dövdüler.” (5)


TÖB-DER’in Raporu


15-16 Şubat 1975 olaylarını yaşayarak tanık olan TÖB-DER Şube Yönetimi, ayrıntılı bir rapor hazırladı. Rapor, Malatya Valisi’ne, İçişleri Bakanlığı’na ve Milli Eğitim Bakanlğı’na gönderildi. Raporun bazı bölümleri şöyle:


Saldırının birinci günü: “TÖB-DER Malatya Şubesinin düzenlediği kapalı salon toplantısının saatleri yaklaşırken, toplantıya katılacak öğretmenler gelmeye başladı. Diğer yanda irtica ve saldırı olayına katılacaklar da sabahın erken saatlerinde Malatya’ya akın ediyorlardı. İlk grup (40-60 kadar kişi) Akpınar Semtinin Samanpazarı Alanında ellerindeki sopalarla, demir çubuklarla ilahiler okuyarak toplanıyorlardı. Önlerinde Şerif Dursun bulunuyordu. Giderek kalabalık büyüdü. Hamit Fendoğlu (Hamido) ve Dr. Muhittin Turgut da katılarak omuzlara alındılar. Saat 10.00 sıralarıydı. Ellerinde bulunan başı çivili coplar, demir çubuklar, tahralar gibi saldırı gereçlerini havaya kaldırarak ilahiler söyleyip Kelime-i Şahadet getiriyorlar, Allahuekber, Müslüman Türkiye, Şeriat İsteriz, Komünistlere Ölüm, Cihad gibi sloganlarla tansiyonu yükseltiyorlardı. Saldırı olaylarının açıklamasına geçmeden bu tahrikçi başlarının durumuna değinmekte yarar görüyoruz.


* Hamit Fendoğlu (Hamido): Demokrat Partili olup, 27 Mayıs darbesiyle Yassıada’ya götürülmüş, cezaya çarptırılmıştır. Daha sonra 1965-1969 yılları arasında AP Malatya Milletvekili seçilmiş, Meclis’te Tabii Senatör Sıtkı Ulay’ın kulağını ısırarak yaralamış, 1973 seçimlerinde DP Milletvekili adayı olmuşsa da seçilememiştir.


* Hacı Şerif Dursun: Büyük Doğucu’lardandır. 1951 yılında Malatya’da Gazeteci Ahmet Emin Yalman’a yapılan suikasta, 1971’de Kırıkhan’da 3 kişinin ölümüyle sonuçlanan kanlı olaya karışmıştır, MHP’lidir.


* Dr. Muhittin Turgut: Malatya’daki Doğu Özel Hastanesinin sahibi olup, Hastanenin her tarafı Bozkurt resimleriyle donatılmıştır. MHP’lidir.


Hamido ve Şerif Dursun, Malatya’nın merkezine bağlı 15-20 köyün birleşmesinden oluşan İzollu Aşiretinin ileri gelenlerindendir. Bu aşirete egemendirler. Saldırıya katılanların büyük çoğunluğu bu aşirettendir. Diğerleri Elazığ’ın Palu ve Baskil ilçesinden getirilmiştir. Malatya’nın diğer ilçelerinden de katılanlar vardır.


Buraya kadar yapılan açıklamalardan akla şöyle bir soru gelebilir. “Peki polis hiç bunları önceden sezinlemedi mi, toplanırken görmedi mi?”


Saldırganların toplandığı yerin 100 metre uzağında Merkez Polis Karakolu, 50 metre doğusunda Toplum Polisinin binası, 30 metre güneyinde Hükümet binası (Hükümet binasında Vali, Jandarma İl Komutanı, Savcı ve Emniyet Müdürü) bulunmaktadır. Toplandıkları yer, şehrin ana caddesinin üzeri olup, merkezi yerdir.


Toplantı saati yaklaşmaktadır. ‘Allahuekber’ sesleri Malatya’yı çınlatıyordu. Gittikçe çoğalan saldırganlar, kollara ayrılarak yağmalamaya, tahrip etmeye ve yakmaya başladılar. Malatya Emniyeti, TÖB-DER’in bulunduğu Fuzûli Caddesinin giriş-çıkış yollarında barikat kurarak saldırganların gelişlerini önlemeye çalıştılar. Bir polis ekibi de TÖB-DER Lokali önünde görev almıştı. Bir ara Emniyet 2. Şube şefi, TÖB-DER’e geldi. ‘Toplantınızı ya öne alın, yahut iptal ediniz. Güvenliği sağlamamız zorlaşıyor. Cezmi Kartay Caddesi curcunaya döndü’ diyordu. Diyordu ama, paneli öne almanın veya iptal etmenin önemi kalmamıştı. Çünkü her taraf sarılmıştı. Samanpazarı, Belediye önündeki alanda toplanan saldırganlar, tahralarını, nacaklarını, çivi başlı sopalarını, demir çubuklarını havaya kaldırarak ‘Şeriat isteriz, Müslüman Türkiye, Komünistlere ölüm, cihad’ gibi sloganlarla bağırıyorlardı. Saldırı ve tahribat başlatılmıştı. Saldırganların bir kolu, Cezmi Kartay Caddesine doğru harekete geçmiş, 50. Yıl Kahvesine saldırarak tüm camlarını kırmışlardı. Bu cadde üzerinde ve Alevilere ait birçok işyeri tahrip edilerek yakılmıştı.


Saldırganların diğer bir kolu, Kışla Caddesinde aynı sloganlarla saldırılarını sürdürüyorlardı. Vali konağının camlarını da kırmışlardı. Vali ve eşi dışarı çıkarak ‘Biz de Müslümanız’ diye şahadet parmaklarını havaya kaldırarak kelime-i şahadet getirmişlerdir.


Saldırganların başka bir kolu, İstasyon Caddesinden Sıtmapınar Semtine doğru saldırılarını sürdürüyorlardı. İş Bankası önünde Cafer Erkul’a ait gazete kulübesine saldırarak tahrip etmişler. Cafer Erkul’u da ağır biçimde yaralamışlardır. Sıtmapınarında Dursun Erkul’a ait gazete bayii tahrip edilmiş ve yakılmış, sahibi feci şekilde dövülmüştür.


Keza hükümet binasının bitişiği ve toplum polisi binasının önündeki sinema reklamlarının yerleri tamamen tahrip edilmiş. Aynı yerde Haydar Karagöz’e ait gazete kulübesi de tahrip edilerek dağıtılmıştır. Böylece saldırının birinci günü 9 kişi yaralanmış, 7 işyeri tahrip edilerek yakılmıştır.


Saldırının ikinci günü: “16.02.1975 günü ‘Nasıl olsa Emniyet kuvvetleri durumu kontrolleri altına aldı ve artık bir şeyler olmaz’ düşüncesiyle herkes şehir merkezine geliyor, işyerlerini kontrol ediyordu. Halkı köylerden toplayıp getiren tahrikçiler ise, amaçlarını yeterince gerçekleştirmemişlerdi. Çünkü TÖB-DER ve Alevilerin birçok işyeri hala sapasağlam duruyordu. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için uzak yerlerden, köylerden getirdikleri saldırganları bırakmadan evlerinde, çeşitli yerlerde konuk ederek saklamışlardır.


16.02.1975 Pazar günü erken saatlerde (saat 10.00) belediyenin önündeki alanda, bir gün önce kullandıkları saldırı araç ve gereçleriyle toplanıyorlardı. Belediye ile hükümet binasının arası 20-30 metre ya var, ya yoktur.


Öğretmenler kendi lokallerinde gelişmelerden habersiz oturuyorlardı. Saat 12.00 sıralarında iki sivil polis geldi, Şube Başkanı Tuncay Ünlü ile TÖB-DER Bölge Temsilcisi H. Nedim Şahhüseyinoğlu’nun Emniyet Müdürlüğü’nce çağrıldığını söylediler. Her iki yönetici birlikte Emniyet Müdürlüğüne gitti. Hükümet binasının önüne gittiklerinde, tahrikçi ve saldırgan bir grubun toplanıp beklediğini görmüşlerdir. Polis ise, hükümet önünde bekliyordu. Emniyet Müdürü, ‘Hocam, sizden rica ediyorum, sizler dünkü olaylara karşı bir yürüyüş düşünüyormuşsunuz. Bu nedenle karşı grup yeniden toplanmış. Bir olay çıkarılmaması için lokalinizi boşaltarak dağılınız. Yoksa çıkacak herhangi bir olayda koruma gücümüz olmayacaktır’ dedi.


Emniyete giden yöneticilerimiz ise, ‘Bizim yürüyüşümüz yoktur, böyle bir şeyi düşünen tek üyemiz dahi yoktur. Uydurmadır. Ancak emniyet bizi korumakta güçsüzse, müsaade buyurun biz kendi güvenliğimizi kendimiz alalım’ yanıtını vermiştir.


-Biliyorum sizin yürüyüşünüz olmadığını, ama halkı öyle kandırmışlar. Olayı görüşüyoruz, önlememiz zordur, lütfen dağılınız...


-Ama onlar iki gündür yasadışı toplanıyorlar. Suç işliyorlar. Dağılması gerekenler onlardır. Biz lokalimizde oturuyoruz.


Karşılıklı tartışmalardan sonra anlaşıldığı kadarıyla bir oyun düzenlenmiş. Bu oyunda hem saldırıya uğramamızı, hem de suçlu duruma düşmemizi istiyorlardı. Yönetim Kurulumuz ve avukatlarımız birlikte olayı değerlendirdi. En uygun çözümün TÖB-DER’i boşaltmak olduğu kanaatine vardık ve lokalimiz boşalttık...


Eğer emniyet kuvvetleri (polis) içtenlikle ve yansız davransaydı, saldırganlar ilk anda ve hiçbir güçlükle karşılaşmadan dağıtılabilirlerdi. Müdahale edilmemesi, saldırganları daha da cesaretlendirmiştir.


Saldırının ikinci günü, aynı topluluk ilahilerle ve bir gün önceki sloganlarla saptadıkları semtlere doğru harekete geçti.


Önce sinema reklamları (bir gün önce tahrip edilmişti, yeniden .yapmışlardı) yeniden tahrip edilerek parçalandı. Oradan CHP binasına, gazetelerin bulunduğu bürolara saldırdılar. Büroları tamamen tahrip ederek yaktılar. Sonra TÖB-DER’in lokaline saldırdılar. Lokalin tüm kapıları, pencereleri, içindeki eşyaları tahrip edildi, yakıldı. Altta bulunan 3-4 dükkan da camları tahrip edilerek yağmalandı.


Başka bir kol da İstasyon Caddesinden hareketle, bu cadde üzerindeki Malatya Basın Galerisi ve gazete başbayii gibi birçok işyerini tahrip etmiştir. Diğer bir kol da Kışla Caddesi üzerinde bulunan ve içki satan birçok dükkanın camlarını kırmıştır.


Keza bir gün önce tahrip edilen ve hemen camları takılan 50. Yıl Kıraathanesine yeniden saldırarak tüm camlarını, eşyalarını tahrip ettiler.


Sokaklarda rastladıkları solcu ve saçı uzun, bıyıkları kaba olanlara da feci şekilde işkence etmişlerdir. Bu sırada saçı uzun olan bir genci döverek öldürdüler. Avukat Süleyman Efe de aynı biçimde dövülerek ağır yaralanmıştır. Süleyman Efe’yi dövenler polistir.


Böylece iki gün süren saldırının bilançosu, 60 işyerinin tahrip edilmesi, yüzlerce insanın yaralanması, bir ölü ve yakılan Malatyadır.


Polis, olanları engelleyeceği yerde, işyerlerini korumak zorunda kalmış olanları, lokantada yemek yiyenleri, kahvede oturanları toplayarak gözaltına aldı... (6)

Basında 15 - 16 Şubat olayları


Cumhuriyet (16. 2. 1975): “Malatya’da TÖB-DER’in toplantısını protesto için 2000 kişi yürüyüşe geçmiş, bu arada Vali Lojmanını taşa tutmuşlardır. Saldırganlar daha sonra sol eğilimli kişilere ait bazı işyerlerini ve gazete bayilerini tahrip etmişlerdir.”


Cumhuriyet (16. 2. 1975): “Malatya’da bir çatışma oldu, bir kişi öldü. TÖB-DER’in önceki gün yapılan toplantısından sonra başlayan olaylar dün büyümüş, ‘Müslüman Türkiye’ diye bağırarak tekbir getiren sağcı bir grup, solcu diye tanınan kişilerin işyerleri ile CHP ve TÖB-DER merkezlerini taşlamışlardır. Malatya sokaklarında ‘Komünist avına’ çıktıklarını ilân eden bazı sağcıların kanlı saldırıları polisin yetersiz kalması karşısında askeri birliklerce süngü takarak önlenebilmiştir...


Samanpazarı mevkiinde önceki gün toplanarak, ellerinde Türk Bayrağı olduğu halde halkı kışkırtan grubun başlarında AP Eski Malatya Milletvekili Hamit Fendoğlu ile Şerif Dursun’un bulunduğu ve tüm olayların bunların direktifiyle başlayıp, genişleyerek kanlı bir biçime dönüştüğü...


Sağcılar, şehirde giriştikleri güya ‘Komünist avı’nda uzun saçlı gençleri toplayarak dövmüşlerdir. TÖB-DER üyesi öğretmenler sokak aralarında feci şekilde dövülmüşlerdir.”


Oktay Akbal’ın yazısı, Cumhuriyet (19. 2. 1975): “Pazar günü yurdun birçok ilinde yapılan TÖB-DER kapalı salon toplantıları gözünü kan bürümüş daha doğrusu bürütülmüş insanlar tarafından baskına uğradı. İzin alınmıştı, kapalı salon toplantısı yapmak için. Faşist örgütler günlerce önceden hazırlıklarını yapmışlar, bu toplantıları kurmak için... Açık bir gerçek bu. Bir İstanbul gazetesinde çıkan yazılarla daha da belirginleşen bu işlerin ardında kimin, kimilerin bulunduğunu gözler önüne seren bir gerçek... CHP Genel Merkezinden yapılan bir açıklamaya göre, bu gazete birkaç gün önce şöyle yazılar yayınlamıştır: ‘Kavgayı halkı yanıltıcı mekanlarda ve şartlarda yapmak yerine, halkın içinde, cesur, daha iyi göreceği yerde yürütmeliyiz. Bir Taksim hadisesi halkın kuralların niyeti ve eylemi hakkında tam ve kesin fikir sahibi olmasına neden olmuştur. Tarihi bir pazar gününün hatırası üç solcu eşkıyanın Taksim civarından bile korkarak geçmesini sağladı.’ “’


Ergün Göze, Tercüman (21.02.1975): “Böylece TÖB-DER, Türk Öğretmenine, Türk Milletine, Türk Gençliğine tamamen ters düşmüştür. TÖB-DER, bugüne kadar Türk Öğretmenine yapılan en büyük kötülüğü yapmış. Onu Stalin’le bir hizada görmüştür. Sayın Ecevit de “Her ne kadar TÖB-DER’i tasvip etmemekle beraber faşizan baskılardan söz ettiğini” söylemekle partisini Stalin’le aynı noktaya getirmiş bulunmaktadır.”


Alpaslan Türkeş’in basın açıklaması, Tercüman (23. 2. 1975): “Türk Milliyetçiliği herkesten önce ve herkesten çok sömürüye karşıdır. Emperyalizmin kökünü kazıyacağız. Adana’da işçi Hüseyin’in öldürülmesinden de bizi mesul tutan Ecevit’e hatırlatırım. Eğer biz öldürmeye niyetli olsak, işçi Hüseyin’e sıra ne zaman gelir düşünmesi gerekir... Halkın en meşru tepki hakkını kullanmasını devlete isyan diye jurnallamaktan utanmayan adamın kişiliğine bakın... Ve olayların devlete karşı değil, sadece TÖB-DER’e karşı olduğunu görmemezlikten gelmektir.”


Hürriyet (18. 02. 1975): “Malatya’da Pazar günü çıkan olaylar sırasında sağcı oldukları öne sürülen eli sopalı topluluk 300 işyerini tahrip etmişlerdir. İki kişinin öldürülmesi ve 100 kişinin yaralanmasından sonra, askeri birliklerin müdahalesiyle güçlükle bastırabilen olaydan sonra 224 kişi gözaltına alınmıştır.”


Milliyet (16. 02. 1975): “Malatya’da, saat 11.00’de ellerinde özel olarak yapılmış sopalar olduğu halde yürüyüşe geçen bir grup, vilayet önünde ‘Yaşasın Müslüman Türkiye, Kahrolsun Komünizm’ diye bağırmışlar. Yürüyüşçüler sol yayınlar sattığı ileri sürülen Cafer Erkul’un satış barakasını tahrip etmişlerdir. Sinema afişlerinin asılı bulunduğu camekânları parçalamışlardır. Bir içkili lokanta, üç kahve ve iki kitabevi taş yağmuruna tutularak camları kırılmış... olaylarda 18 kişi yaralanmış, ikindi ezanının okunmasıyla yürüyüşçülerin büyük bir bölümü camilere girmişlerdir.”


Deniz Baykal’ın Meclis’te yaptığı konuşma, Milliyet (18. 2. 1975): “Cepheleşme hareketiyle birlikte, Ülkü Ocakları Derneği saldırgan bir politika içinde girdi. Sağ terörizm dönemi başladı. Hükümet süratle açıklamalıdır. Adana’daki işçiyi öldürenler, afiş asan genci üç yerinden vuranlar, Şahin Aydın’ı, Kerim Yaman’ı öldürenler, TÖB-DER toplantılarını basarak isyan yaratanlar kimlerdir? Bunların siyasal nitelikleri nedir? Bütün bu olaylarda yer alanların aynı siyasal kampta yetiştirilmiş olmaları basit bir rastlantı mıdır? Bu olayların sorumluları kimlerdir? Tetiği çeken parmaklar mı, yoksa o parmaklara hükmedenler mi? Hükümetin suçlu ile haklı karşısında tarafsız kalmaya çalışmasını anlamak mümkün değildir.


Olayın hukuki boyutu ve sonucu


Olaylar denetim altına alındıktan sonra 400 kişi gözaltında alındı. Gözaltına alınanların yüzde 90’ını, işyerleri saldırıya uğrayanlar ile TÖB-DER Şube Yöneticileri, Malatya Yüksek Öğretim Derneği’nin ve Devrimci Gençlik Birliği’nin yöneticileri oluşturuyordu. Binlerce saldırgandan yalnızca 40 kadar kişi gözaltına alınmıştı.


Resmi yetkililerin anlatımlarına göre, saldırı TÖB-DER’e yönelikmiş. 57 il merkezinde kapalı salon toplantısı düzenlemiş olan TÖB-DER’in toplantısı yasal izinlidir. Saldırı ise Alevilerin yoğun olduğu (Malatya, Erzincan, Adıyaman, Amasya, Tokat, Turhal, Elazığ vb.) bölgelere yönelikti. Alevilere ait işyerleri tahrip edilmişti. Eğer saldırı TÖB-DER’e yönelikse, Alevilere ve solculara ait işyerlerini niye yağmalayarak tahrip etmişlerdir? Alevilerin ve solcuların işyerlerini önceden kim belirleyerek işaretlemiştir? TÖB-DER’in konuşmalarının sonucu halkın tahrik olduğu söylendi. Oysa TÖB-DER’in toplantıları kapalı salonlarda yapılıyordu. Görüntü ve ses dışarıya verilmiyordu. Kaldı ki, daha toplantılar başlamadan saatler öncesinden saldırı başlatılmıştı. Bu ve benzeri sorular yanıtlandığında saldırının perde arkası ortaya çıkacaktır. Kim ne zaman yanıtlayacaktır?


Olay sonrası İçişleri Bakanı Mukadder Öztekin, Jandarma Genel Komutanı Org. Orhan Yiğit ve Emniyet Genel Müdürü Celal Öztüfekçi beraberlerindeki heyetle Malatya’ya geldiler. Bu yetkililer, Malatya Emniyetinin önceden belirlediği kişilerle görüştürüldüler. Saldırıya uğrayan, işyerleri tahrip edilenler dinlenilmedi, görüşülmedi...


Adana DGM’nin üç savcısı, olayları soruşturmak üzere Malatya’ya geldi. Gözaltında bulunanların ifadeleri alındı. Saldırıya uğrayanlarla saldırganlar ayrımı yapılmadan; sanki birlikte saldırı düzenlenmiş gibi, savcılar ortak dava açılmasına karar vermişlerdir. Olayların başladığından beri saldırganlar korunuyordu. Kimi polislerin olay sırasında yakaladıkları, gözaltına alınmadan bırakılmışlardı. Ortada ölen ve yaralanan insanlar ile tahrip edilmiş işyerleri bulunmaktadır. Bunlar için de bir suçlu bulunmalıydı. Ama emniyetin yanlı tutumu nedeniyle gerçek suçlular ortalıkta yoklardı. DGM’nin savcıları da bu doğrultuda yürüttükleri soruşturmanın sonunda dengeyi sağlamak amacıyla hareket ettiler ve saldırganlardan kaç kişi tutuklanmışsa; saldırıya uğrayanlardan da o kadar kişi tutuklandı.


Tutuklananlar: Saldırıya uğrayanlar: Tuncay Ünlü (TÖB-DER Şube Başkanı), Kasım Demir (TÖB-DER Yöneticisi), Mehmet Hatip Özer (TÖB-DER Yöneticisi), Aziz Maho (TÖB-DER Yöneticisi), Haluk Türkşen (TÖB-DER Yöneticisi), Veli Yılmaz (TÖB-DER Üyesi), H. Nedim Şahhüseyinoğlu (TÖB-DER Üyesi, Bölge Temsilcisi), Nevzat Yıldırım (TÖB-DER Üyesi), Kemal Kırlangıç (TÖB-DER Üyesi), Murtaza Akgül (TÖB-DER Üyesi), İhsan Pektaş (Sol görüşlü), Nurettin Eren (Sol görüşlü), Ali Arı (sol görüşlü), Hadi Kepenç (Sol görüşlü), Cemalettin Doğan (Sol görüşlü), Adem Özcan (Sol görüşlü), Orhan Apaydın (Gazeteci), Ünal Nebioğlu (CHP’li), Talat Ertuna (Sol görüşlü işçi), Ömer Kral (Sol görüşlü öğrenci), İsmet Günay (Sol görüşlü), Rıza Karaca (Sol görüşlü, işyeri tahrip edilen), Hasan Karaca (Sol görüşlü, işyeri tahrip edilen), Cemil Çimen (Sol görüşlü, işyeri tahrip edilen), Hüseyin Bezek (Sol görüşlü).


Saldırganlar: Orhan Menekşe, Yaşar Bozkurt, Recep Mesut Samanlı, Ekrem Berber, İhsan Memiş, Şerif Dursun, Hamit Fendoğlu, Timurtaş Uçar, Muhittin Turgut, Abdullah Yılmaz, Zeki Öz, Ramazan Temur, Mehmet Ali Diri, Hüseyin Şen, Aziz Moran, Haci Doğru, Mehmet Polaloğlu, Ali Ercan, Abuzer Karagöz, Nail Çelebi, Temur Altınkaya, Yusuf Kantıya, Haşim Karaaslan, Hüseyin Çekin, Bedri Öner. (7)


Adana DGM savcılarının hazırladığı iddianamede, saldırıya uğrayan ve işyerleri tahrip edilen TÖB-DER, Malatya Yüksek Öğrenim Derneği, Devrimci Gençlik Birliği yöneticileri hakkında şu görüş ve değerlendirmelere yer verildiği görülmektedir:


TÖB-DER Malatya Yönetim Kurulu üyeleri, MAYÖD Malatya Şubesi Yönetim Kurulu üyeleri DGB Malatya Şubesi müteşebbis heyeti üyeleri olan sanıklar ile 02. 02. 1975 tarihinde Malatya Merkezinde tertip edilen sessiz yürüyüş tertip komitesinin üyeleri ve 15. 02. 1975 tarihinde TÖB-DER tarafından tertip edilen kapalı salon toplantısında konuşmalar yapan sanıkların cümlesinin kül halinde aynı maksat ve gaye uğrunda zaman zaman birleşerek ve birbirlerinin fiillerini aynı amaç uğrunda bulundukları bu suretle TÖB-DER, MAYÖD, DGB derneklerinin yasal birer kuruluş olmalarına rağmen tüzüklerinde yazılı uğraşı amaçları haricinde gizli kasıt ve gayelerini gerçekleştirmek için legal görünüm altında illegal cemiyet olarak çalışmalar yaptıkları, 02. 02. 1975 tarihli sessiz yürüyüş tertip heyetinin ve 15. 02. 1975 tarihli TÖB-DER Malatya Şubesi kapalı salon toplantısında konuşma yapan sanıkların da aynı gizli kasıt ve gaye uğrunda birleştikleri ve bu suretle gizli cemiyet olarak bu sanıkların 1961 tarihli Anayasamızın getirmiş olduğu sosyal ve iktisadi nizamı yıkmak, sosyal sınıflar üzerinde tahakkümü tesis etmek, memleket içinde müesses iktisadi, sosyal nizamları yıkmaya matuf 1-2-3-4-5 numaralı bentlerde yazılı olduğu şekilde çalışmalar yaptıkları, bu çalışmalar cümlesinden olarak yayınladıkları bildirilerle, yaptıkları konuşmalarla gayelerine erişmek için işçi ve köylü sınıfını oluşturmak ve eyleme hazırlamak maksadıyla muhtelif vesilelerle, muhtelif zamanlarda aynı sanıkların komünizm propagandası yaptıkları, cemiyetin muhtelif sınıflarını kanunlara itaatsizlik ve umumun emniyeti için tehlikeli bir tarzda kin ve adavete tahrik eyledikleri tüm bildiri münderecatları, 28. 12. 1974 tarihli gecedeki konuşmalar, 02. 02. 1975 tarihli sessiz yürüyüş sırasında geçirilen pankart münderecatları, bu konuşmaları ihtiva eden bantların tape edilmiş suretiyle, emanete alınan bant ve matbu evrak münderecatı 15. 01. 1975 tarihinde Malatya merkezindeki toplum olayları, şahadet ve tekmil dosya münderecatıyla sabit olmuştur.”


İddianamenin saldırganlarla ilgili bölümünde ise şu değerlendirmeler yapılmaktadır:


Malatya Merkezi Ülkü Ocakları Şubesi Yönetim Kurulu Başkan ve üyelerinin Malatya’da vuku bulan toplum olaylarından birkaç gün evvel evrak arasında mevcut (Yüce Türk Milletine) başlıklı bildiriyi teksir ettirip halka dağıttıkları, bu bildiri münderecatında ileri sol temayüllü şahıslar tarafından söylendiği anlaşılan (Memleketin ovasından en yüksek tepesine kadar kızıl bayrak çekeceğiz. Mescitleri ve Kâbe’yi yıkıp yerine bostan ekeceğiz... Kıpkızıl komünistim... istediğim bir zaman sana gelirim... atarak kızıllığımı karanlıklara... dışarıdan bir ezan sesi geliyor... tıpkı köpek havlamasını andırıyor) cümlelerini bu bildiri münderecatına yazdıkları ve bildirinin son kısımlarına da (...nesillerimizi milliyetçi yetiştirerek komünizmi, masonizmi ve vatanımızı hiçbir menfaate dayanmadan yüceltmek ve yükseltmek olmalıdır...Ülkü Ocakları) cümlelerini yazdıkları;


Bu suretle milliyetçilik grubun sapık ideolojiye sahip olduklarını kabul ettikleri karşı gruptaki şahısları bizzat ezeceklerini beyan etmek ve bu hususu bildiri şeklinde kaleme alarak 15-16. 02. 1975 günü Malatya Merkezinde vuku bulan toplum olaylarından birkaç gün evvel teksir ettirerek halka dağıtmak suretiyle, halkı bu olaylara tahrik ve teşvik ettikleri; bu suretle cemiyetin muhtelif sınıflarını umumun emniyetleri, elde edilen bildiri, bu bildirilerin dağıtıldığına dair tevilli ikrar ve şahadet ile sabit olmuştur...” (8)


İddianamede, TÖB-DER, MAYÖD, DGB yöneticileri için ileri sürülen gerekçeler, onlarca yıldan beri Sıkıyönetim Mahkemelerinin, DGM’nin iddianamelerinde kalıplaşmış suçlamaların tekrarı ve benzeridir. İddianamenin düşündürücü yanı; Malatya’da sağcıların başlattığı saldırı sonucu öldürülen kişilerin, yaralanan yüzlerce kişinin, yağmalanarak tahrip edilen yüze yakın işyerinin suçlularının nerede olduğuna, suçluların kimler olduğuna dair bir “iddia”nın olmamasıdır. Bu saldırı örgüt işi değil midir?


Bir süre sonra Adana DGM’de duruşmalar başladı. Tutukluların bir bölümü hemen ilk duruşmada, geri kalanlar ise sonraki duruşmalarda tahliye edildiler. DGM ile ilgili yasa, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Dava dosyası Malatya Ağır Ceza Mahkemesine gönderildi. Malatya Ağır Ceza Mahkemesi de davanın Sıkıyönetim kapsamında olduğunu belirterek dosyayı Elazığ Sıkıyönetim Mahkemesine gönderdi. Elazığ Sıkıyönetim Mahkemesi de davanın sıkıyönetimin ilanından önce işlendiğini belirterek dosyayı yeniden Malatya Ağır Ceza Mahkemesine gönderdi.


Sonuçta Yargıtay, davaya Elazığ Sıkıyönetim Mahkemesinin bakacağına karar verdi. Bu gel-gitlerle dava zaman aşımına uğradı. Elazığ Sıkıyönetim Mahkemesi, 1983 / 8826, E: 1983 / 220, Karar No: 1984 / 38 kararıyla davanın zamanaşımına uğradığını belirterek tüm sanıkların beraatine karar verdi. Böylece 15-16 Şubat 1975’te gerçekleşen saldırılar, suçluları ortaya çıkarılmadan örtbas edildi ve dava dosyası tarihin yargısına havale edildi.

Akçadağ Öğretmen Okulu Olayı (1975)


Akçadağ İlçesinde 17 Nisan 1940’da Akçadağ Köy Enstitüsü açıldı. Daha sonra, Köy Enstitüsü’nün yerleşim yerini belirlemek üzere araştırmalar yapıldı. Malatya-Adana demiryolunun otuzuncu kilometresinde bulunan Akçadağ İstasyonunun güneydoğusuna düşen arazi saptandı. Enstitü’nün yeri için belirlenen araziler, Karapınar, Kırlangıç ve Onatlı Köylerine aitti. Köylüler, üç bin dönümlük arazinin bir bölümünü düşük bir bedel karşılığı, büyük bölümünü de bağış yoluyla verirler. O dönem karayolları yeterli değildi ve hatta yoktu. Bu nedenle, Darende ve Akçadağ ilçeleriyle çevre köylerin ulaşımı Enstitü’nün bitişiğinde bulunan tren istasyonundan yapılıyordu. Okul yönetimi, Enstitü arazisinin tam ortasından geçen on metre genişliğinde, 2 km uzunluğunda bir yol açtı. Bu yolu çakıl ve kumla da döşetti. Çevrenin tüm ulaşımı bu yol üzerinden yapılmaya başladı.


Akçadağ Köy Enstitüsü’nün yöresinde 15 Alevi köyü bulunmaktaydı. Enstitü Yönetimi, bu köylerle ve diğer komşu köylerle ilişkileri oldukça sıcak, neredeyse bir aile gibiydi. İmece yoluyla bölgenin köylülerine kayısı, elma, kavak, bağ dikiminde yardımcı olunuyordu. Enstitü’de milli bayramlarda ya da diğer günlerde düzenlenen temsillere, eğlencelere ve törenlere tüm köylerin halkı çağrılırdı. Enstitü ile halk arasında dostluk ve işbirliği sağlanıyordu. Yöre köyleri de düğünlerine Enstitü’nün öğretmenlerini, yöneticilerini, folklor ve müzik ekiplerini çağırırlardı. 1950’de Köy Enstitüleri kapatıldı. Yerine Öğretmen Okulları açıldı. Akçadağ Köy Enstitüsü’nün yerine açılan Öğretmen Okulu da, yöre halkıyla devraldığı gelişmiş ilişkileri pekiştirerek sürdürdü.


Böylece 1970’lere gelindi. 1974’de CHP ile MSP’nin ortak hükümeti düşünce, AP, MSP ve MHP’nin ortaklaşa hükümeti (I. MC) kuruldu. MC Hükümeti, yatılı okulların yönetiminde bulunan demokrat yönetici ve öğretmenleri okuldan uzaklaştırmaya; yerine ülkücü öğretmenler ve yöneticiler atamaya öncelikli olarak yöneldi. Böylece yatılı okullar, ülkücülerin kurtarılmış bölgeleri oluyordu. Akçadağ Öğretmen Okulu’na da Cafer Toksun adında bir müdür atandı.


Cafer Toksun, Sivaslı bir Alevi ailenin çocuğudur. Yoksuldur, yatılı okula zorlukla girmiştir. Öğretmen olduktan sonra ırkçılarla ilişkilerini sıklaştırır. Yeni müdürün Alevi bir aileden geldiğini öğrenen komşu köyler halkından Aleviler, “Bizden de bir müdür çıktı” diye sevinmişler, hediyelerle kutlamaya gitmişlerdir. Cafer Toksun, ziyaretine gelen köylüleri soğuk karşılar. Hatta bir ara, sorguya çekercesine “Bu köylerin oylarını hep CHP’ye verdiklerini öğrendim. Doğru mu?” diye sorar. Köylülerin, “Müdür bey, faşistlere verecek değiliz ya...” yanıtı üzerine, Cafer Toksun’un rengi sararır, gözleri döner ve “Bir daha bu okulun toprağına ayak basmayacaksınız” diye gelenleri odasından kovar.


Şeyh Mano, Kırlangıç Köyündedir. Pir Sultan Abdal hayranıdır. Pir Sultan Abdal hakkında bilgi edinmek için Sivaslı olduğunu öğrendiği Cafer Toksun’a gider. Cafer Toksun, Şeyh Mano’nun kılık kıyafetine, kaba bıyıklarına bakar ve küçümseyerek “Senin ne isteğin var, söyle bakalım” diye sorar. Şeyh Mano, “Beyefendi, siz Sivaslısınız, Pir Sultan Abdal hakkında bilgi öğrenmek için geldim” dediğinde, Cafer Toksun’un tepesi atar ve “Komünistler sizi yoldan çıkarmışlar. Senin o sorduğun aptal da sapkının biriydi” yanıtını verir, konuğunu kolundan tuttuğu gibi dışarıya çıkarır. Şeyh Mano, “Orası Sivas’tır, Pir Sultan da çıkar, Hızır Paşalar da çıkar. Seni Pir Sultan sanmıştım” yanıtıyla ayrılır.


Bir süre geçmiş ve Cafer Toksun, yöre halkı ve okul hakkında yeterli bilgiyi edinmiş, kadrosunu oluşturmuş, saldırı planlarını hazırlamıştır; sıra uygulamaya gelmiştir. İlk iş olarak, okulun üç bin dönümlük arazisinin etrafını dikenli telle çevirdi, böylece yöre köylerin Akçadağ’a ulaşmak için 35 yıldan beri kullandığı yolu kapatmış oldu. Yolun girişine bir kulübe yaptırdı. Kulübeye silahlı bekçi yerleştirdi ve telefon bağlattı. Bununla da yetinmedi, okul arazisine eli silahlı bekçiler yerleştirdi ve yaklaşanlara ateş ettirmeye başladı. Böylece okulla yöre halkının ilişkilerini kesti. Eğer biri okula gidecekse, nöbetçiler önce ziyaretçinin kimliğini kontrol ediyor, sonra okul yönetimine telefon edilerek verilen bilgilere göre işlem yapılıyordu.


Okulun demokrat öğretmen ve çalışanlarına baskı yaparak onları uzaklaşmaya zorluyordu. Cafer Toksun’un baskılarından öğrenciler de paylarına düşeni alıyordu. Sol görüşlü öğrencileri baskıyla yıldımaya, kimi zaman da derslerden çıkararak dövmeye giriştiği şeklindeki haberler giderek artıyordu. Faaliyetlerinde, Malatya Ülkü Ocaklarından getirdiği ve özel yetiştirilmiş militanları da kullanıyordu. Okulun salonlarında asılı sanat değeri yüksek tablolar indirilmiş, yerine MHP’nin propaganda resimleri yerleştirilmişti. Atatürk’ün resminin de indirildiği, yerine Ergenekon Destanıyla ilgili bir tablonun asıldığı haberi, basın organlarında yayımlanmıştı.


Akçadağ Öğretmen Okulu adeta askeri bir kamp, Cafer Toksun da kampın komutanı gibiydi. Rastladığı Alevi kadınlara “Alevileri yaşatmayacağım. Sizi kocasız bırakacağım” dediği, baskılarını artırdığı görülmekteydi. Gelişmeler üzerine, yöre halkı ve öğrenci velileri, durumu Malatya Valisine bildirirler. Vali, şikayetleri dikkate almamakta, müdürden yana tutum sergilemektedir.


Saldırı ve baskılarla ilgili basın haberi şöyle:


Dün öğleden sonra Akçadağ Öğretmen Okulu’nda meydana gelen çatışmada birkaç öğrenci yaralanmış, okul binasının ön tarafındaki bütün camlar kırılarak okul büyük ölçüde hasara uğratılmıştır. Olay üç solcu öğrencinin dövülmesi üzerine, okulda bulunan 500 kadar solcu öğrenci idarenin bu tutumunu protesto ederek derse girmişlerdir. Faşist öğrenciler, idarenin bıraktığı boşluktan faydalanarak ellerine geçirdikleri taş ve sopalarla birbirlerine girmişlerdir. Olay yerine jandarma birlikleri getirilmiş, okulda bulunan öğrenciler ise derslerine devam etmişlerdir.” (9)


Akçadağ Öğretmen Okulu’nda ülkücülerin silahlı eğitim yaptıklarına; öğrencilere, öğretmenlere yönelik baskıların giderek arttığına, bu baskıların yöre halkına da yöneldiğine tanık olunmuştur.


Gelişmeler somut meyvelerini vermekte gecikmez ve nihayet, 7 Kasım 1975 gecesi, önceden hazırlanmış eli sopalı ülkücüler, aniden yatakhaneleri basar. Öğrenciler yatmaya hazırlanmaktadır ve kimisi pijamalı, kimisi de don-gömlekledir. Ani baskın ve bedenlerine inen sopaların tesiriyle ne yapacaklarını şaşıran 600 öğrenci, can korkusuyla dışarı fırlamışlardır. Bir kovalamaca başlamıştır. Baskı ve saldırıdan kaçan 600 öğrenci, okulun üst tarafında bulunan dağ ve tepelere sığınırlar. Mevsim yağışlı ve soğuk, öğrenciler çıplaktır. Saldırı haberi Malatya’da CHP İl Başkanı Turan Fırat’a ulaşır. CHP İl Yönetimi, TÖB-DER ve basın organları mensupları ortaklaşa tuttukları birkaç otobüsle dağlara sığınan öğrencileri toplamaya gider ve megafonla öğrenci aramaya koyulurlar. Kayaların kovuklarına sinmiş ve korkuyla bakışan henüz 15-16 yaşlarındaki çocukların büyük bölümü toplanarak Malatya’ya getirilir. O gece evlere dağıtılan öğrencilerin soğuktan donmaları önlenmiş olur.


Meydana gelen olaylardan dolayı 600 öğrenci okuldan uzaklaştırılmıştır. Okuldan uzaklaştırılan öğrencilerin velileri tarafından hazırlanan ve yetkililere ulaştırılan belge şöyle değerlendirilmektedir: “ ‘Atatürkçü öğretmen ve öğrencileri okuldan uzaklaştırmak için çok öncelerden Okul Müdürü Cafer Toksun, Eğitim Şefi Fazlı Aktaş, öğretmenlerden Mehmet Yıldırım, Halit Karadağ, Remzi Sağıroğlu, Züleyha Cömert, Celal Aydoğmuş, Mehmet Kara tarafından hazırlığı yapılan ve ortamı oluşturulduktan sonra meydana gelen olay esnasında, 700 öğrencinin dolaplarının tahrip edilerek eşyalarının, kitaplarının ve paralarının talan edildiği, talan edilen paraların ve eşyaların bu öğretmenlerce Ülkü Ocaklarına teslim edildiği, Atatürkçü öğrencilerin okulun bodrumuna konularak işkenceye uğradıkları ve günlerce ekmek verilmediği gibi, şimdi de olayı saptırmak için olaya mezhep, dil ve bölgecilik gibi bölücülük niteliğinde olan suçlamalarda bulundukları, böylece korkunç bir bölücülük yaptıkları, bütün bu olaylardan haberli olan Malatya Valisi ve Milli Eğitim Müdürünün olaya yeteri kadar eğilmedikleri, hatta olayla ilgili tanıklar ve mağdurların kimisinin dini görüşlerinden, kimisinin politik görüşlerinden dinlenilmedikleri, sadece olayı yaratanlar ve onların gösterdikleri tanıkları dinleyerek tek taraflı kovuşturma yaptıkları, Vali ve Milli Eğitim Müdürünün adeta onların koruyuculuğunu yaptığı’, ileri sürülerek Cumhurbaşkanına, Senato ve TBMM Başkanına, Parti Genel Başkanlarına ve Parlamenterlere durum bildirilmiştir. Olaya eğilmelerini, bülücülük niteliğini taşıyan bu tutumun önlenilmesini, ilgililer hakkında kovuşturma yapılmasını, gerçeğin ortaya çıkması için ilgilerini istemişlerdir...” (10)


Malatya Milletvekili Celal Ünver, demokratik kitle örgütleri temsilcileri ve basın mensuplarından oluşan bir heyetle Akçadağ Öğretmen Okulu’na gider. Olayı incelemek üzere Akçadağ Cumhuriyet Savcısı ile İlçe Jandarma Komutanı da o sırada okulda bulunmaktadır. Okul Müdürü Cafer Toksun, Milletvekili Celal Ünver’in okulu gezmesini, gözaltına alınan öğretmen ve öğrencilerle görüşmesini, olayın neden kaynaklandığını öğrenmesini engellemeye çalışır. Bunun üzerine Celal Ünver sert bir tepki gösterir ve Savcının araya girmesiyle olay büyümeden yatışır. Dönemin yerel basın organlarında, Okul Müdürünün olumsuz tutumu şöyle anlatıldı: “İlimiz Akçadağ Öğretmen Okulu’nda son çıkan olaylardan sonra 20 kadar öğrenci velisi ile okula giden CHP Malatya Milletvekili Celal Ünver, Okul Müdürü ile görüşürken, bir süre önce duvara asılan bozkurt resmi hakkında bilgi istemiş ve bunun üzerine Okul Müdürü Cefar Toksun, zile basıp çağırdığı birkaç öğretmen ve öğrenciyle CHP Milletvekili Celal Ünver’in üzerine yürümek istemiştir. Bu arada CHP Milletvekili Celal Ünver odaya gelen kalabalık bir öğretmen topluluğuna, ‘Siz kim oluyorsunuz ki beni dışarı atmak istiyorsunuz’ demiş ve bunun üzerine orada bulunan jandarma üst çavuşunun müdahalesiyle olay büyümeden önü alınmıştır...” (11)


Akçadağ Öğretmen Okulu’nda meydana gelen olayların sonucunu merak etmeyiniz. Hiçbir şikayet ve soruşturma sonuç vermedi. 600 öğrenci, 20 öğretmen okuldan uzaklaştırıldı. Okul, tamamen Ülkü Ocaklarının karargahı haline geldi.

Parlamento üstü bir örgüt


Devletin ekonomik ve politik desteği ve korumasıyla güçlendirilen Ülkü Ocakları, kendilerini devlet yerine koyuyorlardı. Dokunulmazlıkları vardı. Devletin en üst organı olduklarını her yerde ve ortamda açıkça söylüyorlardı. Nitekim Ülkü Ocakları Malatya Şube Başkanı, yaptığı bir basın açıklamasında bakın ne diyor:


... büyük Türk Milletine ve onun yetkililerine şunu bilhassa ifade etmek istiyorum. Ülkücüler parlamento dışı parlamenterlerdir. Yani ülkücüler milletin seçilmemiş milletvekilleridir. Ülkücüler bulundukları yerlerde millete hizmet ederler. Ülkücüler milletin bir yön ve hedef tayin etmeye çalışan öncüleridir, önderleridir. Hareketimiz meşrudur. Herkese açıkça şunu hatırlatırız ki, bizim Allah, Vatan, Millet, Devlet, Bayrak ve insanlığa hizmetten başka bir aşkımız yoktur...” (12)


Görüldüğü gibi, Ülkü Ocakları kendilerini ülkenin en üst kurumu olan parlamentonun da üstünde bir kurum olarak görmektedirler. Bu özellikleri nedeniyle, her türden katliam, tahrip ve yağma onların gözünde meşruydu. Evet Ülkü Ocaklarının dokunulmazlığı vardır. Kuruluşundan günümüze değin gerçekleştirdikleri onlarca katliamın, öldürdükleri yüzlerce aydının, bilim adamının hesabını vermemişlerdir. Onlardan herhangi bir hesap sorulmamıştır da. O tarihlerde Başbakan Süleyman DEMİREL’in, “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz...” demeci ve söylemi; kurdurduğu, koruduğu örgütle karşı karşıya gelmek istemediğindendir.


1970-1980 arasında Malatya’da bine yakın olay oldu, yüzün üstünde öğretmen, genç, memur, esnaf öldürüldü. Dokunulmazlıkları nedeniyle, bunca olaya karşın, Ülkü Ocakları yakayı ele vermemişlerdir. Malatya Emniyet Müdürlüğünün basına verdiği bilgilere göre, 1976’da 980, 1977’de 891 olay olmuştur. Yani iki yıl içinde Malatya’da meydana gelen olayların toplamı 1871’dir. Bu rakamlar, Malatya’da terörün nasıl tırmandırıldığının kanıtıdır.


Hamit Fendoğlu (Hamido) Olayı ve Katliam (1978)

Fendoğlu’na Gönderilen Bombalı Paket


Cumhuriyetin ilânından 1980’e kadar Malatya’da CHP ağırlıklıydı. 1946’dan 1960’a kadar Malatya’nın milletvekillerinin tümünü CHP kazanıyordu. 1961’den 1980’e kadar yapılan milletvekili seçimlerinde Malatya’nın 6 milletvekilinin 4’ünü CHP, geri kalan ikisini de sağ partiler alıyordu. (1965 seçimlerinde 1 milletvekilini TİP almıştı.) Malatya’nın iki senatörünü de CHP alıyordu.


Malatya Belediye Başkanlığını, 1920’den 1977’ye kadar CHP adayları kazanıyordu. 11 Aralık 1977’de yapılan Belediye Başkanlığı seçimlerini bağımsız aday Hamit Fendoğlu kazandı. Fendoğlu sağ görüşlüydü.


Fırat Nehri üzerinde Keban ve Karakaya Barajlarının yapılmasından sonra, baraj suyunun altında kalan yüzlerce köyün halkı Malatya’ya göç ettiler. Göçün altyapısı hazırlanmamıştı. Göçle gelenlerin büyük çoğunluğu varoşlara (gecekondu) yerleştiler. Bu insanlar, kent yapısıyla uyum sağlayamadılar. Ekonomik ve kültürel bunalımla karşı karşıya kalmışlardı. Göçün olumsuz etkilerinden doğan siyasal ve kültürel boşluğu, siyasal İslamcılar (tarikatlar) ile ırkçı-milliyetçiler doldurmaya, kente yeni gelen bu insanları siyasal düşünceleri doğrultusunda yönlendirmeye çalıştılar. İzinli-izinsiz sayısız Kuran kursu açıldı. Bu gelişmelerin sonucu Malatya’nın demokratik ve siyasal yapısında büyük değişimler oldu. Malatya İl Merkezinde güçlenen siyasal İslamcılar ve ırkçılar, Malatya’da Alevi-Sünni, Türk-Kürt ayrımı yaratmaya yöneldiler. Kent merkezinde işyeri açmış olan Aleviler, baskıyla göçe zorlanıyordu. Sık sık sağcılarla solcular çatışmaya; çeşitli mahalleler kurtarılmış bölge ilan edilmeye, faili meçhul cinayetler artmaya başladı. Mezhepsel ve etnik ayrışım ve saldırılar ilçe ve köylere değin uzandı. Hamit Fendoğlu, böyle bir ortamda (11.12.1977) bağımsız olarak Belediye Başkanlığı’na seçildi.


Hamit Fendoğlu, Malatya merkezine bağlı Burgurlu Köyü’nde dünyaya gelir. Küçük yaşta ailesiyle birlikte Malatya’ya taşınırlar, ama köyü ve mensup olduğu İzollu Aşiretiyle ilişkilerini ve bağını koparmadan sürdürür. Genç yaşta politikayla ilgilenmeye başlar. 1946’da DP’nin gençlik kollarıyla ilişkisi gelişir, partiye üye olur. Lise öğreniminden sonra çiftçilikle uğraşan Hamit Fendoğlu, renkli, hareketli kişiliğiyle Malatya’da isim yapar; etkin kişiler arasında yerini alır.


27 Mayıs 1960 darbesiyle DP kapatılır. DP’nin milletvekilleri, bakanları ve yöneticilerinin çoğunluğu gözaltına alınır. Hamit Fendoğlu da gözaltına alınarak Yassıada’ya gönderilir. Orada DP’nin üst yöneticileriyle birlikte yargılanır.


1965 Milletvekili Genel Seçimlerinde DP’nin devamı olan AP’nin listesinde Malatya Milletvekili seçilen Fendoğlu, 1969’a kadar Milletvekili olarak TBMM’de görev yaptı. TBMM’de Tabii Senatör Sıtkı Ulay’a, TİP Milletvekili Çetin Altan’a, İrfan Solmazer’e saldırır. Bu nedenle adı kavgacı olarak yayılır. Yakın arkadaşı olan gazeteci Abdullah Uraz, gazetedeki köşesinde Hamit Fendoğlu hakkında şunları yazar:


... Sık sık çıkan kavgalarda buna dayanamayan Hamido, ön safta bu kavgalara karşın kendisini tutamazdı. Hakkında yayınlar başlar. O, bunlardan üzülür şöyle derdi: ‘Yahu bu işi anlamıyorum. Beni hadise makinesi gibi gösteriyorlar. Yahu siz ne biçim gazetecisiniz... Sizde Allah korkusu yok mu? Görmediniz mi? Ben mi olay çıkardım? Ben mi bir kimseye hakaret ettim? Tahrik ettim? Onlar tahrik edecek, küfür edecek, benim liderime, hatibime bunları yapacak, üstlerine yürüyecek... Sonra... Sonra ben de duracağım. Olur mu öyle şey? Bu Hamido’ya yakışır mı? Sonra da beni suçlu gösteriyorlar’...” (13)


Hamit Fendoğlu, hareketliliği nedeniyle AP yönetimiyle anlaşamaz, partiden ihraç edilir. Ferruh Bozbeyli’nin kurduğu Demokratik Parti’ye geçer. 1973 Milletvekili Genel Seçimlerinde bu partiden aday olur, ama seçimi kazanamaz. 15 Şubat 1975’de Malatya’da meydana gelen saldırıda yer alır. Tutuklanarak Adana Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanır.


Fendoğlu, 1977’de yapılan seçimlerde MSP, MHP ve sağ güçlerin, örgütlerin desteğiyle bağımsız olarak Belediye Başkanlığını kazandı. Belediye Başkanı olduktan sonra siyasal İslamcılar ve milliyetçilerle (ülkücüler) arasının açıldığı söylentisi yaygınlaşıyordu. 1978’de Türkiye’de politik ortam oldukça karışıktı, sol ve sağ gruplar birbirleriyle kıyasıya çatışma içindeydi. Halk tedirgin, muhalefet partileri (AP, MSP, MHP) tahrik ediciydi. Siyasal iktidar (CHP) yetersizdi...


Böyle bir ortamda, Ankara-Emek PTT’sinden Hamit Fendoğlu adına bir koli gönderilir. Koli, Kasım Önadım adıyla gönderilmiştir. Kasım Önadım, Hamit Fendoğlu’nun çok sevdiği bir arkadaşı, dostudur. Koli, Malatya PTT’sine gelir; Fendoğlu 14 Nisan 1978’de koliyi aldırtır. İşlerin yoğunluğu nedeniyle koli birkaç gün belediyede kalır. 17 Nisan günü akşamı Fendoğlu koliyi arabasıyla evine götürür. O anı, Hamit Fendoğlu’nun eşi Mukaddes şöyle anlatmaktadır: “Hamit eve geldi. Elinde bir paket vardı. Çocuklar ‘Ne o dede?’ deyip etrafını sardılar. Hamit de ‘Kasım amcanız size çikolata göndermiş’ dedi.” (14)


Hamit Fendoğlu, koltuğuna oturmuş, kolinin ambalajını açmaya çalışıyordu. Kolinin kapağı açıldığında ani bir ses ve patlama binayı sarsar. Mutfakta bulunan eşi salona koştuğunda Hamit’in paramparça olduğunu, torunlarının ve gelinin de kanlar içinde yerde yattıklarını görür, korkunç olay karşısında ne yapacağını şaşırır. O sırada komşuları koşuşarak olay yerine yetişirler. Hamit Fendoğlu’yla aynı köyden ve yakını olan AP İl Başkanı Avukat Bayram Özcan da ilk yetişenlerden biridir. Avukat Özcan’ın anlatımından:


Yakın komşuyuz. Olayı duyduğumda ilk yetişenlerden biriyim. Hamit parçalanmıştı, torunları ve gelini halen canlılardı. Onları bir an evvel hastaneye yetiştirmeye çalışıyorduk. O sırada evin önünde sayıları 100 kadar olan bir grup birikti, slogan atmaya başladılar. Bu acıya yenilerinin ekleneceğinden kuşku duyuyordum. Ölü ve yaralıları hastaneye yetiştirdik, maalesef yaralıları kurtaramadık. Biz bu telaşın içindeyken, hastanenin önünde sayılarının 1000 kadar olduğu tahmin edilen bir grubun toplanmış olduğunu, sloganlarla şehir merkezine doğru yürüyüşe geçtiklerini, sağa sola saldırdıklarını sonradan öğrendim. Kuşkularım daha da arttı. Malatya’nın yeni acılarla karşılaşmasını istemiyordum. Bu ülke, bu toprak, bu insanlar bizim. Uygarca ve hoşgörü içinde sorunlarımıza çözüm aramalıyız. Maalesef sağ-sol grupların çatışması hepimizi üzmektedir. Yarın nelerin olacağını tahmin etmiştim. Hastaneden şehir merkezine yürüyüşümde emniyetin ortalıklarda görünmemesi kuşkularımı daha da arttırıyordu. Hemen il yetkilileriyle görüştüm, önlem alınmasını önerdim, Hunharca yapılan bir katliamın sorumlularını Malatya’da aramak acelecilik olurdu...”


Malatya Cumhuriyet Savcısı Halim Karabeyoğlu: “Olayın olduğu gece Adalet Bakanlığı Müsteşarına olayları ayrıntılı olarak anlattım. Sıkıyönetimin mutlaka gerekli olduğunu da anlattım. İlgililere anlattım...” (15)


Malatya’da bulunan CHP senatörleri, düzenledikleri basın toplantısında Hamit Fendoğlu’nun ve yakınlarının ölüm olayını kınayarak ertesi gün meydana gelmesi muhtemel olaylara yetkililerin dikkatini çekerek önlem alınmasını istiyorlardı. (16)


Hamit Fendoğlu ve yakınlarının ölüm haberi hemen İçişleri Bakanına bildirildi. Bunun üzerine Diyarbakır’da bulunan Emniyet Genel Müdürü Gündüz Atabek ve Jandarma Genel Komutanı Şahap Yardımcıoğlu uçakla Malatya’ya geldiler. Vilayette Vali, Emniyet Müdürü ve Jandarma İl Komutanı ortak toplantı yaparak önlemleri görüştüler.


Gelişmelerden kuşku duyan CHP Malatya İl Örgütü, demokratik kitle örgütleri, basın ve duyarlı kişiler, Başbakanı, İçişleri Bakanını, Valiyi ve diğer yetkilileri arayarak önlem alınmasını istediler. Bütün bu çabalar, “Sakin olunuz, tahriklere kapılmayınız, devlet güçlüdür, her şeyin üstesinden gelecektir. Gerekli önlemler alınmıştır” yanıtıyla karşılaşıyordu.


Oysa katliamın olduğu gece, göstericilerin saldırı ve taşkınlıkları, ertesi günün nasıl olacağının işaretiydi. Bunca uyarılara ve saldırılara karşın önlem alınmaması düşündürücüdür. En azından yakın illerden güvenlik kuvveti istenilerek, şehrin giriş ve çıkışlarını denetleyebilirlerdi. Şehir merkezinde güvenlik güçlerinin sayısını artırabilirlerdi. Ama hiçbiri olmadı...

Bindirilmiş Kıtalar Görev Başında


18 Nisan 1978 Salı. Sabahın erken saatlerinden itibaren kente, komşu il ve ilçelerden, köylerden akın akın insan gelmeye başlamıştı. Gelenlerin bir bölümü belediyenin önünde, diğer bir bölümü de Samanpazarı’nda toplandı. Toplananların sayısı kısa sürede on bini aştı. Çoğu 15-20 yaşlarında gençlerdi. Gençlerin ellerinde özel hazırlanmış sopalar, zincirler, nacak gibi saldırı aletleri bulunuyordu. Yüzleri maskeli olan çok sayıda kişi de, toplanan grupların önüne geçtiler. Bir kol, Cezmi Kartay Caddesine yöneldi. Burada bulunan işyerlerinin çoğunluğu Alevilere aitti. Bir kol, Fuzuli Caddesine, bir kol Akpınar, Yoğurtpazarı, Mısırlı Çarşısı ve eski Halep Caddesine; bir kol da Turan Emeksiz Caddesine doğru “Kahrolsun Komünizm, katil Ecevit, Müslüman Türkiye, Dan Dan Hamido’ya intikam” sloganlarıyla yürüyüşe ve saldırıya geçtiler.


Göstericilerin önünde bulunan maskeliler, solcu ve Alevilere ait önceden işaretlenmiş işyerlerini göstererek tahrip ettiriyor, arkasından gaz dökerek yakıyorlardı. Yanan yağların, mobilyaların, halıların, deterjanların kokusu ve dumanı tüm Malatya’yı sardı.


Siyasi partilerin, demokratik kitle örgütlerinin (CHP, TÖB-DER, TÜM-DER, Tütüncüler Derneği) merkez binalarıyla, Gayret, Görüş, Ekspres, Baydağı, Güneş Gazetelerinin matbaa ve idarehaneleri, Tekel bayileri, gazete bayileri yerle bir edildi. Rakı, şarap ve benzeri içkilerin satıldığı lokantaların, Tekel bayilerinin ve marketlerin önü kırılmış şişelerle, masalarla birbirine karışmıştı. Ateşe verilen bu yerlerden çıkan kokular insanları sersemletiyordu. Malatya’nın üstüne pis kokulu kara bir duman çökmüştü. Alçaktan uçan jetlerin sesleri karmaşa havasını artırıyordu.


Yeni katılanlarla göstericilerin sayısı 20 bine yaklaşıyordu. Denetim elden çıkmıştı. Artık kimin ne yaptığı bilinmez olmuştu. İşaretlenmiş işyerleri ve konutlar tahrip ve yağma edilerek ateşe veriliyordu.


Ortaklıkta başlarında maskeliler olduğu halde, ellerinde benzin bidonuyla dolaşan on binlerce saldırgandan başka kimse yoktu. Güvenlik güçleri de yoktu. Belki o gün izinlilerdi! Yalnızca jet uçakları alçaktan uçarak ve sesleriyle saldırganları caydırmaya çalışıyorlardı. Ancak bu bir işe yaramamıştı. Sokaklara dökülen eşyalar alev alev yanıyordu. Cadde ve sokaklar atılmış buzdolapları, mobilyalar, televizyon ve radyolar, içki şişeleri, yağ kutuları, kumaşlar, ayakkabılar, sebze ve meyveler, cam parçaları, kapı ve pencere kırıkları, gaz tüpleri, devrilmiş otolardan geçilmiyordu. İçin için yanan eşyalardan yükselen ağır ve değişik kokular ve kara duman göz açtırmıyordu. Ateşi söndürmeye gelen itfaiye araçları, hortumları kesilmiş olarak sokaklarda bekletiliyordu.


Şehir merkezinde sağlam yer kalmamış ve saldırganların da işi bitmişti. Bu kez mahallelere yöneldiler. Rastladıkları genç kızlara sarkıntılık etmeye, yaşlı kadınları dövmeye başladılar. Bu ortamda nereden geldiği bilinmeyen bir kurşun, saldırganlar arasında bulunan İnönü Üniversitesi öğrencisi Tahir Kökçü’yü kafasından ağır yaralamıştı. Hastaneye kaldırılan yaralı kurtarılamış ve yaşamını yitirmişti.


Olayları yatıştırmak amacıyla bir konuşma yapan Malatya Cumhuriyet savcılarından Necati Sezener ile Adıyaman‘dan gelen Jandarma Komando Birliği komutanı Yüzbaşı Arif Doğan saldırıya uğradı ve her ikisi de bıçak ve kurşunla yaralandı.


Malatya’nın etkin ailelerinden birine mensup olan Devlet Hastanesi Başhekimi Yüksel Fenercioğlu, olayları yatıştırmak, yakma ve yıkmayı önlemek amacıyla bir konuşma yapmak istedi, ancak gözlerini kin bürümüş maskeli saldırganlar yine saldırdı. Dr. Yüksel Fenercioğlu ve yanındakiler ateşli silahla yaralandı. Yaralılar Devlet Hastanesinde tedavi altına alındı.


Kalabalık bir grup, Alevilerin yoğun olduğu Ata (Haçova), Cemal Gürsel ve Başharık Mahallelerine doğru yürüyüşe geçti. Turan Emeksiz Caddesinin üzerinde bulunan yüzlerce işyeri ve evin camlarını kırarak eşyalarını sokaklara atıyor, gaz dökerek yakıyorlardı. Bu sırada bir apartmandan saldırganların üstüne ateş açılır. İki kişi yaralanır. Saldırganlar da apartmanı ateşe verirler.


Saldırganların geliş haberini alan üç mahallenin sakinleri sokak ve yollarda barikat kurarak güvenliklerini sağlamaya çalışırlar. Aralarında silahlı kimseler de bulunmaktadır. Yaşlılar, silahlı bir çatışma olasılığını ortadan kaldırmaya çalışıyor, “Komşular, gençler sizden ricamız, aman kimseye silahla karşılık vermeyesiniz, öldürmeye çalışmayasınız. Varsın evlerimizi, işyerlerimizi yağmalasınlar, yaksınlar. Evler yapılır, işyerleri yeniden açılır. Ama ölüm unutulmaz; kin ve kan davasına dönüşür. Malatya’da hepimiz (Alevi-Sünni, Türk-Kürt) komşuyuz. Her gün yüz yüze bakıyoruz. Şu kötü niyetlilere uymayınız, oyuna gelmeyiniz” diye gerginliği yatıştırmaya çalışıyorlardı.


Saldırganlar, Turan Emeksiz Caddesinde “Komünistlere ölüm, katil Ecevit, dan dan Hamido’ya intikam, Müslüman Türkiye” diye slogan atarak, önlerine gelen işyerlerini, konutları tahrip ediyor ve yakıyorlardı. Tam bu sırada askeri birlikler cemselerle olay yerine yetişerek, olası kanlı bir çatışmayı önlediler.


Saldırganların bir kolu, Malatya’nın büyük semtlerinden biri olan Sıtmapınarı’na yönelmişti. Burası, işçilerin yoğun olduğu bir semtti. Saldırganlar, yıka yaka Sıtmapınarı’na ulaştı ve Alevi ve solculara ait işyerlerinin tümünü tahrip etti.

Üç öğrencinin hunharca öldürülüşü


Çilesiz Mahallesi, Malatya’nın güneybatısında, bahçeli bir semttir. Kentin eski mahallelerinden biri sayılır. Yüzyıldan beri Alevilerle Sünniler iç içe yaşamaktadır. Mezhep sorunları yaşamadan ortak iş yapmışlar, az da olsa birbirlerine kız alıp-vermişlerdir. Karanlık eller durmaz ki; Hamit Fendoğlu’nun hunharca öldürülmesini fırsat bilenler saldırılarını bu semte de yönelttiler.


Çilesiz Mahallesi’nin halkı, Malatya Merkezi’ndeki saldırı olayını üzüntü ve kuşkuyla izlerken; mahallenin çocukları da bahçede top oynamaktadırlar. Saat 12.00’ye doğru bir araba, top oynayan çocuklara yaklaşır. Arabadan biri iner, “Naci, Sait, Özcan” diye ismen çağırdığı üç çocuğu arabaya alır ve uzaklaşırlar. Arkadaşları da, herhalde öğretmenleridir, bir yeri göstermek için götürdüler, düşüncesiyle başta ailelerine haber vermezler. Ama sonra kuşkulanırlar ve ailelerine bildirirler.


Götürülen çocuklar (Özcan Türksever, Sait Hazar, Naci Erguvanlı) 14-15 yaşlarında olup, Gazi Lisesinin öğrencileridir. Üçü de Alevi ailenin çocuklarıdır. Birkaç saat sonra acı haber gelir. Çocuklar önce işkence görmüş, sonra kafalarına sıkılan kurşunlarla öldürülmüştür. Katiller bununla da yetinmemişler, cesetleri, Malatya’ya 8 kilometre uzaklıktaki Beylerderesi’nde demiryolu tüneli önünde rayların üstüne bırakmışlardır. Üzerlerinden tren geçen cesetler paramparça olarak bulunmuştur. Çocukların aileleri, katillerin bulunması için kuşkulandıkları bazı isimleri ilgili makamlara vermişler, ancak sanki yer yarılmış katiller içine girmiş gibi, cinayetler yapanların yanına kar kalır.


Saat 16.30 sıralarında komşu illerden gelen askeri birlikler saldırganları ve saldırıyı denetim altına alırlar.

Celal Bayar ve Süleyman Demirel Malatya’da


Hamit Fendoğlu’nun ve yakınlarının cenazeleri, Bulgur Köyü’ne götürüldü. Cenaze törenine katılmak üzere eski Cumhurbaşkanı Celal Bayar, AP Genel Başkanı Süleyman Demirel, MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan ile MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş, Esenboğa Havalimanına giderler. Ancak, olaylar nedeniyle Malatya Havaalanı hava trafiğine kapatıldığı için, Bayar ve parti başkanları, uzunca bir süre Havaalanının açılmasını bekler. Sonunda uçakla Malatya’ya, oradan da karayoluyla doğruca Bulgurlu Köyü’ne giderler.


Celal Bayar, bir gazetecinin sorusu vesilesiyle değerlendirmesini yapar: “Bu münasebetle tekrar edeyim ki, bugünkü tutumla anarşi dediğimiz milletlerarası ihtilalci komünizmin önüne geçilemez. Ancak bu mesele, komünizm tehlikesine inanmış olan kimselerin, alacakları çok ciddi ve şumullü tedbir ve icraatları ile hal ve tasfiye olunur.” 17 Celal Bayar, bir zamanlar “Kışla birlikte komünizm gelecek” demişti.

Cihad ve din


Hamit Fendoğlu’nun ölümünden iki gün önce Bilim ve Kültür Derneği adlı bir kuruluş, Malatya’da “Milletim Uyan” başlıklı bir bildiri dağıtır. Bildiride şu ifadeler yer almaktadır:


Milletini seven subay, öğretmen, memur, talebe, işçi, köylü, kendini devletin, milletin temiz ideallerine adayan değerli kardeşlerimiz, komünistler tarafından kahpece şehit edilmişlerdir. Müslümanlar, bizi yok etmeye yönelen İslam ve millet düşmanlarının karşısında, müdafaa kavgasında birleşelim. İçinde bulunduğumuz zor günler, bütün Müslümanları bir araya getirmelidir. Vedatlar, İbrahimler; sizlerin bıraktığınız yerden davamız daha da yükselecek, komünist katillerden intikamınız mutlaka alınacaktır.” (18)


18 Nisan günü, Malatya’da saldırı başladığı saatlerde Belediye hoparlöründen Kuran okumaya başlanır. Kuran’ın okunmasından sonra sağcı bir grubun hoparlörden yaptığı “Din elden gidiyor. Camilere de bomba konuluyor” anonsları aralıksız akşama kadar sürmüştür. Böylece halkın dini duyguları kışkırtılarak katılımın çoğaltılmasına, saldırıların yaygınlaştırılmasına çalışılmıştır. “Güçlü devlet”in Malatya’daki temsilcileri ise bu tahriklere seyirci kalmıştır.

Olay gecesi


18 Nisan’ı 19 Nisan’a bağlayan gece, sağcı ve solcular, olası bir saldırının korkusunu yaşıyorlardı. Kimi mahallelerde azınlıkta olan Aleviler, Alevilerin yoğunlukta olduğu ‘Cemal Gürsel, Ata, Samanlı, Özalper, Çavuşoğlu, Başharık Mahallelerine sığınarak kendilerini güvenceye almaya çalışıyorlardı. Tüm mahalle ve sokaklarda nöbet tutuluyordu. Aleviler ve solcular, olası bir saldırıda haberleşmek üzere birbirlerinin telefonlarını alıyorlardı. Sokaklardaki nöbetlerin yanı sıra, evlerde de nöbet tutuluyordu. Silahlı olmayanlar mutfak bıçaklarını, tahra, balta gibi kesici aletlerini yanlarında bulunduruyorlardı. Evlerin ışıkları söndürülmüştü ve insanlar yangına karşı kendilerince önlemler almışlardı. Az da olsa bazı kişiler, gecenin karanlığında evlerinin yol cephesini yeşile boyamışlardı. Kimi evlerin pencerelerinde ise, “Bu evde Hamido’nun yası var” yazılı kağıtların asılı olduğu görülüyordu. Telefonla mahalleler arası haberleşme aksamadan sürdürülüyordu.


Gece yarısı olmuştu ki, bazı mahallelerden silah sesleri duyulması heyecan ve korkuyu doruğa çıkardı. Telefonlaşmalar, çeşitli yollarla haberleşmeler ve bilgi alma çabaları yoğunlaşmıştı. Gözü yaşlı anneler, bebelerini katliamdan nasıl kurtaracaklarının umutsuz çareleri üzerine kafa yoruyordu. Kimi kadınlar ise, erkeklerin yanında çatışmaya hazırlanıyorlardı.


Şehir merkezinde tahrip edilen ve yakılan işyerlerinin yangını devam ediyordu. Karanlığı artıran ağır ve kokulu bir dumanla kaplı gökyüzü, korkuyu artırıyor, tehdidi insanların yanan genizlerine ulaştırıyordu. İlk gece, önemli bir olay yaşanmadan ama herkesin tetikte olduğu bir şekilde geçti.


Ertesi günün gazetelerinde saldırıya ilişkin manşetler şöyleydi:


* Bine yakın işyeri yakılıp tahrip edildi. Polis ve Jandarma müdahale etmeyince Jetler uçuruldu. (Son Havadis, 19. 04. 1978)


* Fendoğlu’nun mensubu olduğu Bulgurlu Aşiretlerinden onbinlerce kişinin şehre girmesiyle büyüyen olaylar sırasında bin kadar işyeri ve ev kundaklanarak, 3 kişi öldürülmüş, 30 kişi yaralanmıştır. (Tercüman, 19. 04. 1978)


* Dün sabah erken saatlerde çoğunluğu köylerden gelen ellerinde uzun sopa ve zincir bulunan binlerce kişi şehir içinde gösteri yaptılar. Polisin kendilerine karşı koymaması sonucu, birçok işyeri tahrip edilerek yakıldı. (Hürriyet, 19. 04. 1978)


* Malatya, saldırgan gruplar tarafından savaş alanına çevrildi. (Cumhuriyet, 19.04. 1978)


* Malatya’da en az 700 işyeri tahrip edildi. Belediye hoparlörlerinden “Din elden gidiyor, camilere bomba konuluyor” anonsları yapıldı. (Milliyet, 19. 04. 1978) (19)


Saldırganlar Mahallelerde


Beydağı tepelerinde kente ulaşan güneşin ışıkları, yangının karabulutunu delerek tahrip edilmiş ve yakılmış yerleri aydınlatmaya çalışıyordu. Yeni bir günün sabahında, geceyi ayakta nöbet tutarak geçirmiş olanlar, görevlerini yenilere bırakıyordu. Mahallelerden ya da sokaklardan birer temsilcisi, yakılan ve tahrip edilen yerleri görmek, ayrıntılı bilgiler getirmek üzere, şehir merkezine gönderildi. Kimi işyerlerinin sahipleri de enkazı temizlemeye, arta kalan eşyalarını toplamaya gelmişti. Caddeler, sokaklar dükkan ve işyerlerinden çıkarılmış kırık dökük ve yanık eşya kalıntılarıyla doluydu. Yangın için için devam ediyordu. Kokudan ve enkazdan geçilmiyordu. Askeri birlikler ve güvenlik güçleri tam teçhizatla ikişer ikişer dolaşıyorlardı. Motorize birlikler de caddelerde ve mahalle aralarında devriye geziyorlardı.


Şehir merkezinde tahrip edilen ve yakılan işyerlerinin önü ile, cadde ve sokaklar insanla dolmuştu. Herkes birbirine kuşkuyla bakıyordu. En ufak bir tartışma kanlı olaylara dönüşebilirdi. Böyle bir ortamın yaratılmasının sorumluluğunu kimse üstlenmek istemediğinden olacak ki, kimse kimseyle konuşmak istemiyordu.


Saldırganların, Alevilerin yoğun olduğu mahallelere yöneldiği haberi fısıltıyla yaygınlaşınca; şehir merkezi yavaş yavaş boşalmaya başladı.


Beydağı Mahallesi, Beydağı’nın batı cephesinin dik yamaçlarına yerleşiktir. Buraya yerleşenlerin çoğunluğu Elazığ, Tunceli, Sivas, Adıyaman’ın köylerinden gelenlerdir. Varoş olarak (gecekondu) tanınan bu mahallenin kanalizasyonu, suyu, yolu yoktur. Cemal Gürsel Mahallesi de aynı sorunlarla karşı karşıyadır. Bu mahalleler, gecekonduların tüm tipik sorunlarını yaşayan, işsizliğin kol gezdiği, yoksulluğun bel büktüğü yerlerdir. Böyle bir ortamda tarikatların, milliyetçilerin, solcuların egemenlik yarışına girmeleri kaçınılmaz olmuştur.


Silahlı çatışmanın patladığı haberi ilk bu semtten geldi. Beydağı Tepesinden bir grubun otomatik silahlarla ateş açması üzerine, mahalleden, adeta “Geleceğiniz varsa, göreceğiniz de var” dercesine, silahını eline alan rasgele ateş eder. Binlerce mermi sıkılır. Bu sırada 10-15 kişi de yaralanır. Haberi alan askeri birlikler olay yerine yetişirler. Tepeden ateş edenler, Beydağı’nın yükseklerine doğru kaçışırlar. Mahalle içindekiler de kaçışarak görünmemeye çalışırlar. Beydağına kaçmak isteyenler, havadan izleyen helikopterin yardımıyla silahlarıyla birlikte yakalanırlar. Yakalananların sağ gruptan olduğu söylenir. Bu arada, güvenlik güçleri tarafından mahallede de arama yapılır, çok sayıda kişi gözaltına alınır. Aramada bol miktarda silah ve mermi ele geçirilir.


Beydağı, Başharık ve Cemal Gürsel Mahallelerinde silahlı çatışma çıktığı sırada, Başharık’ın Yakıncı Sokağında oturan biri dışarı fırlayarak, “Ey Müslümanlar ve duruyorsunuz, Aleviler ve komünistler yukarıda yüzlerce Müslümanı öldürdüler. Dernek kanalı cesetlerle dolu...” diye bağırır. Bunun üzerine, bağıranın karşı komşusu ve mahallede “Babaanne” olarak tanınan, namazlı, aptesli yaşlı bir kadın dışarı çıkar ve “Ulan sahtekâr, yalancı, sen evindeydin. Silah sesleri ta uzaklardan geliyor. Kapı komşularını birbirlerine mi düşürmek istiyorsun?” diyerek eline aldığı taşla adamın arkasına düşer. Eğer o yaşlı anne olmasaydı, belki bu sokakta da çatışma çıkmıştı.


Bu kez kötü haber Çavuşoğlu Mahallesinden geldi. Habere göre, bu mahallede silahlı çatışma çıkmıştı. Çavuşoğlu Mahallesinde oturanların yüzde 80’i Alevi kökenlidir. Sağcı bir grup mahalleyi silahla basar, belirli yerlere ateş ederler. Mahalleden de karşılık verilir. Az sonra olay yerine yetişen polisin, saldırganların peşine düşeceğine, mahallenin içine dalarak evleri aramaya başlamasından yararlanan sağcı grup kayıplara karışır. Mahalle sakinleri, polisin yanlı tutumunu protesto ederek “Bizim evlerimiz burada, önce burayı basıp ateş edenleri, evlerimizi yakanları yakalayın” diye sert tepki gösterirler. Silahlı saldırı sırasında mahalleli gençlerden 16 yaşlarındaki Aziz Yüce bacağından yaralanmış, birkaç ev de ateşe verilmiştir. Polis yanlı tutumunda kararlıdır, evleri aramaktan vazgeçmez. Bazı evlerde silah ve mermi ele geçirilir. Ayrıca mahallede kırk kişi de gözaltına alınır.


Özalper (Samanharkı) Mahallesi de sağcı bir grubun silahlı baskınına uğrar. Saldırganlar, bazı işyerlerinin ve evlerin camlarını kırar. Konutlardan da silahla karşılık verilmiş, ardından saldırganlarla mahalleli, sokakta taş ve sopalarla birbirlerine girmişlerdir. Çok sayıda kişi yaralanır; Polis, silahlı ve sopalı sağcı grupları görmezlikten gelerek; işyerleri ve evleri saldırıya uğrayanları toplamaya yönelir. Bu kez polise karşı tepki yoğunlaşır. Bu sırada olay yerine askeri birlik yetişir, mahalleyi kontrol altına alır. Yapılan aramalarda silah ve mermi ele geçirilir, bunları taşıyan ya da bulunduranlar da gözaltına alınır.


Özalper Mahallesinde, saygınlığıyla tanınan Yusuf Güzel tepkisini dile getiriyordu: “Hamido’nun ve yakınlarının ölümü hepimizi çok üzmüştür. Ama mahallede oturan Alevilerin suçu nedir? İki gündür evlerimizi, işyerlerimizi tahrip ettiler, yaktılar. Kanlı bir olay çıkmasın diye gençlerimizi evlerde tutarak dışarı bırakmadık. Onların canı varsa, bizim de var. Bir yanda faşistler saldırıyor, bir yanda polis bizi eziyor. Böyle devlet, adalet olmaz. Bizi canımızdan bezdirdiler.”


Kalender Ağdaş isimli yaşlı bir vatandaş da, bir polis yetkilisiyle tartışıyordu. “Memur bey, iki-üç gündür var mıyız, yok muyuz. Gözümüze uyku girmedi. Şu karşıdaki evlerin, şu yukarıdaki evlerin, şu sokaktaki evlerin tümü Sünni. 30-40 yıldan beri komşuyuz. Aramızda değil mezhep, çocuk kavgası bile olmadı. İki günden beri Alevilere, solculara ait ev ve işyerlerimizi yaktılar. Kanlı olay olmasın diye çocuklarımızı, gençlerimizi sokağa bırakmıyoruz. Faşistler silahla kollarını sallayarak geliyorlar, dükkanları, evleri yakıyorlar, tahrip ediyorlar. Polisler de geliyor, onları değil, suçlu diye bizi alıp götürüyorlar. Devlet, Alevilere, şehirde işiniz yok, işyeri açamazsınız, işçi olarak çalışamazsınız, çocuklarınızı okutamazsınız, yeniden köylerinize gidin, davar-sığır güdün desin. Bu nedir? Faşistler uzaklardan gelip bize saldırıyor, ateş ediyor. Polis geliyor bize saldırıyor, bizi toplayarak götürüyor...”


Mahallelerde silahlı çatışmaların yoğunlaştığı haberleri yaygınlaşıyordu. Olayın birinci günü Çilesiz Mahallesinde bahçede top oynayan üç lise öğrencisi kaçırılmış ve işkenceyle öldürülmüşlerdi. Öldürülen bu gençlerin cenaze törenine on bin kadar kişi katılmıştı. Cenaze törenine katılan kadınlar gözyaşlarıyla ağıt söyleyerek, yaşlılar suskun, gençler slogan atarak yürüyorlardı. Güvenlik güçleri, kortejin yolunu değiştirmek için engellemeye çalışmıştı. Kortejdekiler de direniyor ve belirlenen güzergâha gitmek istiyorlardı. Güvenlik güçleriyle kortejdekiler arasında sert tartışmalar, itişmeler de olmuştu. Güvenlik güçleri, bazı gençleri gözaltına almaya kalkışınca, tartışmalar daha da sertleşiyordu. Askeri birliklerin devreye girmesiyle olay tatlıya bağlandı. Cenazeler, Kuyuönü Mezarlığında toprağa verildi. Tam bu sırada Cemal Gürsel Mahallesine silahlı saldırı düzenleyen sağcı bir grupla solcular arasında çatışma başlamıştı. Binlerce merminin sıkıldığı çatışmada 10 kadar kişi yaralandı. Askeri birliklerin yetişmesi üzerine çatışan gruplar kaçışmaya başladılar. Çok sayıda kişi gözaltına alındı. Aramalarda bol miktarda silah ve mermi yakalandı.


Çatışmaların çıktığı mahallelerin tümü Alevilerin yoğun olduğu yerlerdi. Başka yerlerden gelen sağcı gruplar silahla saldırıyor, güvenlik güçleri gelince kaçışıyorlardı. Güvenlik güçleriyse kendini savunan mahalle halkını gözaltına alıyordu. Tüm bunların, Alevileri gözaltına almak için hazırlanmış bir oyun olduğunu düşünenler de olmuştu. Çünkü silahla saldıran sağcılar nedense yakalanmıyordu. Yakalanan az sayıda sağcıyı da askeri birlikler ele geçirmişti.


19 Nisan akşamı, güvenlik güçleri ve askeri birliklerin ortaklaşa çabalarının sonucu olaylar denetim altına alınmıştı. Ama korku ve kuşkular günlerce sürdü. Mahalle, sokak ve ev nöbetleri devam etti.

İçme suyuna zehir konulması


İki günden beri devam eden saldırının, işyerlerinin ve konutların yakılıp yıkılmasının yarattığı sinir gerginliği, korku ve heyecan sürüyordu. Bu gece ve yarın neler olabileceği olasılıkları üzerine tahminler, yorumlar yapılıyordu. Tam bu sırada, şehrin içme suyuna zehir konulduğu haberi kısa süre içinde tüm kentte yayıldı. Bilinmeyen biri tarafından, emniyete, bazı kurumlara ve basına telefon edilerek içme suyunun bulunduğu ana depoya çok miktarda zehir atıldığı bildirilir. Bunun üzerine Valilik, her olasılığı düşünerek tahlil sonuçları gelinceye kadar kent suyunun içilmemesini anons eder.


İki-üç günden beri uykusuzluğun ve olumsuz ortamın gerginliğinden rahatsız olan bazıları zehirlendikleri şüphesiyle hastanelere başvurur; hastanelere kasıtlı olarak başvuranlar da olmuştur. Haber üzerine 8. Kolordu Komutanı, Sağlık Müdürünü de yanına alarak, tüm hastaneleri bizzat dolaşmış, hastalarla görüşmüş; hastane yetkililerinden bilgi almıştır. Kolordu komutanı ayrıca kentteki resmi, özel ve askeri hastanelerden suyun tahlilini istemiştir. Kısa süre sonra tahlil sonuçları rapor halinde gönderilir. Gelen raporların tümünde içme suyunda zehirli maddelerin bulunmadığı belirtilmiştir. Ancak Türkeş’i Malatya’ya geldiğinde evinde konuk etmiş olan Muhittin Turgut’un sahibi olduğu “Doğu Özel Hastanesi”ne zehirlenme şikayetiyle 200’e yakın başvuru olduğu, Muhittin Turgut’un gelenleri geri göndermediği, zehirlenme belirtilerini teyid ettiği, fakat böyle bir şeyin şimdilik olanaksız olduğu bildirilmiştir. (20)

Silah kaçakçıları devrede


Malatya’da silah kaçakçılığı yapan bir şebekenin Sünni elemanlarının, Sünni mahallelerinde tanıdıklarının aracılığıyla “Alevilere dışarıdan çok silah geldi. Saldırıya hazırlanıyorlar” diye söylenti çıkardığı, bu duruma karşı önerilerde de bulunduğu bildiriliyordu. Bu kişilerin şöyle konuştuğu anlatılır: “Bir Müslüman olarak, zorumuza gitti. Böyle bir gün ve ortamda Müslümanlara yardımcı olmazsak, Müslümanlığımızdan şüpheleniriz. Sağdan-soldan silah temin ettik. Size istediğiniz kadar silah vereceğiz. Para önemli değil, elinize geçtiğinde ödersiniz.”


Aynı şebekenin Alevi ortaklarının da, Alevilerin yoğun olduğu mahallelere giderek aynı biçimdeki söylemlerle güya yardımcı olmaya çalıştığı belirtilir. Kaçakçılar, böylece silahlarını, o günün fiyatlarının 3-4 kat üstünde pazarlama imkanı bulmuşlardır.

Hamit Fendoğlu’nun eşi hükümetin telgraflarını kabul etmiyor


Hamit Fendoğlu’nun eşi Mukaddes Hanım, saygın bir ev hanımıdır. Konukseverdir. Her akşam evinde en azından üç-dört konuğu bulunmaktadır. Tatlı dil, güleryüzle konuklarını, komşularını, arkadaşlarını memnun etmeye çalışır. İnsanlar arasında ayırım gözetmeden, fakir-zengin demeden herkesi aynı gözle görür, sever ve yardım elini uzatır. Çevrede sevilen bir hanımefendidir.


Mukaddes Hanım, eşinin, gelininin ve torunlarının acısını yaşarken Malatya’da işyerlerinin tahrip edildiğini, yakıldığını, üç öğrencinin öldürüldüğünü duyduğunda, “Bunlar olmamalıydı. Acımıza yeni acılar eklenmemeliydi. Biz ve Malatyalılar böyle acıyı hak etmemiştik” diye üzüntülerini belirtmiştir.


Hamit Fendoğlu’nun ve yakınlarının katledilmesinden dört gün sonra Başbakan Bülent Ecevit ile İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, Fendoğlu’nun eşine birer başsağlığı telgrafı göndermişlerdir. Mukaddes Hanım, gelen her iki telgrafı da almaz ve gerekçesini şöyle belirtir:


Bu suikast bir Kotil’e (İstanbul Belediye Başkanı), bir Dinçer’e (Ankara Belediye Başkanı) yapılmış olsaydı, Ecevit’in temsilcisi veya kendisi o cenaze töreninde bulunmaz mıydı? Bu acılı gönlümle Ecevit’e soruyorum: Eşimin cenaze törenine hükümeti temsilen kim gönderilmiştir?


Hükümetin İl’deki temsilcisi Vali bile başsağlığı ziyaretine dört gün sonra gelmiştir. Ecevit iktidar olurken; ‘Analar ağlamayacak, göz yaşlarımız dinecek’ demişti. Şimdi anneler değil, babalar, babaanneler, kayınvalideler de ağlıyor..” (21)

Bir Bilanço


17 Nisan 1978 akşamı başlayan saldırı, tahrip ve silahlı çatışma; 20 Nisan akşamına kadar sürdü. Ancak üç gün içinde denetim altına alınabildi. Bu süre içinde 8 kişi ölmüş, 20’si ağır olmak üzere 100 kişi yaralanmış, 100 işyeri ve konut tamamen olmak üzere, toplam 960 işyeri ve konut tahrip edilmiştir. Olaylar sırasında onlarca oto da zarar görmüştür.


Bazı işyerlerinde yangının halen devam ettiği 20 Nisan günü şehir merkezindeki enkazı kaldırma çalışmaları başlatıldı. Cadde ve sokaklar ancak iki günde temizlenebildi. Bir yandan enkaz kaldırılıyor, bir yandan da mahkeme kanalıyla hasar tespiti yapılıyordu. Hasarın o dönemin değeriyle 100 Milyon TL olduğu belirlenmiştir. Ancak devlet 60 Milyon TL ödemiştir.

Doğu illerine gönderilen bombalar


Hamit Fendoğlu’na gönderilen bomba dışında, birbirinin benzeri ve ağırlıkları 1 kilo 350’şer gram, ambalajları da aynı olan üç paket daha 7 Nisan’da Ankara’dan postaya verildi. Bombalı paketler, Kahramanmaraş’ın Pazarcık İlçesi CHP İlçe Başkanı Memiş Özdal’a (Alevi), Adıyaman Emniyet Müdür Yardımcısı Abdülkadir Oltu’ya ve Ahmet Akalın adında Adanalı bir işadamına gönderilmiştir.


Pazarcık’taki alıcı Memiş Özdal kuşkulanır ve paketi almaz. Postaneye getirilen paketi burada iki memur açar. Açılır açılmaz meydana gelen patlama sonucu, bir memur parçalanarak yaşamını yitirirken, diğeri de ağır yaralanır.


Adıyaman ve Adana’ya gönderilen paketlere, alıcılarına ulaşmadan İçişleri Bakanlığınca el konulur. Uzmanlar tarafından röntgen ışınlarıyla incelenen paketlerde bomba olduğu belirlenir ve paketler imha edilir.


Yapılan inceleme sonucu, bu paketlerdeki patlayıcıların, daha önce İstanbul Üniversitesi’nde öğrencilerin üzerine atılan bomba ve ADMMA yakınlarında atılarak 5 kişinin yaralanmasına neden olan bombalarda kullanılanla aynı olduğu belirlenmiştir. Bombaların dinamit üzerine demir çubuklar ve şarapnel parçaları konduktan sonra telle sarılarak yapıldığı, ateşleme piminin kutunun kapağına bağlandığı saptanmıştır.


Uzmanlar, herhangi bir yerde yapılmasının mümkün olmadığını belirttikleri bu türden patlayıcıların ancak Atom Enerjisi Araştırma Merkezinde yapılabileceğini belirtmişlerdir. Bunun üzerine Ankara Nükleer Araştırma Merkezinde arama yapılmıştır. Bu merkezde çalışanların büyük çoğunluğu Ülkü Ocaklıdır. Ülkü Ocaklarının eski Genel Başkanı Muharrem Şemsek de burada çalışmaktadır. Muharrem Şemsek ve birkaç arkadaşı gözaltına alınır ve Nükleer Araştırma Merkezi de bir süre için kapatılır. Muharrem Şemsek ve arkadaşları daha sonra mahkemece serbest bırakılır. (22)


Bombalı paketler neden Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya gönderilmiştir? Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da feodal yapı (aşiret, şıhlık, tarikat, ağalık) ağırlıktadır. Mezhep, Kürt-Türk çelişkisi bulunmaktadır, Bu yapının her an kavgaya hazır olduğu beklentisiyle bu bölgeler seçilmiştir. Amaç, bölgede karışıklık çıkarmak, kavga ve çatışma ortamının fitilini ateşlemektir. Böylesine profesyonel planlar, PTT organizasyonun kullanılması, sıradan örgütlerin işi değildir. Bunlar ancak, deneyimli, çok ilişkili kurum ve örgütlerin yapabileceği eylemlerdir, hazırlıklardır. Hamit Fendoğlu’nun ölümüne neden olan bombanın sırrı hâlen çözülmüş değildir.


Hamido ile iki torununun ve gelininin katliyle ilgili suikastın, solcuların ve onlarla işbirliği halindeki bölücülerin eseri olduğuna dair bir bant gazetemizce ele geçirilmiştir.” (23)


Ortadoğu Gazetesi böyle yazıyordu. Ama aradan tam 20 yıl geçmiştir. Ortadoğu Gazetesinin ele geçirdiği söylenen bant nerededir? Niçin bu bant alınıp çözülmemiş, olay ortaya çıkarılmamıştır? Gazetenin ele geçirdiği ileri sürülen bant gerçekse, açıklanmasında bir sakınca mı vardır? Bombanın ve katliamların arkasında güçlü örgütler mi var? Bombalar Ankara Nükleer Enerji Araştırma Merkezi’nde mi imal edildi, eğer öyleyse bombalar kimler tarafından imal edildi, kimlere verildi? Birbirini izleyen sorular...kuşkular.. susan iktidarlar... tartışılan Kontr-Gerilla örgütü ve CIA...


Politikacıların söz düellosu


Başbakan Bülent Ecevit: “Malatya olayının rastlantı olmadığı, ülkede kutuplaşmayı körüklemek isteyen güçlerin, örgütlerin payının olduğu söylenmektedir. Muhalefet partileri Malatya’daki olaylara tam olarak temas etmemişlerdir, çünkü taraf tutmaktadırlar... Barışa razı olmayanlar vardır...” (24)


Tekin Erer (Son Havadis Gazetesi): “Komünist ve anarşist elbette bomba atacak, elbette yurtta huzursuzluk çıkaracaktır. Onun görevi esasen budur. Böyle olmazsa zaten biz onlara anarşist ve komünist damgasını vurmayız. Komünist ve anarşistlerin yurdu karıştırmak, milleti bölmek sabotajlar yapmak, cinayetler işlemek görevidir. Onların işi bu” (25)


Yaşar Okuyan (MHP Genel Başkan Yardımcısı): “Komünist alçaklar tarafından hunharca öldürülen Malatya Belediye Başkanı, değerli dava insanı merhum Fendoğlu’nun gerçek katillerini CHP iktidarı himayesine almaktadır. Ve milliyetçilere iftira savurmaktadır...” (26)


Süleyman Demirel (AP Genel Başkanı): “Hadiselerin altında komünizm, yıkıcılığın ve bölücülüğün bulunduğunu henüz hükümet hiç dillerine almıyor. Türkiye’yi rahatsız eden gerçek sebep budur... Bu olayların gerçek sebebini anlamaktan aciz bulunan hükümetin gaflet uykusundan uyanması için daha kaç vatandaşımız can verecektir? Bu hükümet gaflet uykusundadır...” (27)


Alpaslan Türkeş (MHP Genel Başkanı): “Ecevit ve İçişleri Bakanını, bizim hakkımızda ima yolu ile de olsa öne sürdükleri iddialarını ispata davet ediyorum. Bu iddialarını ispat edemedikleri takdirde dünyanın en alçak ve en şerefsiz insanları olacaklardır...” (28)


Görüldüğü gibi, siyasi partilerin lider ve yöneticileri, bu katliamların, olayların neden ve niçinlerini araştırmadan, önleyici çözüm önerileri üretmeden; demagojilerle birbirini suçlamaktadırlar.

Provokasyon kokusu


Malatya’da meydana gelen olaylar sırasında polislerin büyük bölümü müdahale etmemiştir. Saldırganlara engel olmaya, maskeli öncülerini yakalamaya çalışan bazı polisler ise diğer bazı polislerin sert ve küfürlü tepkileriyle karşılaşmışlardır. Hatta kendi aralarında kavga edenler de olmuştur. Malatya Emniyet Müdürü, polislerin kendi aralarındaki kavgadan dolayı POL-DER Başkanı Komiser Yusuf Değirmenci ile POL-BİR Başkanı Rıza Kaya’yı işten el çektirmiştir.


Yine adını açıklamak istemeyen bir polis yetkilisi, Milliyet Gazetesi’nin Malatya Muhabiri Erhan Akyıldız’a şu açıklamayı yapmıştır: “Malatya’da olaylar aynı anda, değişik yerlerde patlak vermiştir. Cenazenin kaldırılacağı caminin yanında bulunan bir dinamit patlamadan etkisiz hale getirilmiştir. Bazı yerlerden ateş açıldığı görülmüştür. Bütün bunlar, olayın kökünde bir provokasyon olduğunu işaret etmektedir. Dünkü protesto gösterisini yapanların büyük bir çoğunluğunu 15-20 yaşlarındaki gençlerin teşkil etmesi de bunun başka bir kanıtıdır.” (29)


Cumhuriyet Gazetesi’nin Malatya muhabiri, aynı zamanda Görüş Gazetesinin de köşe yazarı Raşit Kısacık’a göre; “... Bu gergin hava, Emniyet kadrosunda da geniş ölçüde huzursuzluğa, gerginliğe ve küskünlüğe yol açıyor, polisin olaylar karşısındaki etkinliği kalmıyordu. Nitekim 17 Nisan akşamı saat 19.00’da Hamit Fendoğlu’nun evinde açılan bombalı kolinin yolaçtığı olayın nelere gebe olacağı hemen herkes tarafından değerlendiriliyorken; bu değerlendirmenin polis örgütünden neden yapılmadığına dikkat çekiliyordu. Aynı gece saat 20.00 sıralarında harekete geçen MSP’li, MHP’li ve AP’li militanların Kışla Caddesi’nde yaptıkları yürüyüş ve bu yürüyüş esnasındaki saldırılar ertesi gün için bir uyarı iken, bir gün sonra cadde ve sokaklarda hiçbir güvenlik görevlisinin görülmemesi çok anlamlıdır.


17 Nisan gecesi saldırganlardan hemen sonra Malatya’da bulunan CHP’li senatör, bir basın toplantısı düzenleyerek... ertesi gün olabileceklere yetkililerin dikkatini çekerek önlem alınmasını istiyorlardı. Ancak ne yazık ki bu istem yetkilileri harekete geçirmiyordu...” (30)

Türkeş’in kehaneti


MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş; “Hükümet, MHP’ye yönelik iftiralarını yoğunlaştırdığını ve milliyetçilere işkence ederek, canavar POL-DER üyesi işkenceci polisler hakkında hükümetin yasal yoldan hesap sormasını istemiş. Bu muameleler sürdüğü takdirde Erzurum ve Kahramanmaraş’ta da bu tür olayların çıkacağını belirterek gelecek hakkında tahminde bulunma sayılmamalıdır demiştir..” (31)


Türkeş’in bu kehânetinin gerçekleşmesi çok sürmez. Erzurum ve Kahramanmaraş’ta olaylar başlar. Pazarcıklı Memiş Özdal, 7 Nisan’da gönderilen bombalı paketi alıp açsaydı; 24 Aralık 1978’de Maraş’ta meydana gelen toplu katliam herhalde o zaman olacaktı. Türkeş; ezbere konuşmaz, bir olay olacaktır demişse mutlaka olur. Nitekim Kahramanmaraş’ta ve Erzurum’da olay çıkacak demişti. Çok sürmedi, olaylar her iki ilde artarda patlak verdi.


Kahramanmaraş’ta güvenlik güçleri, sağcı örgütlerin eylem hazırlığı içinde olduklarına dair ihbar alırlar. Bunun üzerine olay çıkmasını beklemeden genel bir arama yaparlar. Arama sırasında çeşitli eylemlere karışmış, adam öldürmüş ve yaralamış olanların da içinde bulunduğu 34 kişi gözaltına alınır. Sorguları yapılarak adliyeye sevkedilen ve tutuklanan bu kişilerin arasında, Büyük Ülkü Derneği’nin birinci ve ikinci başkanlarıyla MHP Maraş Milletvekili Mehmet Yusuf Özbaş’ın oğlu Avukat Edip Özbaş da bulunmaktadır. Tutuklama haberini alan MHP Milletvekili, Adliyeye giderek tutuklama kararını veren 2. Asliye Ceza Hakimi Kazım Demirsu ile Ertop Kazmaz’a saldırır, Savcıya hakaret eder.


Olayların soruşturmasında, “Türk Yıldırım Komandoları” ile “Esir Türkleri Kurtarma Ordusu” adıyla iki gizli örgüt ortaya çıkarılmıştır. Soruşturmayı yürüten yetkililerin açıklamalarına göre; “Ülkü Ocaklarının, lise öğrencilerinin eline az tesirli patlayıcı maddeler vererek ülkücülere ait yerlere attırdıkları, suçu sol örgütlere yükleyerek eyleme geçtikleri” saptanmıştır. (32)


Erzurum’da Atatürk Üniversitesi’nde ülkücüler, sol görüşlü öğrencilere ve öğretim üyelerine saldırarak dövmüşlerdir. Ayrıca Erzurum sokak ve caddelerinde sol görüşlü olanların işyerleri tahrip edilmiş ve dövülmüşlerdir. (33)

Malatya’dan Alevi göçü


Hamit Fendoğlu’nun öldürülmesinin ardından çıkarılan olaylarda 1000’e yakın işyeri tahrip edildi ve yakıldı. Yakılıp yıkılan işyerlerinin yüzde 90’ı demokrat, solcu ve Alevilere aitti. Saldırıdan yaralananların da çoğunluğu bu kesimin insanlarıydı. Artık Malatya’da demokratların, solcuların ve Alevilerin yaşamlarını sürdürme ve iş yapma olanakları zorlaşmıştı. Bu nedenle Malatya’dan göç başladı.


12 Eylül 1980’de yapılan askeri darbeden sonra da, demokrat, solcu ve Alevilere yönelik faşist baskılar yoğunlaştı. Neredeyse her gün evleri, işyerleri aramadan geçirilen bu insanlar, uyduruk gerekçelerle gözaltına alınıyor, işkencelerden geçiriliyordu. Bunca baskıyla karşılaşan demokrat, solcu ve Aleviler, sonunda Malatya’yı terk etmek zorunda kaldılar. İş sahibi olanlar, işyerlerini günün değerinin çok altında fiyatlara satarak Mersin, Adana, İstanbul, İzmir gibi kentlere göç etmeye başladılar. Ekonomik gücü olmayanlar da köylerine döndüler. Böylece Malatya’nın inançsal, etnik ve kültürel mozaiği, siyasal yapısı esaslı bir değişime uğramış oldu...

1974-1980 Yıllarında Malatya’da İşlenen Siyasi Cinayetler:


·Adı Mesleği Öldürülme tarihi Politik tarafı

.Hamza KARAAĞAÇ Memur 15. 02. 1974 Sol

·Nüvit BARUT Serbest 13. 09. 1975 Belirsiz

·Kazım GÖKTAŞ Öğrenci 06. 12. 1975 Sol

·Mehmet ŞENSES Polis 22. 01. 1976

·Bekir ALTINDAĞ Bekçi 22. 01. 1976

·İlker AKMAN Mühendis 25. 01. 1976 Sol

·Y. Ziya GÜNEŞ Öğrenci 25. 01. 1976 Sol

·H. Basri TEMİZALP 25. 01. 1976 Sol

·Naim KORKMAZ İşçi 25. 08. 1976 Sol

·Mehmet YILMAZ Öğretmen 26. 01. 1977 Sol

·Mehmet ERBAŞ Muhtar 02. 06. 1977 Sol

·Kaya ÇAVDAR Öğrenci 20. 11. 1977 Sağ

·Mahmut TANER Serbest 11. 12. 1977 Sağ

·Mustafa BAR İşçi 22. 01. 1978 Sol

·Haydar CERİTLİ İşçi 22. 01. 1978 Sol

·Erhan BİTLİSLİ Mühendis 25. 01. 1978 Sol

·Metin KORKMAZ Öğrenci 10. 03. 1978 Sol

·Hasan YASİN Öğrenci 10. 03. 1978 Sol

·Ahmet Şerif SATILMIŞ Öğrenci 04. 04. 1978 Sağ

·Zeynel ADIGÜZEL Öğrenci 14. 04. 1978 Sol

·Vedat GÖKDEMİR Öğrenci 14. 04. 1978 Sağ

·İbrahim Ömer TOY Öğrenci 14. 04. 1978 Sağ

·Hamit FENDOĞLU Belediye Bşk. 17. 04. 1978 Sağ

·Hanife FENDOĞLU Ev Kadını 17. 04. 1978

·Bozkurt FENDOĞLU Çocuk 17. 04. 1978

·Mehmet FENDOĞLU Çocuk 17. 04. 1978

·Saip HAZER Öğrenci 18. 04. 1978 Sol

·Özcan TÜRKSEVER Öğrenci 18. 04. 1978 Sol

·Naci ERGÜVENLİ Öğrenci 18. 04. 1978 Sol

·Doğan GÜL Öğrenci 18. 04. 1978 Sol

·Tahir KÖRÜKÇÜ Öğrenci 18. 04. 1978 Sağ

·Murtaza İÇEN Öğretmen 21. 06. 1978 Sol

·Turgay GÜRPINAR Öğrenci 03. 08. 1978 Sol

·Yüksel MAZMANOĞLU Esnaf 30. 08. 1978 Sol

·Hasan BAŞYURT Memur 22. 09. 1978 Sol

·Haci YİĞİT İşçi 24. 09. 1978 Sol

·Müslüm KOYUNCU Serbest 24. 09. 1978 Sol

·Mehmet BENLİ Öğrenci 24. 09. 1978 Belirsiz

·Ali BİLMENER Öğrenci 24. 09. 1978 Sol

·Hasan ÇINAR Öğretmen 25. 09. 1978 Sol

·Şinasi SERDAROĞLU Öğrenci 26. 09. 1978 Sol

·Recep EROĞLU Serbest 27. 09. 1978 Sol

·Kemal PAŞAHAN Öğrenci 28. 09. 1978 Sağ

·Vahap EREN Öğrenci 28. 09. 1978 Sol

·İhsan ENGİN Öğrenci 09. 10. 1978 Sol

·Tahir ÖZYAZGAN Öğrenci 10. 10. 1978 Belirsiz

·Murtaza KAYA Öğretmen 25. 10. 1978 Sol

·H. Abdullah KÖSE Öğretmen 26. 10. 1978 Sağ

·Hasan ÖZGÜR Çiftçi 02. 11. 1978 Sol

·Ramazan ORAL Öğretmen 03. 12. 1978 Sol

·Alişar DURHAN Serbest 20. 12. 1978 Sağ

·Bülent GÜL Öğrenci 22. 12. 1978 Belirsiz

·Mustafa ÜNAL Eczacı Kalfası 13. 06. 1979 Sol

·Nevzat YILDIRIM Öğretmen 08. 06. 1979 Sol

·Ali ELÇİ PTT Müd. 19. 07. 1979 Sol

·Ertuğrul EMİR Öğrenci 26. 08. 1979 Sol

·H. Hüseyin TULUK Mühendis 22. 09. 1979 Sol

·Mirza KORKMAZ Marangoz 24. 09. 1979 Sol

·Zeki SERELİ Öğrenci 12. 10. 1979 Belirsiz

·Mustafa ÖCAL Odacı 16. 11. 1979 Belirsiz

·Hasan ÖZTÜRK Eczacı Kalfası 20. 11. 1979 Sol

·Hüseyin ASLAN Emekli Memur 26. 11. 1979 Sol

·Nurettin KILISDOĞAN İşçi 08. 12. 1979 Sol

·Necati İÇEN İşçi 09. 12. 1979 Belirsiz

·Ömer ASLAN Öğretmen 10. 12. 1979 Belirsiz

·Mehmet YUMRUTEPE Sendikacı 26. 12. 1979 Sol

·Ahmet ÇELİK Öğrenci 27. 12. 1979 Sol

·Aziz SÜRÜ Öğrenci 29. 12. 1979 Sol

·H. Hüseyin ÇOLAKOĞLU İşçi 09. 01. 1980 Sol

·Tahsin BEZENE Şoför 21. 01. 1980 Sol

·Andan ÇİFTÇİOĞLU Esnaf 05. 02. 1980 Sağ

·Hasan DOĞAN 20. 02. 1980 Sol

·Fahrettin AKSOY Öğrenci 24. 02. 1980 Sağ

·Mehmet KIZILCIK 07. 03. 1980 Sağ

·Enver KOÇ İşçi 19. 03. 1980 Sol

·Mehmet Ali ÇİLESİZ Öğretmen 04. 04. 1980 Sağ

·Halit ERTAŞ Öğretmen 09. 04. 1980 Sol

·Hidayet VARAN Şoför 19. 04. 1980 Sağ

·Hasan KARAGÖZ Öğretmen 28. 04. 1980 Sol

·Bektaş MUTLU Öğretmen 09. 05. 1980 Sol

·Nusret ARIBANLI İşçi 17. 05. 1980 Sağ

·Muharrem YILDIRIM Öğretmen 21. 06. 1980 Sol

·Şahap ÖZELÇİ Tamirci 23. 06. 1980 Sağ

·Ahmet ÖZDİLEK Polis 08. 07. 1980 Belirsiz

·Vahap ÖKSÜZ Esnaf 17. 07. 1980 Belirsiz

·Bahattin KAYA Memur 17. 07. 1980 Sağ

·İhsan YILDIRIM Öğrenci 17. 07. 1980 Sağ

·Mehmet DURAK Öğrenci 17. 07. 1980 Sağ

·A. Seyit ERTAŞ 23. 07. 1980 Sol

·Ali KUTLAR Öğretmen 01. 08. 1980 Sol

·Sadık TOPER İşçi 05. 08. 1980 Sağ

·Abbas KALI 14. 08. 1980 Sağ

·Osman TERDİ Bakkal 20. 08. 1980 Sağ

·Abuzer KUTLU Kitapçı 25. 08. 1980 Sağ

·Cemal GÜLER Gözlükçü 28. 08. 1980 Sol

·Semai ERCAN 09. 09. 1980 Sağ

·Bektaş TÜRK Çocuk 09. 09. 1980

·Mehmet KORKMAZ Şoför 09. 09. 1980 Sağ

·H. Hüseyin DEDE Öğretmen 09. 09. 1980 Sol

·Mahmut GÜLTAŞ İşçi 10. 09. 1980 Sağ

·Selahattin KARATAŞ Öğretmen 11. 09. 1980 Sol


Yaralamayla da sonuçlanabilen siyasal olaylar


· Malatya’daki Demokratik Kitle Örgütlerinin ortaklaşa düzenledikleri mitinge saldırı yapıldı. 22’si ağır olmak üzere 100’e yakın yaralı (02. 02. 1975)


· TÖB-DER’in düzenlediği kapalı salon toplantısına ülkücülerin saldırısı sonucu çıkan olaylarda bir kişi öldürüldü, onlarca kişi yaralandı. Yüze yakın işyeri tahrip edildi. (15-16 Şubat 1975)


· Arguvan Belediye Başkanının oğlu Naci Orhan silahlı saldırıdan ağır yaralandı. (01. 07. 1975)


· Doğanşehir’de ülkücüler, İbrahim Elmas ve Hasar Basri Elmas’ı döverek ağır yaraladılar. (12. 08.1975)


· Hasan Şahin (Emekli öğretmen, solcu) dövülerek yaralandı. (17. 09. 1975)


· Akçadağ İlköğretim Okulu’ndan 500 sol görüşlü öğrenci, ülkücülerin saldırısına uğrayarak yaralandı ve okuldan uzaklaştırıldı.


· TÖB-DER Bölge Temsilcisi İbrahim Nacar dövülerek ağır yaralandı. (26. 02. 1976)


· Ticaret Lisesi Müdürü Mehmet Paçacı dövülerek ağır yaralandı. (02. 03. 1976)


· TÖB-DER üyesi Haydar Daban, ülkücüler tarafından dövülerek yaralandı. (30. 03. 1976)


· Yatılı okul sınavlarına girmek için Hekimhan’dan Malatya’ya gelen 200 öğrenci komandolar tarafından garajda dövüldü. (14. 05. 1976)


· Gayret Gazetesini basan Ülkücüler, malzemeleri dağıtarak tahrip etti. (1976)


· Turan Emeksiz Lisesine saldıran ülkücülerle öğrenciler arasında çıkan çatışmada 5 polis, çok sayıda öğrenci yaralandı. (24. 03. 1977)


· İlçe Seçim Kurulu üyesi öğretmen Hüseyin Yıldırım, uğradığı saldırıda yaralandı. (10. 04.1977)


· Malatya Eğitim Enstitüsü’nü basan komandolar, 10 kız öğrenciyi ağır yaraladı.


· Ticaret Lisesi öğrencilerinden Sultan Alper ile Aynur Malatyalı, ülkücülerin saldırısı sonucu yaralandı. (17. 03. 1978)


· Malatya Yüksek Meslek Lisesi’nde okuyan öğrenciler üzerine silahla ateş açılması sonucu Ahmet Şerif, Battal Erdem, Azmi Ayten ağır yaralandı; Ahmet Şerif Satılmış olay yerinde yaşamını yitirdi. (05.04. 1978)


· Çavuşoğlu Mahallesine yapılan silahlı saldırı sonucu Zeynel Adıgüzel öldü, Müslüm Adıgüzel yaralandı. (17. 04. 1978)


· Derme İlkokulu önünde bir taksiye ateş edildi, üç kişi yaralandı.


· Eğitim Enstitüsüne gece silahla ateş edildi ve okul yakılmak istendi. (08. 06. 1978)


· Eğitim Enstitüsünde bir grup öğrenci Valiliğe yürümek isterken çıkan çatışmada bir polis, iki sivil yaralandı. (28. 06. 1978)


Ülkücülerin gittiği Turan Emeksiz Caddesi üzerindeki bir kahve gece silahla tarandı, ikisi ağır olmak üzere on kişi yaralandı. (14. 09. 1978)


· Silahlı saldırıya uğrayan özel bir hastanenin başhekimi Dr. Mehmet Alp ağır yaralandı. (08.05.1979)


· Gazeteci ve Turizm Müdür Yardımcısı Cumali Uyan, silahlı saldırı sonucu ağır yaralandı. (17.05.1979)


· Öğretmen Ömer Bozkurt silahlı saldırıda yaralandı. (13. 09. 1979)


· Köy Koop Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Elmasulu uğradığı silahlı saldırıda ağır yaralandı.(20. 09. 1979)


· Salt Köprü Mahallesinde bir eve baskın düzenleyen silahlı kişiler bir kişiyi öldürdü, iki kişiyi ağıryaraladı. (25. 10. 1979)


· Doğanşehir’de çıkan silahlı çatışmada Adnan Çiftçioğlu ölürken, Oktay Turan ağır yaralandı. (07.02. 1980)


Bu bilgiler, Malatya’da kurulu Görüş ve Gayret Gazetelerinin 1974-80 yıllarında yayımlanan sayılarından derlenmiştir.

KAYNAKLAR


 

1) DİE Milletvekili Seçim Sonuçları


2) Mahmut Makal, Karanlığı Zorlayanlar, Başak Yayınları, Ankara 1992, s. 86


3) TÖB-DER Dergisi, Sayı: 91, 15. 02.1975


4) Cumhuriyet Gazetesi, 18. 02.1975


5) TÖB-DER Dergisi, Sayı: 95, 15. 04. 1974


6) TÖB-DER Dergisi, Sayı: 4, 01.04.1975


7) Adana DGM Savcılığı İddianamesi (1975 / 24)


8) Adana DGM İddianamesi


9) Gayret Gazetesi, 08. 11. 1975 - Malatya


10) Gayret Gazetesi, 08. 11. 1975 - Malatya


11) Gayret Gazetesi, 11. 11. 1975 - Malatya


12) Gayret Gazetesi, 10. 11. 1975 - Malatya


13) Abdullah URAZ, Sonhavadis Gazetesi, 20. 04. 1978


14) Erhan AKYILDIZ, Milliyet Gazetesi, 20. 04. 1978


15) Tercüman ve Milliyet Gazeteleri, 20. 04. 1978


16) Cumhuriyet Gazetesi, 21. 04. 1978


17) Sonhavadis, 20. 04. 1978


18) Cumhuriyet, 20. 04. 1978


19) Geniş bilgi için bak.: 18, 19, 20 Nisan 1978 tarihli Tercüman, Milliyet, Cumhuriyet, Hürriyet


20) Cumhuriyet, 22. 04. 1978


21) Tercüman, 24. 04. 1978


22) 19-20.04.1978 tarihli Cumhuriyet, Tercüman, Sanhavadis, Hürriyet, Milliyet


23) Ortadoğu Gazetesi, 23. 04. 1978


24) Hürriyet, 19. 04. 1978


25) Tekin ERER, Sonhavadis, 23. 04. 1978


26) Tercüman, 21. 04. 1978


27) Tercüman, 20. 04. 1978


28) Sonhavadis, 21. 04. 1978


29) Milliyet, 20. 04. 1978


30) Reşit KISACIK, Cumhuriyet, 21. 04. 1978


31) 22.04.1978 tarihli Sonhavadis, Hürriyet, Milliyet Gazeteleri


32) 22.04.1978 tarihli Cumhuriyet, Milliyet, Hürriyet Gazeteleri


33) 22.04.1978 tarihli Milliyet, Sonhavadis, Hürriyet, Cumhuriyet Gazeteleri


Geniş bilgi için:


* TÖB-DER Dergisi, Sayı: 90, 92, 94, 98, 102

* Alpay KABACALI, Cumhuriyet Gazetesi, 24. 04. 1978

* M. Reşat GÜLEKEN, Milliyet, 24. 04. 1978

* Birikim Dergisi, Sayı: 39, Mayıs 1978

* Muzaffer İlhan Erdost, Faşizm ve Türkiye

* Ülke Dergisi, Sayı 8

* Aydınlık Gazetesi, 18, 19, 20, 21 Nisan 1978




KOÇGİRİ OLAYI (Baki Öz)

Koçgiri Olayı'na Katılan Aşiretler


Koçgiri, bir aşiretler topluluğudur. Birçok aşireti içinde barındıran bir aşiret konfederasyonudur. Aşiretlerin Kürt kökenli oldukları söylenmesine karşın, bu sav tartışmalıdır. İnanç olarak tümü Alevidir. Hafik, Zara, İmranlı, Refaiye, Suşehri, Kangal, Divriği ve Ovacık ilçelerinin köylerinde yaşarlar. Tümüyle Dersim kökenli aşiretlerdir. Bu yörede 135 köy vardır. Bunlar içerisinde, yalnızca 16 köy halkı Koçgiri aşiretindendir. 2000 km2'lik bir alana dağılan yörenin nüfusu bu tarihlerde 40.000 dolayındadır. Çoğunluk Kürtçe (Kurmancı) konuşmakla birlikte, Koçgiri halkı Türkçe de konuşmaktadır. İçlerinde Türkçe konuşan aşiretler de vardır. Oturdukları köy adları, çoğunlukla Tükçedir. Ekonomileri tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Koçgiri, beş büyük kabileden oluşur: İbolar, Sarular, Zazalar, Palular ve Kerteliler. En güçlüsü İbolar'dır. Bu kabilenin başkanı (reisi), Koçgiri aşiretinin en etkin olanı ve başkanıdır. Koçgiri Ayaklanması'nın düzenleyicileri ve öncüleri de bu kabile olmuştur.


Koçgiri aşiretinin bu dönemki başkanları, II. Abdülhamid'in paşalık verdiği Mustafa Paşa'nın oğullarından Alişan ile Haydar Bey kardeşlerdir. Bunlarla birlikte Koçgiri kabilelerini kayınbabaları Hacı Rasim, amcaları Mahmud ile İzzet, ayrıca Gülağaoğulları'ndan Mehmed İzzet, Naki, Hasan Askeri, Kazım ve Alişir yönetmektedirler. Haydar bey, İmranlı bucak müdürü; Alişan Bey'se, Refaiye kaymakam vekilidir. Ankara yönetimince Sivas milletvekilliğine aday gösterilirse de, aşiretleri hazırlanan ayaklamayı bölmek olarak değerlendirerek kabul etmez. Ali-şir (=Alişer)ise, Mustafa Paşa'nın ve daha sonraları da ailenin katipliğinde bulunmuş, Koçgiri ve Dersim aşiretleri içerisinde saygınlığı olan biridir. Türkçe şiirleri vardır. Çoğu, Dersim aşiretlerini ayaklanmaya özendirici şiirlerdir. Aşiret reislerinin çoğu, okumuş ve iyi yetişmişlerdir.

Koçgiri Olayı'nda Milliyetçilik Etkeni


Koçgiri Olayı, "Milliyetçi" bir temele dayanır. Kürt bağımsızlık hareketidir. Bağımsız Kürdistan devleti amaçlamıştır. Kürt bağımsızlık hareketinin ilk aşaması, Koçgiri Ayaklanması'yla denenmiştir. Koçgiri ayaklanması olarak başlayan ve yayılan bu eylem, giderek Dersim sorununa dönüşmüştür. Hareketin önderlerinden Nuri Dersimi'ye göre;


"Koçgiri Kürt bağımsızlık savaşı, Kürdistan bağımsızlık savaşının bir aşamasıdır. Onunla bir meydan savaşı yitirilmiştir; ama savaş bitmemiştir." (Dersimi 1986: 105)


Koçgiri Olayı, İngiliz destekli ve yönlendirmeli "Kürt Teali Cemiyeti'nin ürünüdür. Haydar Bey Mondros Mütarekesi sıralarında "Kürt Teali ve Teavün Cemiyeti"ne yazılmış, bu örgütün bir kolunu kendi yöresi olan İmranlı'da kurmuş ve başına geçmiştir. Bütün aşiret başkanlarını bu örgüte üye yapmıştır. "Jin" (Hayat) gazetesi yörede dağıtılmış ve "Jepin" adlı bir gazete çıkarılmıştır. Gazetede Kürt bağımsızlığına ilişkin yazılar yer almaktadır. Derneğin sekreterliğini üslenen Alişir, gazetenin dağıtımını ve okutulmasını da yürütmektedir. Dernek, İstanbul'daki genel merkezle ve Seyyid Abdülkadir Bey'le de ilişki içerisindedir.


Alişir de İstanbul'daki "Kürt Teali Cemiyeti" ve başkanı Seyyid Abdülkadir'le doğrudan ilişkidedir. Ermeni Mıgırdıç yoluyla Seyyid Abdülkadir'den talimat getirtmiş, 1920'lerde Refaiye'nin Şadıllı aşireti başkanlarından Paşa Bey'i on kadar insanla Ovacık ve Hozat'a göndererek ve "Hilafet Ordusu Müfettişi" sanını takınarak propaganda yaptırmış, "Avrupa'nın Kürtler'e verdiği özerkliği Ankara hükümeti'nin tanımasını, aksi durumda ayaklanacaklarını" duyurmuş ve bu alanda Kürtçe konferanslar vermiştir. Amaçlarının bağımsız Kürdistan olduğunu dile getiren bir muhtırayı "Kürt Teali Cemiyeti" aracılığıyla İtilaf Devletleri temsilciliğine iletmiştir.


Genel Kürt hareketi ve Koçgiri hareketinin öncülerinden ve düzenleyicilerinden Nuri Dersimi, "Kürdistan'ın bağımsızlığını resmen ilan etmek istediklerini" açıkça belirtir. Dersim'e geçerek aşiretleri olaya çekmeye çalışmıştır. Ovacık aşiretleri tümüyle katılmasına karşın, Seyyid Rıza bu anda katılmamıştır. Burada oluşturulan birlik sonucu Ankara Hükümeti'ne bir ültimatom gönderilmiş (15.11.1920) ve Kürt devletini kurma doğrultusunda ulusal isteklerde bulunmuşlardır. Ankara Hükümeti'nin Kürdistan özerkliğini tanımasını, Kürt çoğunluğu olan yerlere Kürt memurlarının atanmasını ve Koçgiri'deki askeri biriliğin çekilmesini istemişlerdir. Elazığ ili yoluyla da TBMM Başkanlığı'na bir telyazı çekerek (25. 12. 1920) Sevr Antlaşması'nın gereği olarak Doğu bölgesinde bir Kürdistan kurulmasını, aksi durumda bu hakkın silah yoluyla alınacağı bildirilmiştir. Koçgirili aşiretler de Koçgiri'ye bir Kürt valinin atanmasını istemişlerdir (08.04.1921). Miralay (Albay) Halis Bey öldürülmüş, askerleri esir alınmıştır. Bu, zafer kabul edilerek İmraniye merkezine "Kürdistan bayrağı" çekilmiştir. Seyyid Rıza'nın bölgesi olan Ağdat'ta da "Kürdistan bayrağı" sürekli çekili kalmıştır.


Bu tutum ve davranışlara bakıldığında; Koçgiri eyleminin doğrudan ulusal isteklerle ortaya çıktığı, bir Kürt devleti kurulmak istendiği, Koçgiri'nin kendisini Kürdistan'ın bir parçası olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Eylemi, bölgesel aşiret başkanları aracılığıyla "Kürt Teali Cemiyeti" yönetmiş ve yönlendirmiştir. Bu bir Kürt hareketidir. Etkin olan öğe Kürtlük'tür. Bu nedenle, olaya bir Kürt niteliği kazandırılmıştır. Ayaklanmacılar ayrı bir Kürt devleti için çalışmakla birlikte, Osmanlı içerisinde bir özerk yönetime de kısmen yakınlık duymuşlardır. Önce İstanbul Hükümeti'ni, gelişmeler sonucunda da Ankara Hükümeti'ni muhatap almışlardır. Hükümetten "özerklik" isteğinde bulunmuşlardır.

Koçgiri Olayı'nın Alevilik Yanı


Koçgiri aşiretleri, tümüyle Alevidir. Eylemleri sırasında, zaman zaman politik davranarak, halkı bu yanıyla da eylemin içine çekmeye çalışmışlardır. Alişan Bey Dersimlileri eyleme kazandırmak için, Hozat'ta yaptığı toplantılarında Alevi inanç motiflerine başvurarak, "Zülfikar Murtaza"ya ve parçalayıp Fatma Zehra niyazına yedikleri elmaya" and içmişlerdir. Böylece aşiretler, çoğunlukla birliğe katılmışlardır. Yalnız Seyyid Rıza, Hozat aşiretlerine güvenmediğinden, bu anda ve birliğe katılmamıştır. "Kürt Teali Cemiyeti"nin çalışmalarına, "Türkçe konuşan Alevi köylüler" dahi çekilmiştir. Nuri Dersimi, 1920'lerin başlarında Kangal ilçesinin Yellice bucağında Hüseyin Abdal Tekkesi'nde bir toplantı yapar. Toplantıya Canbegan, Kurmeşan ve diğer aşiretler katılır. And içilir. Sevr antlaşması gereği, Doğu illerinde bir bağımsız Kürdistan'ın kurulması için, "silaha sarılmaya ve bu uğurda sonuna dek savaşmaya" karar verilir. Batı Dersim'de 45.000 kişilik askerin oluştuğunu, buna Doğu Dersim'in de katılacağını bildirerek, aşiretler eyleme özendirilir. Aleviler, doğrudan olayın içine çekilmeye çalışılmıştır. Zara'nın Panza köyünden Mısto, Kürtlerden oluşan bir çete kurar ve silahlandırır. "Alevi Türkleri de bu çeteye sokmaya çalışır." 1920'lerin Temmuz'unda, Zara'nın Çulfa Ali köyündeki jandarma karakoluna saldırır ve bir bakıma Koçgiri Olayı'nı başlatır. Türk Alevilerin çekilmesinde kısmen de başarılı olunur.


Çevreye, "devlet Alevileri kırıyor" söylentisi yayılır. Kürt hareketinin ünlü propagandisti Alişir, "Aleviler'in tümünü öldürmek için Türk subaylarının ceplerinde talimat olduğu"nu belirterek, ayaklanmaya yeni içerikler katmak ve daha geniş boyutlara taşımak ister. Amaç, inanç etkeninden yararlanmaktır. Dersim, Erzincan Tercan ve Çayırlı yörelerinin Alevi aşiretlerinden yardım umulur. Merkez Ordusu Komutanı Nureddin Paşa'nın eylem karşısındaki aşırı tutumu ve olayı "Alevi kırımı"na dönüştürmesi, ayaklanmacılara Alevi-Türk kesimlerin eğilim duymasına ve katılmalarına yol açmıştır. Hatta Nureddin Paşa'nın olayı bastırma yönteminin "Alevi kırımı"na dönüşmesi, TBMM'de Erzincan Milletvekili Emin Bey'in eleştirilerine dahi neden olur.


Aşiretlerin Alevi oluşları nedeniyle, Alevilik öğesinden yararlanılmak istenmiş ve tüm Kürt, Türk ve Zaza Alevileri olaya çekilmeye çalışılmışsa da başarılı olunamamıştır. Alevi aşiretleri, çoğunlukla olaya soğuk bakmış ve katılmamışlardır. Alevilik öğesi pek etkin olmamıştır. Çünkü, olay bir Alevi hareketi değil, bir Kürt hareketidir. Doğrudan ayrılma ve ayrı bir Kürt devleti amaçlamaktadır. Dersim aşiretleri olaya pek ilgi duymadıkları gibi Erzincan, Tercan ve Çayırlı aşiretleri de kendilerine gelen destekleme önerilerini tümüyle reddetmiş, dahası bu eylemi engelleme yoluna gitmişlerdir. Balaban aşireti başkanı Paşa Ağa (gerçek adı Hüseyin'dir.) Ankara Hükümeti'ni destekler. Koçgirililerin bölgeye sızmasını engeller. Diğer Balaban aşiret başkanlarından ve Sansa deresinde küçük bir müfrezenin başında olan Mehmet Ağa (kaynaklarda Muhsin Ağa olarak geçiyorsa da yanlış yazılmış olmalıdır), Mutu ve Sansa yöresinde Fırat köprülerini tutarak Haydar Bey'in Dersim'e geçmesini ve Dersim aşiretleriyle bağ kurmasını önler. Çayırlı yöresinin büyük aşiretlerinden Kureyş aşireti de Haydar Bey'e engel olur. Kureyş aşiretinin başkanlarından Paşa Ağa ile Boybeyi Ağa, Karataş köyüne kadar gelmiş olan Haydar Bey güçlerinin Tercan'a inmesine izin vermez ve geri çekilmesini sağlar. Böylece Haydar bey, Tercan yolu ile de Dersim'e geçemez. Geri dönmek zorunda kalır. Sipikor dağına doğru çekilir. Jandarma ve Kureyş aşireti birlikleriyle çarpışması sonucu, yitik verir ve güçleri çözülür.


Bu veriler gösteriyor ki, olay bir Alevi olayı niteliği alamamıştır. Bu biçime dönüştürülmek istenmişse de başarılı olunamamıştır. Olay, bir Kürt ve Kürt bağımsızlığı olayı olarak başlamış ve sonuçlanmıştır.


Koçgiri Olayı, 06.03.1921'de başlar; 17. 06. 1921'e dek, iki aşamalı olarak sürer. Zara'daki karakol baskını ile Yıldızeli Ayaklanması'nın da elebaşılarından olan Zalim Çavuş'un çevrede yürüttüğü baskınlarla, Koçgiri Olayı olup bittiye getirilerek başlatılır. Çevrede Kızıltepeli Kor Rıfat ve Karamanlı Nuri'nin çeteleri ile asker kaçakları da vardır. Bu gruplar, 05.03.1921'de İmranlı'daki Süvari Alayı'nın çekilmesini ister ve Zara-İmranlı (Ümraniye) telgraf hatlarını çeker. 06.03.1921'de İmranlı'ya saldırarak, 90 eri tutsak alır ve Albay Halis Bey'i öldürürler. Bucak müdürü ve aşiret başkanı Haydar Bey, olanlara seyirci kalır. Elaltından yönlendirir. Hozat'tan Haydar Bey'in isteğiyle, yaklaşık 500 kişi Koçgiri'ye gelir. 08.03.1921'de Alişir, Kemah yöresine baskın düzenleyerek Kemah kaymakamını ve jandarma komutanını tutsak alır. Öğüt vermek için gelen Kuruçay kaymakamı ve memurlar, tutsak edilerek götürülür. Alişan, Beyzade İzzet Bey Koçhisar ilçesinde oturan Kormançlı aşiretini ayaklandırır. 10.02.1921'de Elazığ, Erzincan ve Sivas illeri ile Divriği ve Zara ilçelerinde sıkıyönetim ilan edilir ve Sivas'ta bir sıkıyönetim mahkemesi kurulur. 12.03.1921'de Divriği'nin Hamo bucağındaki vergi memurlarını tutsak alır ve yörenin Sünni-Alevi köylerini ayaklanmaya zorlarlar. 13. 03. 1921'de İcra Vekilleri Heyeti (Bakanlar Kurulu), Merkez Ordusu Komutanlığı'na geniş yetkiler verir. 14.03.1921'de Merkez Ordusu Komutanı Nureddin Paşa ayaklanmacıları hükümete ve yasalara bağlılığa çağırır. 15.03.1921'de jandarma ile ayaklanmacılar arasında, Zımara bucağında çarpışmalar olur. Kemah halkı, çetelere karşı direnişe hazırlanır. Topal Osman'ın yönetiminde "Giresun Milli Alayı", hükümet güçlerine destek amacıyla Koçgiri bölgesine gelir. 17.03.1921'de Refaiye'nin Taşdibi köyünden Bekooğlu Hüseyin, Tahir ve Mahmud, 200 kadar adamıyla çevre Türk köylerini basar. Bu arada Şadıllı aşireti de ayaklanmaya katılır. 18.03.1921'de temyiz Mahkemesi üyesi Şefik Bey'in başkanlığındaki bir "Öğüt Kurulu", Haydar Bey'e gelerek huzuru sağlamaya çalışırlar. Haydar Bey, ikili oynayarak durumu idare eder. Zamarik Bucağı Kürtleri de ayaklanır. Aşiretler, Erzincan-Kemah arasını keser. Seyyid Rıza da Aşuranlı aşiretiyle birleşerek, Erzincan'ı basmaya çalışır. Ateş'in başkanlığındaki 300 kişilik bir çete, Ergekan köyünü işgal ederek, Erzincan-Kemah yolunu kapar. Erzincan'daki 11. Alay'ın 2. Taburu, Erzincan'ı çetelerden temizler ve ayaklanmacılar Fırat'ın güneyine çekilmek zorunda kalır. Refaiye'de Mahmud Bey çetesi egemendir. Bu aralar Divriği, Kemah, Kangal Dersimli ve Koçgirili çetelerin sürekli saldırıları altındadır. 29.03.1921'de Kuruçay'ın köyleri yağmalanır, Divriği kaymakamı, mal müdürü ve jandarma teğmeni tutsak alınır. 05.04.1921'de Alişir, Refaiye köylerini basar, önemli ölçüde kayıp vererek çekilir. Zara ve Suşehri'nde çarpışmalar olur. Bunlar üzerine Zara, Koçhisar, Kangal ve Divriği'de "Gönüllü Hal Asayiş Bölüğü" kurulur. Bu örgütleniş Şebinkarahisar, Suşehri ve Refaiye'de yapılır. Merkez Ordusu, 11.04.1921'de Koçgiri Olayı'nı bastırma işine girişir. Bölgede şiddetli çarpışmalar başlar. Erzincan müfrezesinin Kemah'taki saldırıları sırasında, Alişan ile Haydar Bey'lerle ve Alişir'in Dersim'de topladığı 500 kişi, önemli yitikler verir. Giresun müfrezesi de Merkez Ordusu birlikleriyle birleşerek Koçgiri içlerine doğru ilerler. 18.04.1921'de Alişir'in evi yakılır. 19.04.1921'de İmranlı alınır. Telgrafhane haberleşmeye açılır. 45 gün sonra ancak İmranlı'nın yönetimi hükümete geçebilmiştir. Alişan ile Haydar Bey'in hayvanlarına el konularak Zara'ya gönderilir. 22. 04. 1921'de , Koçgiri Olayı'nı bastırma hareketinin birinci devresi bitmiştir. 23. 04. 1921'den sonra, askeri güçler, yeniden toparlanarak, bölgeyi denetim altına almaya çalışırlar. Erzincan aşiretlerinin de yardımıyla Haydar bey Dersim'e geçemez. Alişan'ın oğlu ile eşi tutuklanarak Zara'ya gönderilir. 24.-28. 04. 1921'de Çıragediği çarpışması olur. Ayaklanmacılar, önemli yitikler verir. Süvari tugayının da yitiği olacaktır ve tugay, ayaklanmacılar karşısında ilk kez geri çekilir. Tugay, bu çarpışmada beş subay 77 erini yitirmiştir. 29.04.1921'de Giresun müfrezesi, ayaklanmacılara yitik verdirir. 01. 05. 1921'de Haydar Bey ile ayaklanmanın 56 ileri geleni, affedilmek ister. 24.05.1921'de Nureddin Paşa, 500 dolayında ayaklanmacıyı öldürttüğünü rapor eder. 17.06.1921'de Alişan Bey ile ayaklanmanın ileri gelenlerinden 32 kişi teslim olur. Teslim olan 500 kişi, yargılanmak için Sivas'a gönderilir. Nureddin Paşa, ayaklanmacı köylülerin ülkenin başka yörelerine göçürülmelerini önerir. Öneri, özellikle Doğulu milletvekillerinin tepkisiyle karşılaşır. Nureddin Paşa'nın görevini yapmakta "aşırıya kaçtığı" ileri sürülür. Yargılanması istenir. Mecliste ateşli tartışmalar olur. Sonuçta Nureddin Paşa görevinden ayrılır.


Yargılama, Sivas Harp Divanı'nda yürütülür. Haydar Bey, Seyyid Aziz ve diğer 15 kişiye vicahen; Alişir, Nuri Dersimi, Mustafa Paşa oğlu Mahmud, Tarbazlı Memo, Dilo, Sabri'ye gıyablarından idam cezası, birçok kişi de durumlarına göre ömürboyu, beş ile 15 yıl arasında çeşitli cezalar verilir. 400 tutukludan 110'unun sorumsuzluğuna karar verilir. Yalnız hepsi sürgüne gönderilir. Doğulu milletvekillerinin baskısı üzerine, Alişir'le Nuri Dersimi'nin dışında tümü affedilir. Sivas Harp Divan'ı kaldırılır. Ölüme mahkum tüm tutuklular bırakılır. Yalnız, Haydar Bey'in Koçgiri'ye girmesi yasaklanır. Sivas'ta oturmaya zorunlu tutulur. Seyyid Aziz, Celallı mahallesinde gözetim altında tutulur. Daha sonra Alişan ile Haydar Bey İstanbul'a çağrılarak oturmaya zorunlu tutulur. 1931'de çıkarılan genel afla tüm sürgünler memleketlerine dönebilirler. Alişan ile Haydar Bey İmranlı'ya dönecek,daha sonra bir suikastta Alişan Bey ölecek, Haydar Bey yaralı kurtulacaktır.


Koçgiri eyleminin Alevi aşiretlerce çıkarılması, Sünni inançlı aşiretlerin katılmamasına neden olmuştur. Türk Alevi aşiretleri de bu olaydan uzak durmuşlardır. Aşiretler arası çelişkiler ve anlaşmazlıklar, Dersimli aşiretlerin çoğunun kalmasına neden olmuştur.


Koçgiri eylemi, aşiret ağalarının önderliğinde yürütülmüş bir köylü hareketidir. Feodal bir harekettir. Aşiret ve var olan köylülük yapısı, korunmaya çalışılır. Bu yanıyla devrimci bir hareket değildir. Aşiretler Alevi inancında olmalarına karşın hareketin Alevi niteliği yoktur. Milliyetçilikten ve etnik hareketlerden esinlenmiştir. İngiliz yönlendirmesindeki "Kürt Teali Cemiyeti" tarafından desteklenmiş ve yönlendirilmiştir. Hareketin, milliyetçilik ve Kürt etnikliği özelliği ön plandadır. Dahası, bu özelliğine dayanır. Ulusal Kurtuluş Savaşı'na karşıdır.

BAKİ ÖZ




KOÇGİRİ (Adil Gülsoy)


6 Mart 1921'de başlayan Koçgiri isyani, Kürdistan'in dar bir cografyasinda etkili olur. Dersim ve Koçgiri'li aşiret reisleri,isyandan önce Elaziğ da toplanip TBMM Hükümeti'ne bir nota vermeyi kararlaştırırlar. Mustafa Kemal'e gönderilen notada yeni hükümetin, Kürdistan'daki Türk memurlarin ve Koçgiri bölgesine giden askerlerin geri çekilmesi ,Kürt mahkumlarin derhal serbest birakilmasi istenir.


Osmanli Devleti'nin 1. Dünya Savaşından Sevr'i imzalayarak çıkmasından sonra, Mustafa Kemal Anadolu'ya gönderilir. Erzurum ve Sivas ta Kongre düzenleyerek Anadolu'da yeni bir oluşumun temellerini atar. Buralarda Kürt ileri gelenlerini toplayip, ortak hareket etmeye çağirir. Rus ve Ermeni tehlikesini Kürtlere karşı kulanarak her yerde, Kürt ve Türklerin kardeş olduğundan , ayni dine inanan insanlar olarak, böyle bir tehlikeye karşı ortak hareket etmenin gerekli olduğundan söz eder.


Bu çalısmalarda kısmen başarılı olan Mustafa Kemal aralarında Koçgiriler in de olduğu, kendisiyle anlaşmaya yanaşmayan bazi aşiretleri de yanlızlaştırmayı planlıyordu. Mustafa Kemal 1919'da Sivas'ta görüşmelerini sürdürüken, Sivas valisi Reşit Paşa aracılığıyla, Koçgiri ve Dersim'in önde gelenlerini çağırır.Bu gelişmeleri Koçgiri ve Agrı isyanlarının önderlerinden Nuri Dersimi anılarında şöyle anlatiyor:"Bu arada Mustafa Kemal Erzurum'dan Sivasa geldi. Alişan Bey ve beni Sivasa istedi. Benim Dersim mebusu ve Alişan Beyin Zara mebusu Sifatiyla kendisi ile tesriki mesaimizi talep etti. Mazeret beyan ettim gitmedim. Alişan Beyi gönderdik."


Mustafa Kemal, Alişan Bey'e gerçi ne maksatla çalıştığınızı biliyorsam da bizzat sizden ögrenmek isterim demiş.


Alişan Bey Wilson prensiplerine göre Vilayeti Sarkiyenin Kürt yoğunluklu çoğu vilayetlerinin, Ermenilere verilmiş olduğu anlaşılmış olmakla, bu karara karşı olmak üzere Sark Vilayetlerinde teşkilat yapmak ve Kürt nüfusunun yoğunluğunu meydana koyarak vatanımızın Ermenilere verilmesini ret etmek esasına binaen çalışmakta olduğumuzu bildirdi. Alişan Bey mebus olma önerilerini reddetmiş ve Meclis teki Kürt milletvekillerini de eleştirmişti.

Erken Patlayan Volkan


Iste bu ortamda Koçgiri ayaklanmasi patlak verir ve Ankara Hükümeti ile Kürtler ilk kez karşı karşıya gelirler.


Kemalizmle ilk buluşmadir bu isyan ama son olmayacaktır. Koçgiri aşireti çoğunlugu Alevi olan 5. Büyük kabileden oluşmuştu. Bunlar Ibolar, Zazalar, Sarular, Kerteller ve Balular'di.


Koçgiri, 10 Kaza ve 135 bölgeden oluşmaktaydı. Hafik, Zara, Imranli, Susehri. Rrefahiye, Kemah, Divrigi, Kangal, Ovacik ve Kiniçay ilceleriyle birlikte Hamo ve Zirra bucaklarini kapsayan bir alana yayilmışlardi.


Bir süre sonra Kangalin Yellice nahiyesindeki Hüseyin Abdal Tekesinde ,Canbegan,Kurmesan ve diger Koçgiri aşiretleriyle halkın katıldığı bir toplantı yapilir. Toplantıda Diyarbakır,Van, Bitlis, Elaziğ, Dersim ve Koçgiri bölgelerini icine alan bağımsız bir Kürdistan kurulmasi için silaha sarılmak gerektiğine karar verilir. Bu çalışmalarla hazir hale gelen aşiretler ilk olarak temmuz ayinda Zara da Çulfa Ali Karakolunu basar, Daha sonra Sadan aşireti reisi Paşo komutasindaki güçler, Kuruçaya cephane taşıyan bir birliğe baskın düzenler. Bir kaç karakol basılarak cephanelerine el konulur. Refahiye ele geçirilerek Hükümet Konagına bayrak asılır.


Bu gelişmeler karşısinda telaşa düşen Ankara Hükümeti Haydar Bey'i Umraniye Bucak Müdürlüğüne, Alişan Bey'i Refaiye'ye kaymakam olarak atanir. Tipki bu günkü Kürt kökenli miletvekillerinin devletin önemli yerlerine getirilmesi gibi onlara da mevki verilir. Bölge ileri gelenlerinin ve nüfuz sahiplerinin isyan ettikleri yerlere memur olarak atanmaları olumsuz sonuçlar doğurmuştu. İste son alinan tedbir de öncekiler gibi aşiret reislerinin etkinliğini ve nüfuzunu daha da artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Alişerin 150 kısılık bir kuvvetle Kemah'ta soygun ve yağmacılığa başlaması üzerine Dersimde bulunan Haydar Bey'den bu olayi engellenmesi istenir. O da göstermelik bir Koçgiri müfrezesi ile hükümet adına harekete geçer. Fakat Alişerin etkisiz hale getirilmesi bir tarafta olayın üstüne dahi gidilmez ve durum böylece kapatılır. Alişan Bey beraberindeki adamlarıyla Ovacika geçer orada yanına bazi aşiret reislerinide alarak Hozat'a gider. Hozat'ta toplanan Kürt ileri gelenleri Ankara Hükümetine bir nota verilmesini karara baglar. Nuri Dersimlinin babasi Ibrahim efendi'nin kaleme aldığı mektupta şu hususlara yer verilir.


1. Kürdistan Muhtariyet idaresine muvafakat eden Istanbul saltanat Hükümetinin bu babdaki kararini Mustafa Kemal Hükümetinin de resmen kabul edip etmiyeceginin açiklanmasi.


2. Kürdistan Muhtariyet idaresi hakinda Mustafa Kemal Hükümetinin görüş noktası hususunda Dersimlilere acele cevap verilmesi.


3. Elazig, Malatya, Sivas, Erzincan mıntıkaları hapishanelerinde mevcut bütün Kürt mahkumlarının serbest bırakılması.


4. Kürt çoğunlugun bulundugu noktalardan Türk Hükümeti memurlarının çekilmesi.


5. Koçgiri mıntıkasına gönderdiği haberi alınan askeri müfrezenin derhal geri alınması.


Bu bildiri Abbasan aşireti reisi Meço Aga tarafından Ankara hükümetine verilmek üzere Dersim mutasarifi Riza Beye verilir. Bu sert notayi alan Hükümet Koçgiri'ye bir ögüt kurulu göndererek ayaga kalkan halki yalanlarla kandırmaya çalışır. Bunun üzerine Meclis Başkanlığına Garbi Dersim asairruesasi imzasıyla sert bir telgraf çekilir. Telgrafta Sevr mubadelesi mucibinde Diyarbakır, Elaziğ, Van ve Bitlis vilayetlerinde müstakil bir Kürdistan teşekül etmesi lazım geliyor binaenaleyh bu teskil edilmelidir aksi takdirde bu hakki silah kuvvetiyle almağa mecbur kalacağimızı beyan eyleriz denmekteydi. Nuri Dersimli hatıralarında ayaklanmanın amaçlarını şöyle açıklamaktadır, önce Dersimde Kürdistan'in istiklali ilan edilecek Hozat ta Kürdistan bayrağı dalgalanacak Kürt milli kuvetleri Erzincan, Elaziğ ve Malatya istikametinden Sivasa doğru hareket ederek Ankara Hükümetine Kürdistanin bağımsızlığı için baski yapilacak. Ankara Hükümetinin bunun önüne geçebilmek için Dersim aşiretleriden Meço ve Diyap agalar ile Ahmet Ramız ve Hasan Hayri'yi mebus olarak Ankaraya çağırır.

Olaylar Buyuyor


Alişan Bey 45 bin kişilik bir kuvvetle Ankara Hükümetinin Wilson ilkeleri dogrultusunda Kürdistanın bağımsızlıgının kabul edileceğini düşünüyordu. Bu amaçla Dersime gelir. Fakat Koçgiride büyük bir heyecan başlamıştır. Her tarafta bir sabırsızlık bas göstermıştır. Ancak mevsim kıştır Koçgiri aşiretleri bir an evvel harekete geçmeyi isterken Dersim aşiretleri zamanın henüz olgunlasmadığıni söylemektedirler 6 Mart 1921'de Kızıltepeli Rifat ve Karmanlı Nuri önderligindeki bir gurup köylü asker kaçaklarını yakalamak isteyen bir süvari bölüğüne Koçgiri yakınlarında baskın düzenler. Baskında Binbaşı Halis iki Subay ve dört Er öldürülür, Imranlı'da tamamen ele geçirilir. 8 Mart 1921 de Haydar Bey, Alişan Beye haber göndererek yardim alıp Koçgiriye gelmesini söyler. Bunun üzerine başlarında, Pezgavir aşiret reisi Bıra ibrahim, Maksudan aşiret reisi Polis Munzur, Arslanan aşiret reisi Mahmut ve Alişer ayaklarında hedik ve lekanlarla 2500 kisilik bir kuvvetle Munzuru geçerek Kemaha varırlar. Yapilan sidetli çarpışmalar sonucu kaymakam ve jandarma komutanı esir alınır. Gitikçe genişleyen harekete Drejan, Atma ve Perçikan aşiretleride katilir. Sivas valisi tarafindan Dersim aşiretlerine haber gönderilerek ayağa kalkan halki sakinlestirmek için yardim istenir. Dersim aşiret reisleride ordu bir süreden beri bölgemizde müslümanların ve müslüman olmayanların sayıları hakında sorusturma yapmaktadır. Bu bilginin elde edilmesi Hükümetin belki de Kürtleri vurup yok etmek niyetinde olduğu, Koçgiri aşiretlerinin de nefsi müdafa için ayaga kalktiği belirtilerek olumsuz cevap verilmiştir. Hükümet 10 Mart 1921 de Sivas bölgesinde sıkıyönetim Mahkemesi kurulmasi kararı alır. 13 Marta merkez ordu komutani Nuretin pasa isyani bastırmakla görevlendirilir. Nuretin Pasa –zo- diyenleri temizledik şimdi-lo-diyenleri de ben temizleyecegim demektedir.

Diger Kurtlerin Durumu


Koçgiri isyani başladığı zaman şimdi Iran ve Irak haritaları içinde yer alan Kürdistan parçalarına da Kürtler ulusal taleplerle ayaga kalkmıştır. Güney Kürdistanda Şey Mahmud-e Berzenci bağımsız bir Kürt devleti kurdugunu ilan etmişti. Kürt Kıralı olarak Kürt yönetiminin esaslarını kurmuştu. Doğu Kürdistanda Sikakan aşireti reisi Ismail Aga(simko) bir ayaklanma baslatmışti.

Ikinci Tavsiye Kurulu


Bitlisli Sefik başkanlığında gönderilen ikinci bir tavsiye kurulu ilk başta Haydar Bey'i ikna ettiyse de Haydar Bey'in oynanan oyunun farkına vararak tekrar savasa baslaması ile bu cabaları da bosa çıktı. 20 Mart 1921 de hareket Kızılırmak hattından kuzey doğuya kaymıştır. Bu sırada Topal Osman adındaki bir çete reisi adamlarıyla beraber Refahiye üzerinden Koçgiri ye cephe açar. Geçtigi her yeri kan içinde birakan bu çete Koçgiri'li Beko tarafindan kusatılınca kaçmak zorunda kalır. 25 Marta Egin ve Erzincan dan gelen bu Hükümet birliği pusuya düşürülür.Ankaradan gelen Ovacık aşiretleri Kemah'ı teslim alır.

Sona Dogru


Kurmesan aşiret reisi Güzel Aga bir çatismada vurulduktan sonra hareket darbe alır. Kürt kuvvetleri Koçhisardan doguya dogru çekilmeye başlar Zara'da çarpısan güçlere yardım gönderilemeyince oradakiler yenilgi alir ve hareketin askeri önderlerinden Bahri ve Sabit Bey de vurulunca hareket öndersiz kalir. Kürt Kuvvetleri geri çekilerek cepheyi terketmeye baslarlar. Haydar Bey 2 bin kişi ile 24. Nisanda Erzincan-Pülümür üzerinden Dersim'e çekilirken Türklere hos görünmek için Kureşan aşireti reisi Kör Paşa bir kaç bin kisilik bir kuvvetle yolunu keserek Dersime geçmesine engel olur. Haydar Bey onlarla savaşmayı redederek tekrar Koçgiri'ye geri döner. Daha sonra Sivas beylerine kanarak bin kisilik gurubuyla Hükümete teslim olur. Durumu firsat bilen Topal Osman da geri dönerek cinayetlerine başlar.Dersim den hemen bir kısım destek gönderilir. Carpışmalar sonucu çeteye büyük zarar verdirilir Topal Osman da yarali olarak kaçar. Haydar'dan boşalan yere amcasi Mahmut Bey gelir. Mahmut Bey, Cığız Mehmet Ali, Nuri Dersimi, Tarbazli Memo, Kimil Aziz, Dilo, Abbas, Aliser ve Paso döğüşe döğüşe Arapçayı geçerek Dersim'e varirlar.

Isyan Sonrasi


Haydar Pasa ve isyan esnasında Kurmesan aşireti lideri Murat Pasa'nın yakalattığı Seyit Aziz Sıkıyönetim mahkemesinde yargılanır haklarında verilen idam kararı girişimler sonucu sürgüne çevrilir. Ankara Hükümeti baskilara dayanamayip peşpeşe iki af kararı çıkararak Dersime Haci Osman Fevzi başkanlığında yeni bir ögüt kurulu gönderilir. Alişan Bey bu heyetle görüstükten sonra Erzincan'a gidip teslim olmayi kabul eder.


TBMM ordusu 11 Nisan 1921'de ayaklanmadan geriye kalanları da yok etmek için harekete geçer. Nuretin Pasa 29 Mayista Erkan-i Harbi Umumi ye gönderdığı bir yazida Kemah ve Erzincan'da asayış ve sükunun teşisi Dersim ve Ovacık'a karşı tedbir ittihazinda görülmektedir. Bunun için:


1. Dersim ve Ovacik ta neticeli vekat-i tedibat-i sedide ister.


2. Bila tedip, idari ve siyasi tedbirler alinmasidir iş siddetli tedbirle halledilecekse hiç bir makamdan müdahaleye meydan birakmamak için, gereken talimatın hükümet-i merkeziyece, ihzar-i harekati idare edecek kumandana tebliği zorunludur demektedir. Ayrica Meclise çektigi bir telgrafta da saliere yeterince sert davranilmadığından şikayet eder. Koçgiri hareketinin kanla bastirilmasi o sirada TBMM deki bazi kürt Mebuslaru tarafindan da sidetle elestirilir. Erzincan mebusu Emin Bey Orada öyle bir mezalil icra edilmiştir ki tüyler ürperticidir demekte.


Muş mebusu Haci Ahmet Efendi ayni oturumda hakikaten buraya gelirken ugradığım yerlerde bizi de Ermeniler gibi keseceklermiş diye dalgalanan bu havadis Dersime kadar gitmiştir demektedir. Ama onlarin bu çabalari sonuç vermemiştir hatta Nuretin Pasa elde bulunan bilgilere göre Dersim ve Erzincan mebuslarindan bazi kişilerin özel alaka ve ilişkileri olan sahislarin isyan reislerini kurtarmaya çalıştikları anlaşılmıştır diyerek bu mebuslara olan tepkisini ifade etmiştir. Nuri Dersimi isyanin sonucunu şöyle değerlendiriyordu. Koçgiri Kürt istiklal savasi Kürdistan istiklal savaşının bir merhalesiydi onunla bir meydan muharebesi kaybetmiştik fakat harp bitmemişti. Biz son zaferi kazanacagımıza inanmış ve iman getirmiştik Arzu ve inancimiza hiç bir sekilde helal gelmemişti. Aliser Bey mütesir, aile efradi esi hanumari imha edilmiş Kardesi Haydar ve 4-5 yüz aşiret efradının Sivas ta Divan-i Harpte idama mahkum edilmeleri muhakak görülüyordu. Alişan Bey in cezalandırılmasını önlemek maksadi ile Ankara Hükümetine Mustafa Kemal Pasa ya ve Türk Millet Meclisi ne Dersim aşiretleri namina telgraflar ve mazbatalar yazmaya ve göndermeye başladım. Bu müracatlarım neticesinde Mustafa Kemal Dersimli Baytar Nuri ve Koçgirili Aliser müstesna olmak üzere Sivas mevkuflarini Tamamen af ve tahliye etmiştiç İkinci bir af ile de Dersim den çikmak üzere Alişan Beye ve mahiyetindeki Koçgirilileri af etmişti. Bu arada Dersime geçen Koçgirililer Dersim kuvvetleriyle ile işbirliği yaparak Erzincan, Erzurum, Trabzon, Sivas kollarindan Türk merkezlerine baskın yaparak Türk hükümetini rahatsiz etmekten de geri durmuyorlardi. 1924 te Alişan ve Haydar Beylerin tekrar yerlerine dönmelerine izin verilmiş ise de Koçgirinin ümraniye merkezinde Aliser Bey evine bomba atilarak öldürülmüstür.

Adil Gülsoy



OSMANLI BELGELERİNDE BEKTAŞİ BABALARININ KATLİ VE SÜRGÜNÜ


Bundan 175 yıl önce;


YAZI: 1241/1826 yılı, padişah 2. Mahmud zamanıdır. O yıl, 16 Haziran'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırıldığı ilan edildi. Bu ocağın dayandığı BEKTAŞİ TARİKATI'na da saldırılarak tekke ve zaviyeleri yıktırılırken ünlü şeyh ve babaları idam edildi, bir takımı dervişleriyle sürgün edildiler.


KİMDEN: Sadra'zam'dan takrir (Resmi yazı)


KİME: Divan-ı Hümayun'a


KONU: Sadra'zam padişaha:


- Bektaşi tekkelerinin durumlarını incelemek, soruşturmak ve yeni yapılan tekkelerin yıkılması için Anadolu tarafına Cebecibaşı Ali Ağa ile Çerkeşli Mehmet Efendi, Rumeli yöresine de Mirahor (ahır amiri) Ali Bey ile Pirlepeli (Makedonya'da) Ahmed Efendi'nin görevlendirildikleri rapor edilmektedir.


Padişah:


- Bu BEKTAŞİ MADDESİNİ bir an önce sonuçlandırın, meyhaneleri mühürleyip bıraktınız, ZECRİYYE MADDESİ (içkilerden alınan vergi) ne oldu, birçok işi Arap saçına döndürdünüz. Bu yapılanlar canımı iyice sıkmaya başladı. Görev yapacaksanız yapın, şöyle oldu, böyle oldu diye bahane aramayın, hiç birini dinlemem! Şimdiden tezi yok bu zecriyye (alkolü içkilere konan vergi) işinin başına becerikli birini getirin! buyurmaktadır.

BELGE: BOA - Hatt-ı Hümayun 2. Mahmud No 17386


Hatt-ı Hümayunun çeviri ve açıklamasını yapan: Ahmet Hezarfen


HATT-I HÜMAYUN


BİSMİHÛ


İşbu takririn ve BEKTAŞİLER hususı içün ısdâr olunacak evâmirin (emirler) müsveddesi (karalaması) manzûr u ma'lûm-ı hümâyûnım olmışdır şöyle böyle dinelerek bunın icrâsı pek geçikdi bir kaç gün zarfında hemân müsveddesi mûcebince evâmiri ısdâr itdirüb mübâşirlerini ihrâc ü i'zâm itdirdesin çok mevâdın sûret-i nizâmiyyeleri taraf-ı hümâyûnımdan istîzân (sormak) olınub yine hâli üzere bıragılub ez-cümle şerbet-hãne (mey-hâne) leri temhîrlendirüb (mühürlenip) öylece bıraktınız bir şeye başlandıktan sonra karârına bakmak lâzımdır her ne kadar maslahatların tekessürü (çoğalma) var ise de birine nizâm verilmeksizin âhir şey'e mübâşeret (bir işe başlamak) olındığından mûy-ı zengi (zenci saçı) gibi birbirine karışdığından bir kat dahi su'ûbet varıyor zecriyye maddesi (içkili maddelere konan vergi) nasıl oldı darb-hâne nâzırı başka söyler asâkir-i mansûra nâzırı başka söyler her biri hidmet beğendireyim diyerek maslahatı birbirine dolaştırıyorlar Şimdiye kadar birşey söylenmediğinden aşırıca gitmeğe başladılar nihâyetinde infiâl-i (gücenmek) şâh-ânemi mûcib olacağını düşünmiyorlar mı? Kim benin zâtı müstelzem değildir doğrudan doğruya hidmet itmee baksunlar. Sâib Efendi'nin uhdesinde çok me'muriyyet oldığından bu kadar şey'i toplayub yürüdülmesini görmek mümkin değildir. Sonra şöyle oldı böyle oldı takrîrini (anlatmak) dinlemem hemân şimdiden bu zecriyyenin mustakil bir adamın uhdesine ihâlesiyle tanzîm ve icrâsına bakılsun.


Şevket-lû Kerâmet-lû Mehâbet-lû Kudret-lû Veliyyü-n-ni'metim Efendim Pâd-şâhım,


Ma'lûm-ı maâlîm-lüzûm-ı mülûk-âneleri buyrulduğu üzere Anadolu ve Rumeli taraflarındaki vâki' BEKTAŞİ TEKKELERİ'nin şeyh ve dervişlerinin tahkik-i ahvâl ve keyfiyyetleri ve muhaddes (yeni bina edilmiş) olan Bektaşi Tekkeleri'nin hedmi (yıkılması) bâbında evâmir-i aliyye (yüce buyruk) ısdârı husûsı mukaddemâ (önceden) bi-l-müzâkere (konuşarak) hâk-i pây-ı hümâyûn-ı şâh-ânelerinden istîzân (sormak olınmış olub ancak o misillû muhaddes (yeni bina olmuş) Bektaşi Tekkeleri hedm (yıkma) olunmakdan ise bulındıkları mahallerde lüzûm ü iktizâsına göre câmi' ve mescid ve medrese olmak ve yahud sâir turuk-ı aliyye ma'nevhi (tarikatlar) Nakşibendiler meşâyihinden münâsib ü müstahakk olan zevât iskân olınmak üzere ibka olunduğu (bırakıldığı) hâlde hayrât-ı celîle-i şâh ânelerinden ma'dûd ve taraf-ı eşref-i ciân-bânilerine (padişahın uğurlu) isticlâb-ı (celb-etmek) da'vet-i hayriyyeyi mûcib olacağından bu sûret sonradan hâtıra gelüb tensîb olınmış (uygun) ve ol-vechile ısrâr (ayak direme) olınacak evhamir-i aliyye (yüce buyruk) müsveddesi manzûr-ı hümâyûn-ı mülük-âneleri (padişahın görmesi) buyurılmak içün arz ü takdîm kılınmış olmağla muvâfık-ı irâde-i seniyye-i cihân-bânileri (padişah uygun bulursa) buyurılur ise tebyîz ü tasdîr (beyaza çekmek) itdirilerek muktezây-ı irâde-i aliyye-i pâd-şâhâneleri üzere Anadolu tarafına Cebecibaşı Esba Ali Ağa kulları ile Çerkeşli Mehmed Efendi daîleri ve Rumeli cânibine dahi Mirâhur-ı evvel Sâbık Ali Bey bendelerîyle bu def'a Pirlepe (Prilep - Makedonya'da)li Ahmed Efendi'nin yerine Semâhat-lû Şeyhü-l-islâm Efendi dâîleri (duâcı)nin intihâb eyledikleri Seyyid Ali ve Remzi Efendidâîleri ihrâc ve mûmâ-i-leyh (adı geçen) Pirlepeli Ahmad Efendi dâîleri dahi mektûbî-i Sabık Ârif Bey kullarıyla Bosna tarafı maslahatı içün i'zâm olınacağı muhât,ı ilm-i âlîleri buyuruldıkta emr ü Fermân Şevket-lû Kerâmet-lû Mehâbetlû Kudret-lû Veliyyü-n-ni'metim Pâd-şâhım Efendim Hazretlerinindir.

ARŞİV BELGELERİ



OSMANLI BELGELERİNDE BEKTAŞİ BABALARININ CEZALANDIRILMASI


Bundan 175 yıl önce;


YAZI: 1241 (1826) yıl, Padişah 2. Mahmud dönemi.


O yıl Yeniçeri Ocağı kaldırılırken bu ocağın dayandığı BEKTAŞİ TARİKATI da acımasız takibata uğradı, Bektaşi babalarından ileri gelenleri idam edildi, müridleri de öteye beriye sürgün edildi.


KİMDEN: Sadrazam'dan (Rapor)


KİME: Divan-ı Hümayün'a


KONU: İstanbul ve Üsküdar'da BEKTAŞİLER hakkında araştırma ve soruşturma yapılması için diğer tarikat şeyhleri, şer'i görevliler, medrese hocaları, mahalle imamları ve tarafsız bilgin kişiler tarafından yapılarak inançları şeriata uymayanların gerekli cezalarının verilmesi.

SADRAZAMIN TEKRIRİ


Bismillahi


ŞEVKET-Lİ MEHABET-Lİ VELİYYÜ-N-Nİ'METİN EFENDİM PAD-ŞAHIM


Takdim-i hak-pay-ı hümayün-ı mülük-aneleri kılınan diğer takrir-i çaker-a-nemde (Bab-i Ali'ye yollanan yazı) muharrer olduğu vechile BEKTAŞİ MADDESİ'nin takık u icrasıhusüsi Samahat-lü Şeyhü-l-islam Efendi da'ileri tarafına Bab-ı Alilerinden iş'ar olınsa şayed i'tizar itmeleri ve yahud taraflarından tahkik olunacakların hakkında mukaddema saray-ı hümayün-ı şahanelerinde ikin kendülerine haval olınan BEKTAŞİYAN haklarında oldığı misillü fakat kendülerinin vaki'olan nutk u takrirleriyle iktifa olınarak BEKTAŞİLİK FESADI'nın yine külliyyen ardı alınamaması melhüz (olabilir) idüğinden muvafık irade-i seniyye-i mülük-aneleri buyurıldığı halde kariha-i sabiha-i şahanelerinden (padişahın doğru fikri) olmak üzere gerek İstanbul ve gerek Üsküdar'da olan BEKTAŞİLER'in meşayih-i tarik (tarikat şeyhleri) ve ders hocaları ve me'mür-ı şer'i vasıtasiyle mahallat imamları (mahalle imamları) taraflarından ve sair bi-garez-i erbab (tarafsız yeteli) vukufdarsa gereği gibi taharri ve tahkikiyle yean yegan (birer birer) vehile harice çıkarılarak ve haklarında ne vechile ahkam-ı şer'iyye terettüb ederse (gerekirse) öylece icra olunarak şu BEKTAŞİLİK FESADI MADDESİ'nin ehl-i sünnet arasından külliyyen tathirine (kökünden temizleme) efendi- müşürün-ileyh daileri (adı geçen şeyhü-l islam) bi-z-zat nasb-ı nefs itmek üzere kendülerine mahsüs emr ü tenbih-i şahane ve yahud bu vechile irade-i senniyye-i mülük-aneleri müteallik buyurıldığı taraf-ı çakeriden kündelerine ifade olınmak üzere kullarına hitaben emr u ferman-ı pad-şahaneleri şeref-riz-i sudür (şeref veren emir verilirse) buyurılur ise in-şae-allahü teala .u süretle ihkak-ı hakk olınarak (hakkı yerine getirmek) BEKTAŞİLİK FESADI'nın münkatı' olması (son bulması) me'mül ü melhüz (umula bilir) olmağya her ne vechile emr ü irade-i seniyye- mülük-aneleri (padişaha yakışık emir çıkarsı) sunüh u sudür buyrılur ise emr ü ferman Şevket-lü Keramet-lü Meabet-lü Veliyyü-n-ni'metin Efendim Pad-şahım Hazretlerindendir.


HATT-I HÜMAYUN


BENİM VEZİRİM


İŞBU TAKRARİNDE BEYAN EYLEDİĞİN İBAREDE BEYAZ ÜZERİNE OL-VECH İLE İRADEMİ BEYAN İDEREK TARAFINA GÖNDERDİM HEMAN EFENDİ DAIMİZE GÖSTERÜB ŞU BEKTAŞİ FESADININ KÜLLİYEN ARDI ALINMASI GAYRET OLINMASI VE EFENDİ DAİMİZİN BU KERRE DAHİ GEVŞEK TUTACAÚINI ANLAR İSEK VECHİLE SIKIŞTIRILMASI LAZIM GELECEÚİNİ YİNE TAKRARİNLE İŞ'AR İDESİN. DİÚER TAKRARINİ Bİ-L-MÜTALAA CEVABINI BALASINA YAZARIM.

BELGE: BOA -Hattı-i Hümayün Tasnif HNO 17322Belgenin transkripsiyon ve çevirisini yapan: Ahmet HEZARFENBELGE: BOA -Hattı-i Hümayün Tasnif HNO 17322





 
  Bugün 2 ziyaretçi (13 klik) kişi burdaydı!  
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol