.
  ALEViLiK BUYRUKLARI
 

ALEVI BUYRUKLARI

İmam Ali

İmam Hasan

İmam Hüseyin

İmam Zeynel Abidin

İmam Muhammed Bakır

İmam Cafer Sadık

İmam Musa Kazım

İmam Ali Rıza

İmam Muhammed Taki

İmam Ali Naki

İmam Hasan Askeri

İmam Mehdi

 

Alevilere göre müslümanlar Hz. Muhammed’den sonra 73 fırkaya ayrılacaklar ve Ehl-i Beytin, Oniki İmamların yolundan gidenlerin dışındakiler cehenneme gideceklerdir. Ehl-i Beytin, Oniki İmamların yolundan gidenler Fırkayı Naciye veya Güruh-u Naci olarak adlandırılır.

 

Demek ki Ehl-i Beyt sevgisi Aleviliğin esasını oluşturur. Tevella ve teberra anlayışı da bu sevgiden kaynaklanır. Tevella Ehl-i Beyti, Oniki İmamları, Ondört Masumları, Onyedi Kemerbestleri ve onların yolundan gidenleri sevenleri sevmek, teberra ise onları sevmeyenleri sevmemektir.

 

Ondört Masum

 

Muhammed Ekber, Abdullah b. İmam Hasan, Abdullah b. İmam Hüseyin, Kasım, Zeynelaba, Kasım b. Zeynel-abidin, Ali Eftar, Abdullah b. İmam Cafer Sadık, Yahya el-Hadi, Salih, Tayyib, Cafer b. Muhammed Taki, Cafer b. Hasan Askeri, Kasım b. Muhammed Taki.

 

Onyedi Kemerbest

 

İmam Hasan, İmam Hüseyin, Hadi-i Ekber, Abdülvahid, Tahir, Tayyib, Türab, Muhammed Hanefi, Abdurrauf, Ali Ekber, Abdülvahab, Abdülcelil, Abdurrahim, Abdülmuin, Abdullah Abbas, Abdülkerim, Abdüssamed

 

 

 

On Iki Imam

 

Düvaz Imam, Düvazde Imam da denir. Hazreti Ali'yle sonradan onun soyundan gelen On Bir Imam, On Iki Imam adini alir. Alevi edebiyatinda bu On iki Imamdan söz eden bir tür dogmustur. Bu konuda nefeslere << Düvaz Imam >> denir. Din ve devlet baskanligi yani Imamlik, Alevilikle siki sikiya ilgilidir. Birinci Imam'dan sonuncu Imam Mehdi'ye gelinceye dek üc yüz elli yila yakin bir zaman gecmistir. Bu Imamlik isinden dolayi bircok tarihsel olaylar olmus, bircok kavgalar cikmis, yeni tarikatlar ya da mezhepler dogmustur. Büyük ayriliklara yol acmistir. Cok kisa olarak onlarin yasantisini vermeye calisacagim.. Birinci Imam Hazreti Ali, daha önce << Hz. Ali >> bölümünde verildigi icin Imam Hasan'dan baslayacagim

 

Imam Hasan:

 

Hz. Ali den sonra gelen Ikinci Imamdir. Hazreti Ali'nin büyük ogludur. Hicretin ikinci ya da ücüncü yilinda dogdu (625). Hazreti Muhammed adini << Hasan >> koymustur. Künyesi << ebu Muhammed >> olup lakaplari << Taki >>, << Zeki >> ve <> dir. << Hasan'ül – Mücteba >> da denir. Anasi, Hazreti Muhammed'in kizi Fatima Hatun'dur. Halk arasinda Fatma ya da Fatma Ana diye anilir ve cok sevilir. Imam Hasan, her bakimdan üstün bir kisiydi. Hz. Ali'nin ölümünden sonra Imam olmus, halk da kendisine uymustu. O sirada Sam Valisi'yken devlet baskanligini türlü oyunlarla elde etmis olan Muaviye'ye mektuplar yazarak yola getirmeye calismissa da, basaramamisti. Adamlarinin hiyaneti yüzünden Halifeligi ona birakmak zorunda kaldi. Medine'de hic bir seye karismadan yasadigi sirada Muaviye tarafindan karisina zehirlettirildi. Ölümü: 669

 

Imam Hüseyin:

 

Ücüncü Imamdir. Dogumu: 626. Babasi Hazreti Ali, anasi Fatma'dir. Adini Hazreti Muhammed koymustur. Künyesi << ebuAbdullah >>, lakaplari << el-Sehit >>, << el-Sibt >>,<< Zeki >> ve << Mübarek >> tir. Bes erkek, üc kiz cocugu olmustur. Bunlardan tarihe ve edebiyata gecen << Zeynel' Abidin >> ile << Zeynep >> tir. Hazreti Hüseyin, Kerbela'da sehit edilmistir. ( Kerbela ya bakiniz ) Türbesi Kerbela'dadir. Ölümü 680 tarihindedir. Hasan ile Hüseyin, Hazreti Muhammed'in cok sevdigi iki torunudur.

 

Imam Zeynel' Abidin:

 

Dördüncü Imamdir. Hazreti Hüseyin'in ogludur. Anasi Sehribanu'dur. Dogumu: 659. Künyeleri << ebu Muhammed >>, << Ebul Hasan >>. Ünlü lakabi << Zeynel' Abidin >> dir. Cok bilgili, cok iyi huylu, sabiirli ve üstün bir insandi. Kendisine kötülük edenlere bile iyilik ederdi. Zeynel' Abidin, Kerbela faciasinda bulunmus, hastaligi yüzünden, babasi Hüseyin savasa girmesine izin vermemisti. Kerbela'dan Küfe'ye, oradan da Sam'a götürüldü. Zencire vurulmus olarak Yezid'in önüne cikarildi. Serbest birakildi, Medineye döndü. Ölünceye dek orada kaldi. Ölümü 719.

 

Imam Bakir:

 

Besinci Imam olup babasi Zeynel' Abidin'dir. Medine'de, 677 tarihinde dogmustur. Künyesi << ebu Cafer >> dir. En yaygin lakabi << Baki >> dir. Ölümü: 733. Büyk bir bilgin ve cok cömert bir insandi.

 

Imam Cafer Sadik:

 

Altinci Imam olup babasi Imam Bakir'dir. Dogumu: 699. Künyesi << ebu Abdullah >>; en yaygin lakabi << Sadik >>'tir. Cok bilgili ve iyi ahlakliydi. Onun zamaninda Emevi Devleti yikildi, yerine, Bagdat'ta Abbasogullari Devleti kuruldu. Cafer Sadik, hic bir siyasal olaya karismadi. 765'te Medine'de öldü. Bektasi ve Alevilerin tarikat kurallarini ögreten ve adina << Buyruk >> denilen bir kitablari vardir ki, Cafer Sadik'a mal edilir. Kendisi mezhep kurmadigi halde, ölümünden sonra taraftarlari, onun sözlerine ve eserlerine dayanarak Caferi Mezhebini kurdular. Anadolu Bektasi ve Alevileri mezhep olarak Caferi'dir.

 

Imam Musa Kazim:

Yedinci Imamdir. Imam Cafer'in ogludur. 745'te dogdu. Yaygin olan künyesi << Ebul Hasan >> dir. Ünlü lakabi << Kazim >> dir. Abbasi hükümdari Mehdi, Musa Kazim'i Bagdad'a getirtti, zindana attirdi. Bir süre sonra Medine'ye gönderdi. Harun kümümdar olunca kendisini Bagdad'a getirterek sehit etti ( 799 ).

 

Imam Riza:

Sekizinci Imamdir. Babasi Imam Musa Kazim'dir. Dogumu: 770'tir. Künyesi << Ebul Hasan >>; ünlü lakabi << Riza >> dir. Medine'de dogdu. Abbasogullarindan Memun tarafindan zehirlendi. Mezari Horasan'da Tus kenti yakinlarinda bir köydedir. Cok bilgili ve tedbirliydi.

 

Imam Muhammed Taki:

 

Dokuzuncu Imamdir. Medine'de dogdu ( 811 ). Imam Riza'nin ogludur. Künyesi << ebu Cafer >> ve << Taki >> dir. 835'te Bagdat'ta öldü. Zehirlendigi söylenir. Dedesi Musa Kazim'in yanina gömüldü.

 

Imam Naki:

 

Onuncu Imamdir. 829'da Medine'de dogdu. Künyesi > Ebu Hasan >>, lakabi << Askeri >> dir: << Ali'ül Hadi >>, << Naki >>, << Hadi >> de denir. Semira'da ( Bagdat ) öldü ( 868 ). Orada yatmaktadir. Abbasoglu Mutemed tarafindan sehit edildigine inanilir.

 

Imam Hasan el - Askeri:

 

On birinci Imamdir. 846'da dogdu. Babasi onuncu imam Naki'dir. Anasi Susen Hatun'dur. Künyesi << ebu Muhammed >>, lakabi << Askeri >> dir. << Hadi >> ve << Samit >> de denir. 874'de Samira'da öldü. Babasinin yanina gömülmüstür.

 

Imam Mehdi:

 

On ikinci ve sonuncu Imamdir. Babasi Imam Askeri, anasi Nercis Hatun'dur. Künyesi << Ebul Kasim Muhammed el - Mehdi >>, lakaplari << Mehdi >> ve << Sahib Zaman >> dir. Babasinin ölümünden sonra halktan gizlenmisti. Bu ilk gizlenise Gaybet-i Sugra ( kücük gizlenis) denir. Bu gizlenis sirasinda ümmetine elcilik yapan ebu Hasan Ali ölünce, Gaybet-I Kübra ( büyük gizlenis ) baslamistir. Mehdi'nin ne oldugu, son gizlenisten sonra anlasilamadi. Muhammed Peygamberin bir gün ortaya cikacagini haber verdigi Mehdi'nin, bu Imam olduguna inanilir. Sikisik zamanlarda isleri yoluna koyacak diye gelmesi beklenir. Nefeslerde Mehdi'ye cok yer verilir. Cok zaman << Sahib Zaman >> diye anilir. Bunun kimi zaman Iran Sahlari olacagi ya da baska birisi görünüsünde gelecegi inanci vardir.

 

 

Hz. Ali

 

Hazreti Ali, Ebu Talib'in ogludur. Hicretten yirmi üc yil önce dogmus (M. 599), altmis üc yil yasamistir. Hazreti Muhammed'in amcasinin ogludur. Ilk Müslüman olanlardandir. Hz. Muhammed kendisini cok severdi. O da Hz. Muhammed'i korumak icin kendini tehlikelere atmaktan cekinmezdi. Pek kahraman ve cesurdu, savaslarda büyük yararliklar gösterirdi. Bunun icin kendisine, "Tanrinin Aslani" denmektedir.

 

Sekiz yasinda Müslüman oldugunda, hic puta tapmamasiyle öteki sahabeden ayrilir. Bunun icin kendisine, "Keremüllahi Veche" denilmistir. Bu deyis yanliz onun icin kullanilir. Ayrica, "Sah-i Merdan" ( mert insanlarin en büyügü) ve Murtaza da denir. Geri dönüp sonra düsmana saldirdigi icin de "Haydar-i Kerrar" sözü, lakabi olmustur. Lakaplarin en yaygini "Murtaza" dir. Hayber savasinda, kale kapisinin bir kanadini koparip kalkan gibi kullanmisti. Cok iyi huylu, bilgili, adaletli, bagis yapmakta benzeri olmayan, alcak gönüllü, merhametli bir kisiligi vardi (yani kamil bir örnek insan). Hazreti Muhammed'in sancagini hep o tasirdi.

 

Hz. Ali, Hz. Muhammed'in ölümü üzerine Halife olan Ebubekir'e önce biat etmedi. Fakat daha sonra Islam birliginin bozulmamasi icin onun devlet baskanligini kabul etti. Ücüncü Halife Osman'dan sonra, halkin istegi ile Halifeligi kabul etti.

 

Hükümet baskanligini ele gecirmek isteyen Sam Valisi Muaviye'yle yaptigi savasta tam zaferi elde edecegi sirada karsisindakiler mizraklarina Kur'an baglayarak baris istediler. Hazreti Ali bunu kabul zorunda kaldi. Secilen hakemler Muaviye'yi Halife ilan edince "Hüküm ancak Allah'indir" diyen bir grup Müslüman, Islamiyette ikilik yarattiklari gerekcesiyle ne Hz. Ali'yi, ne de Muaviye'yi kabul ettiler. Bunlara "Harici" denildi. Hz. Ali, savasarak onlari sindirdi. Fakat, Haricilik bir mezhep olarak kaldi. Haricilerden Mülcemoglu, Hz. Ali camide namazini kilarken alnindan hancerle vudu. Hz. Ali birkac gün sonra vefat etti. Türbesi Necef'te dir.

 

Hazreti Muhammed'in soyu, kizi Fatma'yi Ali ile evlendirmis olmasi dolayisiyle, Ali'de sürmüs, On Ikinci Imam Mehdi'ye kadar gelmis, ondan sonra bu türden Imamlik ortadan kalkmistir.

 

Hazreti Muhammed'in armagan ettigi, olaganüstü gücleriyle büyük yardimi dokunan Düldül adli bir at'ti ile yine Hz. Muhammed'in armagani olan, agzi catalli kilici, Zülfikar'i vardi Hz. Ali'nin.

 

Allah bir Muhammed, Ali

 

Ben gayri nesne bilmezem

Allah bir Muhammed, Ali

Özümü gayra salmazam

Allah bir Muhammed, Ali

 

Bir mum yanar bir sisede

Bülbül eglenmez mesede

Yedi iklim dört kösede

Allah bir Muhammed, Ali

 

Iki kus gördüm yuvada

Döner muallak1 havada

Dagda, deryada, ovada

Allah bir Muhammed, Ali

 

Yakticagim bir ciragdir

Bindirecegim bir Buraktir2

Yerden göge bir direktir

Allah bir Muhammed, Ali

 

Pir Sultan'im bu bir sirdir

Sirrim saklayan erdir

Ayda sirdir, günde sirdir

Allah bir Muhammed, Ali

1Muallak: Asilmis, bosluk, hava.

2Burak: Muhammed'in Mirac'ta bindigi binek, at.

 

 

 

Fuzuli

 

Selam verdim, rüsvet degil diye almadilar.

 

Fuzûlî (1480? - 1556), 16.yüzyilin en büyük sairidir. Türkce'nin Azeri diyelegini kullanan sair, Türk dünyasinda büyük bir ün kazanmis, bütün divan edebiyatini genis ölcüde etkilemistir. Oguzlar'in Bayat boyundan olan Fuzûlî'nin asil adi Mehmet'tir. Irak'ta Kerbela'da dogdu. Hayati boyunca Hille, Bagdat ve Kerbela'da yasayan Fuzûlî, Irak'tan disari cikmamis ve bir veba salgininda ölmüstür. Fazlî adindaki oglu da zamaninda siirleriyle taninmistir.

 

Fuzûlî, pek cok sair tarafindan taklit edilmis, etkisi en önemli sairlerin eserlerinde bile görülmüstür. Siirleri halk tabakalari arasinda da yayilmis, bircok siiri bestelenmistir. Büyük sairin Farsca, Türkce ve Arapca olmak üzere üc divani vardir. Bunlarin arasinda Kerbela olayini anlatan "Saadet Ermisler Bahcesi" isimli sah eseri bulunmaktatir. Deha sahibi bir sair olan Fuzûlî'nin essiz lirizmi, divanindaki siirlerde bütün hasmetiyle görülür. Divani, bircok defa basilmistir. Secme siirler pek cok Bati diline cevrilmistir. Fuzûlî'nin divanlarindan baska baslica eserleri: Leylâ ile Mecnun, Halkatu's-Suadâ, Heft Câm, Beng-ü Bâde, Sah-ü Gedâ, Hüsn-ü Ask'tir

 

 

 

Hz. HÜSEYİN

 

 

Bir ateş mezar oldu kerbala hüseyin e ..."

Nazım Hikmet

 

Hz.Muhammet!in torunu,Hz. Ali'nin oğlu dur.Ehlibeyt in beşincisi;on iki imamın üçüncüsüdür. 626 yılında dünyaya gelmiştir. 10 Muharrem 680 tarihinde kerbelada şehit düşmüştür.

 

İsmini dedesi Hz. Muhammet koymuştur. Annesinin karnında altı ay kalmıştır. Zekeriya Peygamber in oğlu Yahya Peygamber in dışında altı aylıkken doğan tek çocuktur.

 

İmam Hüseyin dedesi Hakka yürüdüğünde altı,babası şehit düştüğünde otuz beş,kerbalada şehit düştüğünde ise elli dört yaşındaydı.

 

İnsanlık tarihinde bazı isimler vardır. Bu isimler insanlık onurunu bayraktarlığını yapar. Bu isimler işitildiğinde insanların gönülleri sevgi ile aşkla,hüzünle cve coşkuyla dolar.Bu isimler insana insan olduğunu anımsatır. Bu isimler onurun,onurlu yaşamanın inançları için ölmenin,zülme karşı direnmenin, emanete sahip çıkmanın, geleceğe onurlu bir miras bırakmanın simgeleridir.Bu isimler özlemdir,tutkudur,barıştır,kardeşliktir,güzellilktir,dirençtir,kavgadır,direniştir,karşı koyuştur,erdemdir,sıcaklıktır,mutluluktur,aşktır,sevdadır. Tarihi bu isimler yazar ,geleceği bu isimler kurar. Zalimler bu isimlere karşıdır.

 

Mazlumlar güçlerini bu isimlerden alırlar. Zulmü bu isimler boğar. Bu isimler aydınlık günlerin müjdecisidir. Bu isimlerle var olunur , bu isimlerle yok olunur. İmam Hüseyin bu isimlerin önderidir. Zalime karşı çıkanın adıdır İmam Hüseyin. Bu isimleri düşmanları duydukları zaman titrerler. İktidarlarını bu isimlerin yıkacaklarını bilirler. Bu isimlerin üstünlüğünü düşmanları bile inkar edemezler. Bu isimleri duyan zalimler kaçacak delik ararlar, İmam Hüseyin sevenleri için gurur , düşmanları için korkudur. Emevileri İmam Hüseyin ismi yıktı. Osmanoğulları'nı İmam Hüseyin'in evlatlarına yaptıkları zulüm yıktı. İslam Tarihi Şah-ı Merdan Ali ismiyle yazıldı. Duaz-ı imamlar bu isme söylendi. Semahlar bu isimle dönüldü. İsyanları bu isim kopardı. Ölümü bu isim hiçe saydı. Kalkan "Ya Ali Medet" dedi. Düşen "Ya Hüseyin" dedi. Bu isim seher yeli gibi okşadı, sam yeli gibi yaktı. Bu ismin uğruna başlar verildi, deriler yüzüldü. Bu isim için kırk bin kişi bir gecede kuyulara gömüldü. Bu isim için insanlar yakıldı. Bu isim için kundaktaki bebekler katledildi. Bu isim için canlar verildi. Bu isim için ölüme gülerek gidildi.

 

Zulme baş eğmeyi şeref bilenler, bükemedikleri eli öpüp başlarına koyanlar, ne "savaşın üstünü, zalim padişaha karşı doğruyu söylemektir" diyen Hz. Muhammet'in özünü anlar, ne de İmam Hüseyin'in can verişindeki şerefi duyarlar.

 

"Zalimin zulmüne karşı gelmemek mazluma yapılacak en büyük kötülüktür. Ben zalimlerle birlikte varlık içinde yaşamayı alçaklık, zalime karşı gelerek bulacağım ölümü ise yücelik sayarım diyen İmam Hüseyin'in sözü bunlara hiçbir şey anlatmaz. Bunlarda insanlık onurundan hiçbir iz kalmamıştır. Bunların dini, imanı para ve makamdır. Alçaklığı yücelik sayarlar. Halkı sindirmenin tek yolunun zulüm olduğunu zannederler. Zorbalık bir dağa benzer. Ne kadar zorba olunursa, dağın doruğuna o kadar çabuk ulaşılır. Doruğa yaklaştıkça uçurumların da derinliği artar.

 

"İnsan, her biat isteyenin önünde eğilmeye alışırsa inanç nerede kalır, onur, şeref nerede kalır? Sanılmasın ki kibirimdendir. Boyun eğmeyişim Yezit'e Yok, yok... Be gene de gücünü kıracak birilerinin şu dünyada var olabileceğini ortaya koymaya çalışırım. Bu inancımın karşılığında, kanımın akıtılmasına razıyım. Yani kolladığım can değil, inançtır" diyen İmam Hüseyin ile Zalime biat eden zalimden beterdir" diyen Hz. Muhammet bize nasıl davranmamız gerektiğini emretmişlerdir.

 

Kerbela Meydanı'nda kendisinden yana olanlara "işimizin son derece güç olduğunun farkındasınız. Bazılarınızın telaşa düştüğünü görüyorum. Size izin verdim. Gece karanlığından yaralanarak gidin. Her biriniz Ehlibeyt'imden birinin emrini tutup köylere dağıtın. Düşmanların esas istediği benim. Ben teslim olursam sizin arkanıza düşmezler"diyen İmam Hüseyin'e "Biz bunu yapamayız. Sana bir şey olursa hayatın bizim için ne anlamı kalır. Senden ayrılmayız. Senden sonra yaşamak bize haram olsun. Bu nedenle onlarla savaşacağız. Silahımız olmasa bile taş atarak onlarla mücadele ederiz" diyen Kerbela Şehitleri'nin davranış şekilleri, Anadolu Aleviliği'nin yolunu çizmiştir. İnancımızdaki Ehlibeyt çocuklarını dinsel önder kabul etme, onların yolundan ayrılmama, insana muhabbet zalime boyun eğmeme, sevgi ve barış geleneğinin tohumları Kerbela'da bir destan yazılmıştır. Orada zalim değil mazlum kazanmıştır. Kerbela toprağında ekilmiştir. Kerbela'da bir destan yazılmıştır. Orada zalim değil, mazlum kazanmıştır. Kerbela toprağına zalimin zulmü gömülmüştür. Yezit'in binlerce askerinin karşısında bir avuç Ehlibeyt evladının verdiği onur mücadelesi insanlık tarihinin geleceğini çizmiştir. İnsanlık onurunun öldürülemeyeceği Kerbela Meydanı'nda kanıtlanmıştır. Kerbela Katliamın'dan sonraki günlerde yaşayan olaylar "Mazlumun zalimden öç alacağı gün, zalimin mazluma zulmettiği günden daha çetindir" diyen Hz. Ali'nin sözünün haklılığını perçinlemiştir. Zulmün hiçbir zaman ebedi olamayacağı, zalimin döktüğü kanda boğulacağı Emevilerin, Abbasilerin ve Osmanlıların yıkılışında da görülmüştür. Bizlere düşen görev inancımızın kurucularının bıraktıkları onurlu mirasa sahip çıkmak, bu mirası gelecek nesillere taşımak ve onlar'a layık olmaktır. Ne mutlu ki bize onlar gibi inanıyor, onlar gibi düşünüyoruz.

 

Kerbela'da bir destan yazılmıştır. Orada zalim değil, mazlum kazanmıştır. Kerbela toprağına zalimin zulmü gömülmüştür. Yezit'in binlerce askerinin karşısında bir avuç Ehlibeyt evladının verdiği onur mücadelesi insanlık tarihinin geleceğini çizmiştir. İnsanlık onurunun öldürülemeyeceği Kerbela Meydanı'nda kanıtlanmıştır.

 

 

 

Karacaahmet Sultan

 

Kaynakların belirttiğine göre Karacaahmet Sultan,Horasanlıv bir Türkmen Beyi'nin oğludur. Gençliğinde psikiyatri dalında öğrenim görmüştür. Daha sonra ruh doktoru olmuş Anadolu 'ya geldiğinde hem ruh doktorluğu yapmış , hem de bir Alp Eren olarak Hacı Bektaşi Veli saflarında hizmet vermiştir.

 

"Saruhanoğulları zamanında Manisa'dan 773 Muharremin ilk günü (Miladi 1371) de tanzim edilen bir vakfiye senedinde (Süleyman Horosani oğlu Karacaahmet)diye adı geçmektedir. "Buna göre babasının adı "Süleyman" anasının adı ise"Sultan Ana"dır. Annesi ve babası, Eşme'nin Karacaahmet köyündeki türbede defnedilmişlerdir.

 

Karacaahmet Sultan 'ın bilinen çocukları bilinen çocuklarından Hıdır Abdal Sultan,Erzincan'ın Ocak köyünde, diğer oğlu eşref sultan ise Eşme'nin Karacaahmet köyündeki türbede defnedilmişlerdir. Horasan Erenleri'nden olan Karacaahmet Sultan 13.yy ortalarına yakın bir zamanda Moğol zulmünden kurtulmak için Anadolu'ya göç etmiş ve bu göçü de büyük Türk kafileleriyle olmuştur. Karacaahmet Sultan 'ın Kan Abdal (Gani) ve "Kamber Abdal " isimli iki oğlu daha vardır.

KARACAAHMET SULTAN'IN DERGAHI

 

Üsküdar sınırları içinde Selimiye Kışlası'nın üst tarafında Gündoğumu Caddesi ile Nuhkuyusu Caddesi'nin birleştiği köşede Karacaahmet Sultan Dergahı ve türbesi yer alır.

 

Karacaahmet Sultan Dergahı, Şahkulu Sultan Dergahı gibi köklü ve eski bir dergahtır. Asıl merkezi İstanbul- Üsküdar olan bu dergahta uzun süre hizmet veren Karacaahmet Sultan, hakka yürüyünce, naaş, dergahın bulunduğu yerde toprağa verilmiştir.Karacaahmet Sultan 'ın Türbesi 'ni, yıllar sonra Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi Gülfem Hatun yaptırmıştır. Denilmektedir ki , bir gece rüyasında Karacaahmet Sultan 'ı gören Gülfem Hatun uyandığında, gördüğü rüyasını etkisiyle sabahın erken saatinde Üsküdar'a kadar giderek üstü açık bulunan türbeyi görmüş ve yazdırdığı bir fermanla türbenin üstüne bir tavan yaptırmıştır. Türbenin içine de Karacaahmet Sultan 'ın sancağını , deve tüyünden örülmüş hırkasını ve tespihlerini koydurmuştur. Zamanla türbenin etrafı da mezarlara la dolmuş ve büyük bir hazire olmuştur. Daha sonraki yılarda bu çerçevede kurulan hazireye kendi adı verilmiştir.

 

Karacaahmet Sultan, hakka yürüdükten sonra, türbesi ve kurduğu dergahı, bu işlevini yürütmeye devam etmiştir. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de kurbanlar kesilmekte, lokmalar verilmekte ve cemler yapılmaktadır.

 

Akan zaman içinde etrafında yapılan mezarlarla büyük bir hazire oluşmuş ve bu hazirenin içinde" Hasırcı Baba " ile " Asuman Dede" gibi pek çok ünlünün ve ermişin mezarları da vardır.

 

Türbenin dış kapısından içeri girildiğinde 2.5 metre eninde, 8 metre boyunda bir koridor ve koridorun sonunda türbe kapısı görünmektedir. Bu kapı gündüzleri sürekli açıktır. Dış kapının yanından türbenin içi görülebilir konumdadır. Türbe kapısının üstünde mermer üstüne yazılmış eski bir yazı göze çarpar. Bu yazıda :

 

Revza-i feyz-i fütuh Karacaahmett'dir

Gel erenler, oku bir fatiha, kıl istimdat

Eyledi zevcesi Fehmiye Hanım ruhu için

Matbah-ı amire memuru Ziya Bey Banyad

 

Geniş ve uzun bir koridordan sonra türbeye girilir. Ortalama 40 metre kare dolayında olan türbenin doğu cephesinde üç ve güney cephesinde de dört adet olmak üzere yedi büyük pencere İslam 'i tarzda mimari özelliğe sahip olup üstleri yarım daire biçimindedir. Tavan kısmı kubbeli olup, ortasında büyük ve renkli bir avize sarkıtılmıştır. Kuzey cephesindeki duvar kısmı, pencereler, altın renkli yaldızlı boya ile boyanmıştır.

 

Orta yerdeki büyükçe sanduka, yeşil renkli çuha ile kaplanmış ve duvarlar da yağlı boya ile yeşile boyanmıştır. Duvarların alt kısımları beyaz mermer lambrilerle kaplanmış olup, zemin kısmı halılarla döşenmiştir. Sanduka, sarı pirinç çubuklarla kafes içine alınmış olup köşelere de ve yanlarda iri tespihler bağlanarak sarkıtılmıştır.

 

Doğu cephesi pencerelerinin iki başında altışar ampullü , ayaklı aplikler süslemektedir.

 

Giriş kısmının sağında bir pencere koridora bakarken, solunda da duvar dibinde demirli bir camekan içinde Karacaahmet Sultan 'ın deve yününden örülmüş hırkası ve uzunca iri 99'luk tespihi asılıdır. Camekanın hemen yanından uzunca bir dolap içinde o zamanlardan kalma sarkaçlı eski bir saat ve eski yazılı bir manzum bir tablo bulunmaktadır.

Karaca Ahmet Sultan'ın Yaşamı, Çocukları ve Atı

 

Karacaahmet Sultan hakkında bir kısım yazar ve araştırmacı, birbirinden farklı bilgiler vermektedir. Yazar Aysel Okan, Karacaahmet Sultan 'ın Arabistan'dan geldiğini ifade ederken pek çok araştırmacı da Horasan'dan geldiğini ve bir Türkmen Bey'inin oğlu olduğunu belirtilmektedir. Doğrusuda budur. Çünkü Karacaahmet Sultan tam bir Türkmen asilzadesi ve Alp Eren 'dir.

 

Karacaahmet Sultan , Anadolu Selçuklu Devleti'nde dağılış döneminde Hristiyan misyonerlerin Ege Bölgesi'ndeki propagandalarına karşı çıkan Hacı Bektaşi Veli ve Alp Erenler ile birlikte Manisa-Akhisar-Aydın ve Afyon dolaylarında başarılı çalışmalarda bulunmuştur. Bursa'dan Üsküdar'a kadar olan yerlerin alındığı yıllarda (M. 1329), önce Merdivenköy 'de biraz kaldıktan sonra Üsküdar'a geçerek şimdiki yerde dergahını kurmuştur.

 

Karacaahmet Sultan, bir fikir adamıdır. Zor günlerdeki bunalımlı insanların kurtarıcısı, iyi bir psikiyatrist hekim olarak toplumun karşısına çıkar. Bu doğrultuda ilden ile, köyden köye giderek halkın hizmetine koşmuş, acılara, merhem, karanlıklara ışık olmuştur.

 

Karacaahmet Sultan, Anadolu'da ilk kez Manisa dolaylarında bulunmuş, o bölgede Saruhan Beyliği'nin hizmetinde bir hekim Alp eren olarak çalışmıştır. Horoz köyünde ilk dergahını kurmuştur. Çalışmalarını burada yoğunlaşması nedeniyle Saruhan Beyi'nin taktirlerini kazanmış ve bu nedenle bu köy, Karacaahmet Sultan 'a vakfedilmiştir. Çevredeki insanlar, uzun süre bu dergahta eğitimden geçirilmişler ve özellikle bunalımlı insanlar , burada şifa bulmuşlardır.

 

Manisa- Akhisar - Aydın yöreleri , birbirine çok yakın olduğundan Karacaahmet Sultan 'ı aynı zamanda Akhisar ve Aydın'da da görmekteyiz. Buralarda da kendisine vakfedilmiş köyler ve bu köylerde kurulmuş dergahları olmuştur.

 

Karacaahmet Sultan bir dava adamıdır. Bu dava, Ebul Vefa 'dan, Kargı Dede 'den, Baba İlyas 'dan, Hacı Bektaşi Veli 'den , tüm horasan ve Rum Erenler 'ine intikal eden büyük bir davadır. Bu dava, Anadolu 'da 72 milleti alevi kültürü etrafında birleştirme davsıdır.

 

Davanın özüne baktığımızda, insan olabilmek, insanca yaşamak, paylaşmak ve gelecek kuşaklara ışık olabilmektir. Yetmiş iki milleti bir gözle görebilmek, barışı-sevgiyi-kardeşliği egemen kılmak,, sevgi bağlarına dayalı köklü bir ahlak sistemini kurmak, bu davanın temel felsefesidir. Karacaahmet Sultan gibi tüm erenler, bu doğrultuda emek harcamışlar, bu tür hizmetlerde insanlık uğruna tarihin altın sayfalarına geçmişlerdir.

 

Hacı Bektaşi Veli gibi her ulu kişinin yaşamına uyarlanmış mitolojik öyküler vardır. Bu tür öyküler , bu uluların somut ve gerçek kişiliklerini manevi dünyalarıyla pekiştirerek kendilerini yüceltmek için söylenir. Karacaahmet Sultan 'ın bulunduğu erenler, bir arada zikir ederlerken, bu ermişlerin içinde olan Karacaahmet Sultan 'ın kız kardeşi Kadıncık Ana(Fatma Nuriye Bacı), kendisinden geçmişçesine birden ayağa fırlayarak "kalkın , kalkın ey erenler, memlekete sizden ulu sizden ulu eren geldi." Toplu halde olan erenler " Bu memlekete bizden ulu eren mi gelir?" diyerek şaşırmışlardır.Onlardan ulu veli, yokmuş ki memlekette."Öyle şey olumu?" diyecek olmuşlar. Gene aldıkları cevap "Evet var , çünkü geldi." Olmuş.

 

Kimmiş kendilerinden ulu Veli acaba ? Düşünmüşler, taşınmışlar nafile. Kimseyi bulamamışlar. İşte o zaman Karacaahmet Sultan gönül gözüyle gözetlemiş. Sulucakarahöyük de bir karataşın üstünde ak güvercin görmüş. Karacaahmet Sultan, o an yanındaki Hacı Tuğrul 'a seslenmiş. " Tez elden bir şahin ol, Sulucakarahöyük köyüne var. Orada Karataş 'ın üzerindeki ak güvercini getir buraya" demiş. Hacı Tuğrul, istendiğinden de çabuk bir zamanda bir şahin olup uçmuş Karahöyük 'e. Bakmış bir ak güvercin orada duruyor. Hemen gitmiş yanına , hırsla boğazından yakalamış. "Hadi bakalım , düş önüme " demiş. Ak güvercin bir silkinmiş, "Ne yapıyorsun sen " diye cevap vermiş, "Er olan ere hışımla gelmez. Ben mazlum donunda geldim Ben barış , dostluk ve sevgi için geldim. Erenlere söyle, yanımda olsunlar."Hacı Tuğrul itiraz etmiş."Ama sen bir kişisin kolayca gelirsin bizim memlekete."demiş. Hünkar gene olmaz demiş. Hacı Tuğrul , dönüp gitmiş Başından geçenleri anlatmış bir bir erenlere. Ak güvercin kendilerinin yanına gelmeyeceğini söylemiş. Canı sıkılmış, sıkılmış ama gene "Gönül isterse" demekten kendilerini alamamışlar. Dizilmişler yola. Seyyid Mahmut Hayrani bir arslanın sırtına binmiş elline de yılandan bir kamçı, varmış Sulucakarahöyük 'e, Hacı Bektaş 'ın yanına.

 

Hacı Bektaş Veli bakmış ki karşısında, altında arslan, elinde ejderha, Seyyid Mahmut Hayrani geliyor. O da duvara binmiş ve yürü demiş duvara. Duvar yürümeye başlamış."Marifet, cansızı yürütmektir, canlıyı değil" deyince, Seyyid Mahmut Hayrani, Hünkarı takdir ederek özür dilemiş. Bu mitolojik öykü ile bir araya gelen bu ulu ermişler, yaptıkları ortak bir toplantıda Anadolu ' nun kurtuluşu için görev bölüşümü yaparlar. Karacaahmet Sultan 'a da Ege Bölgesi verilir. Bundan ötürüdür ki, Karacaahmet Sultan 'ı o günden beri Manisa, Akhisar, Aydın dolaylarında görmekteyiz. Tarihler böyle yazar Karacaahmet Sultan 'ı.

 

Araştırmacı Şevket Gürel anlatıyor. Karca Ahmet Sultan Horasan Türk Beylerinden birinin oğludur. Anadolu'ya gelişinde önce Manisa , Horoz köyün yerleşip , Saruhan Beyi'ne yardımcı olmuş, onu ordusuna hem tabip hem de akıncı olarak görev yapmıştır.

 

Karacaahmet Sultan 'ın babasının adını, Saruhan Beyi İshak Çelebi ' nin vakfiyesinde "Süleyman Horasani olarak göstermektedir. " Karacaahmet Sultan daha sonraları, yukarıda belirtildiği şekilde Hacı Bektaş Veli 'nin istemi doğrultusunda Afyon taraflarına geçmiş , oranın kazanılmasında başarılı görevler yapmıştır.

 

Hacı Bektaş Veli, Anadolu 'ya geldiğinde, mana aleminde Rum Erenleri'ne seslendi. Bu sırada Anadolu 'da elli yedi bin eren görevdeydi. Anadolu'nun gözcüsü de Karacaahmet Sultan idi.

 

Daha sonraları Karacaahmet Sultan, Hacı Bektaş Veli ile buluşup, onun yandaşları olan Abdal Musa, Abdal Murat, Geyikli Baba, Barak Baba, Karadonllu Can Baba, Seyyid ali Sultan, Koluaçık Hacım Sultan, Sarı Saltuk Sultan, Taptuk Emre, Ahi Evren gibi pek çok erenle tanışmış, görüşmüş ve aralarında görev bölüşümü yapmışlardır.

 

Hacı Bektaş Veli 'nin, Karacaahmet Sultan 'a: "Karacam, sen oraların Türk topraklarına katılmasına çalışmakla görevlendirildin."dediği söylenilmektedir.

 

Hacı Bektaş Veli yukarıda adları sayılan horasan Erenleri'ni örgütlemiş ve aralarında yaptığı görev bölüşümünde: Abdal Musa 'yı önce Bursa'ya, sonra Antalya yöresine, Karacaahmet Sulatan 'ı da Manisa'ya göndermiştir. Bu kutsal görevi alan Karacaahmet Sultan, daha sonraları Akhisar, Aydın ve Afyon 'dan İstanbul / Anadolu yakasına geçmiştir.

 

Karacaahmet Sultan Üsküdar’a geçmeden önce Afyon taraflarında iken başarılı çalışmalar gözden kaçmamış olacak ki Hacı Bektaş Veli kendisine “ Karacam, bir yerde mekanını olsun yedi yerde çera-ğın yansın “ demiştir. Karacaahmet Sultan ‘ın yedi yerde türbesi (makamı ) olduğu söylenir. Bu yerler sırası ile şöyledir:

 

1. Manisa’da Horoz köyü

2. Akhisar’da Karaca Köyü

3. Aydın

4. Afyon / İhsaniye ilçesi Karacaahmet Kasabası

5. Üsküdar’da Karacaahmet Türbesi

6. Bulgaristan

7. Yugoslavya- İstip Kenti..

 

Karacaahmet Sultan ‘ın Afyon İhsaniye ilçesindeki Karacaahmet köyünde büyükçe bir binanın içinde türbesi ve etrafında yer alan askerlerin lahitleri bulunaktadır. Bu bina toprak damlı olup, her gün pek çok ziyaretçi tarafından ziyaret edilmektedir.

 

Makamının bulunduğu bina içinde kendisinin yeşil örtülerle kaplanmış ve sanduka ile etrafında otuzu aşkın lahit bulunmaktadır. Burada boş olan yerlerde serili yataklar içinde hastalar yatmaktadır. Değişik yörelerden ve illerden gelen bu insanlar, hastalarını battaniyelere sardırarak günlerce şifa beklemektedirler.

 

İnsanlara şifa bulmak için gelip, burayı bir tedavi merkezi olarak kullanmalarının, önemli bir geçmişi vardır. Anlatılanlara göre Karacaahmet Sultan, Anadolu’ya geldiğinde yandaşlarıyla bu konaklamışlar. Konaklamanın hemen arkasından oranın beyi, bu yerde kurulu çadırları görünce, kahyasını oraya göndererek :”Git, gör bakalım. Şu karşıda çadır kuranlar kimlerdir? Ne yapıyorlar orada? Bunların hayvanları var mıdır? İyice sor da, öğren, gel.”demiş. Kahya gidip, soruşturmuş, öğrendiklerini dönüşünde beyine şöyle anlatmıştır:

 

Ağam gidip bunların her şeylerini öğrendim. Bunların atları da,koyunları da,kuzuları da var. Büyükleri su kenarında, söğüt ağacına uzanmış, elma koparıyor. Söğüt ağacından, ilkbahar mevsiminde elma nasıl koparılır?diye sorduğumda , Karacaahmet Sultan gülerek, “Elimiz boş gidecek değiliz ya beyinizin yanına. Yanımıza birkaç hediye alalım” dedi. Şimdi kendileri birazdan yanınıza gelecekler.

 

Olanları kahyasını ağzından dinleyen bey önce korkmuş, sonra Karacaahmet Sultan adamları ile gelip bey ile buluştuğunda, beyin hasta kızı Karacaahmet Sultan ‘ı görünce, birden bire sesini kesmiş ve kendine gelivermiş. Bey önce gözlerine inanamamış, sonra da Karacaahmet Sultan ‘ın ellerine sarılarak ,” Ama Sultanım, sen kimsin, nerelisin?” diye sormuş.

 

• “Adım karacaahmet.Horasan Erenlerindenim.”

• “ Kızıma himmet eyle. Hastaydı. Şimdiye kadar derdine bir derman bulamadık. Seni görünce sustu, kendine geldi. Onu kurtarınız.”

 

Bu yalvarış karşısında hayır diyemeyen Karacaahmet Sultan da kendisine bağışlanan bu yerde bir süre kalıp, akıl hastaları için bir tedavi merkezini kurmuştur.” Gün bu gündür, 700 yıldan beri bu yerler ve bu köy, bir şifa beklentisi ile dolup taşmaktadır.

 

Karacaahmet Sultan bir süre sonra Miladi 1329 yılında İstanbul taraflarına geçer.

 

Artık Hacı Bektaş Veli yoktur. Hakka yürümüştür. Ancak, o ulu kişi adına Hacı Bektaş Dergahı’nın hizmetlerini Seyit Ali Sultan yapmaktadır. Anadolu ‘da yer alan Bektaşi Dergahları’na buradan ışık saçmaktadır.

 

Yıl 1329 .Bursa 1326 yılında alınmasının üstünden üç yıl geçmiştir. Bu üç yıl için Gemlik, Orhangazi, Yalova , Gölcük, İzmit alınmış ve İstanbul’un Anadolu yakasına geçilmiştir. Son olarak 29 Haziran 1329 yılında Pelekanon (Maltepe) denilen yerde Bizanslılar ile Osmanlılar arasında Pelekanon savaşı olmuş, Andronikos yenilmiş ve Merdivenköy de yapılan antlaşamaya göre Üsküdar’a kadar olan yerler Osmanlılara bırakılmış ve Merdivenköy ‘deki av köşkü ve dolayları Ahiler ‘e bırakılarak başlarına ahi Ahmet getirilmiştir. Böylece 1390 yılında Bektaşi’lere geçen Dergah önceleri Ahi Dergah ‘ı olarak kullanılmıştır.

 

Kaynaklarda belirtildiğine göre Karacaahmet Sultan bir süre burada kalmış, daha sonra Üsküdar’ giderek şimdiki türbesinin bulunduğu yerde dergahını kurmuştur. Sağlığı döneminde burada aynı zamanda psikolojik rahatsızlıkları olan insanları asıklığına kavuşturmuştur.

 

Hacı Bektaş Veli Felsefesi doğrultusunda kurduğu dergahında inançsal ve sosyal hizmetler vermiş, çoğu zamanda bu dergahın bir nevi tedavi merkezi olmuştur. Pek çok ruh hastası Manisa, .Akhisar, Afyon ve Üsküdar gibi onun bulunduğu yerlerde şifa bulmuştur.

 

Karacaahmet Sultan , gönlündeki coşkun sevgi ile ömrünün sonuna kadar yılmadan çalışmış, aşıkların, sadıkların gönlünü tutuşturmuş, maddi ve manevi ilimlerde büyük zatlar yetiştirmiş, bulunduğu yeri de bir ilim merkezi haline getirmiştir.” Denilmektedir ki, Karacaahmet Sultan, Üsküdar’daki dergahında yetkili bir devlet büyüğünün gözlerindeki hastalığı giderdiği için bu devlet büyüğünün verdiği bir emir ile Karacaahmet Sultan, atına binerek dolaştığı saha içinde olan yeri kendisine bağışlamıştır. Karacaahmet Sultan ‘da kendisine verilen bu yerde dergahını kurmuş, insanlara hizmet etmiştir. Bu hizmet, kendisinden sonrada zamanımıza kadar devam etmiştir.

 

KARACA AHMET SULTAN ‘IN ATI

 

Karacaahmet Sulatan, kendisinin Horasan’dan Anadolu’ya Ege kıyılarına , Manisa Akhisar- Aydın ve Afyon dolaylarından İstanbul /Üsküdar sırtlarına kadar taşıyan emektar atını pek severdi. Çünkü bu emektar atı, kendisinin en sadık dostu idi.

 

İnsanlık aleminde ve özellikle Türkler arasında atın büyük bir yeri vardır. Bu geleneksel tutkunun yanında birde sevgi olunca , elbette ki böyle bir atında bir değeri olacaktır. Bu nedenle Karacaahmet Sultan , Üsküdar’daki mekanında iken bir süre sonra ölen atın pek üzülmüş ve bunun göstergesi olarak ta sevgili atına dergahın arka tarafına büyük bir mezar yaptırmıştır.

 

Daha sonraki devirlerde, kimin tarafından yaptırıldığı bu mezara dört sütun üzerine büyük bir kubbe yaptırılmıştır.

 

Araştırmacı Aysel Okan, Galata Mevlevihane’si Kütüphanesinde saklı duran arşivinde Karacaahmet Sultan ‘ın atının mezarı hakkında şu değerlendirmeyi yapmıştır.

 

Dört ayaklı büyük bir kubbenin altındaki bu mezar, öteden yürümeyen çocuklar için talim yeri.Adımlar arasına atılan arpalar ve üç Cuma sonra yürüyen bebeler yolunda şöhret yapmış Karacaahmet Sultan ‘ın atı. Köhne mezarlar arasında bile onun öylesine heybetli bir kubbesi var ki ...

 

Karacaahmet Sultan, bu çok sevdiği atına karşı olan sevgisi:”Beni ziyarete gelenler, önce atıma gitsinler diyerek göstermiştir.

 

KARACAAHMET SULTAN’IN ÇOCUKLARI VE DÜŞKÜNLER OCAĞI

 

Kaynaklar, Karacaahmet Sultan’ın çocuklarından Eşref Sultan’ın Manisa yöresinde Eşme’nin “KARACA” köyünde defnedildiğini belirtir. Aynı yerde babası “Süleyman Horosani” ile annesi “Sultan Ana” da defnedilmişlerdir. Kitabımızın Karacaahmet Sultan’ın kimlik bölümünde belirtildiği gibi çocuklarının sayısı kesin olarak bilinmemekle beraber Mehmet Yaman’ın araştırmasına göre Karacaahmet Sultan’ın ayrıca Hıdır Abdal sultan ile “Kan (Gani) Abdal” ve “Kamber Abdal” adlarında üç çocuğunun daha olduğu belirtilmektedir. Alevi kültüründe Hacı Bektaş Veli tarafından Hıdır Abdal Sultan’a “düşkünleri kaldırma” görevinin verildiği söylenegelmektedir. Anlatılan menkıbeye göre olay şöyledir:

 

Hacı Bektaş Veli, halifelerine görevlerini bildirip, nasiplerini verir. Ayrıca oniki hizmeti de dağıtır. Pirden nasip almak, yeni bir hayatın başlangıcı, yeni bir seferin ilk adımıdır. Görev dağıtımı sırasında huzurda bulunmayan Hıdır Abdal Sultan, Hazreti Pir’e vardığında kendisine verilecek bir görevin kalmadığını öğrenince mahzunlaşır. Hacı Bektaş’ın “Niçin üzülürsün Ya Hıdır Abdal?” sorusunu, “gördüm ki bana, erilecek bir hizmet kalmamış, ona üzülürüm.” diye cevaplar. Hz. Pir, Hıdır Abdal’ın gönlünü, şu sözleriyle feraha kavuşturur. “Gam çekme ya Hıdır Abdal! Sen bütün ocakların başısın. Benden düşen, eli kaypan sana gele… Ancak, senden eli kyapanın da, Pir Dergâhında derdine derman olmaya.” Anadolu Alevi kültüründe düşkünlüğün önemli bir yeri vardır. Düşkünlük, tarikat dilinde, halkın suç işleyene karşı tam bir boykotudur. “Düşkün” ise, yol terbiyesine aykırı suç işleyen kimseye verilen addır.

 

Alevi-Bektaşi yolunda düşkünlük anlayışı, toplumsal bir yaptırım olarak, Hacı Bektaş döneminden itibaren uygulanmaya başlamıştır. Bu nedenle düşkünlük, ibret veren toplumsal bir tedbir niteliği taşır. Talib, dede, mürşit kim olursa olsun kötülüklerden kendi iradesi ile sakınacaktır. Hacı Bektaş Veli’nin koyduğu “eline - diline - beline sahip ol” ilkesine uyacaktır. Bu asıldır. Ancak o kişi, kendisini kötülüklerden kurtaramamışsa, yol gereği düşkün sayılırdı. Söz gelimi haksız olarak eşini boşamış veya adam öldürmüş veya ahlâk kurallarını ihlâl etmiş kişi, yasal cezanın dışında mensubu olduğu toplumun dışına atılarak soyutlandırılırdı. Düşkün olan kişi ile kimse selamlaşmaz, konuşmaz, evine gidilmez, malı, davarı komşularınkine katılmaz, bayramlarda bayramlaşılmaz, düğünlere çağrılmaz, kurban eti yiyemezdi.

 

Düşkün, suçunun ağırlık derecesine göre çevresi ve ayin-i cem erenleri, onundoğru yola yöneldiğine inandıkları taktirde, suçtan mağdur olanların zararını ödemek veonların rızasını almak koşuluyla düşkünlükten kaldırılmakta ve topluma katılmasınayardım edilmekteydi. Düşkün, yapmada veya kaldırmada dede aracılığı gerekli olduğu gibi işin kesin sonuca bağlanmasında köy ve çevre halkının onayı da şarttır. Bu rıza alınmadıkça, düşkünü kaldırma işlemi geçerli olmamaktadır. Karacaahmet Sultan’ın Hakka yürümesi konusunda da tarihsel rakkamlara göre çelişkiler bulunmaktadır. Olayların seyrine bakılırsa, Karacaahmet Sultan, Hacı Bektaş Veli’den önce Anadolu’ya gelmiş olmalıdır. Çünkü 39 eren, kendi aralarında birlikte zikirde iken Fatma Nuriye Bacı, kendilerinden ulu bir erin Anadolu’ya geldiğini haber eriyor. Karacaahmet Sultan da bunu doğruluyor.

 

Düşkün, suçunun ağırlık derecesine göre çevresi ve ayin-i cem erenleri, onundoğru yola yöneldiğine inandıkları taktirde, suçtan mağdur olanların zararını ödemek ve onların rızasını almak koşuluyla düşkünlükten kaldırılmakta ve topluma katılmasına yardım edilmekteydi.

 

Hacı Bektaş Veli’nin kardeşi Menteş, 1240 yılında Babai ayaklanmasında şehit edildiğine göre, ortalama olarak Hacı Bektaş Veli’nin yakın akraba grubu ile 1235 yılında veya buna yakın tarihlerde Anadolu’ya gelmiş olması gerekir. Bu tarih, akla daha yatkındır. Hacı Bektaş Veli, 1207 veya 1209 yılında doğduğuna göre -ki araştırmacıların çoğunluğu bu tarih üzerinde durmaktadır- Anadolu’ya geldiği yıllarda Hacı Bektaş Veli’nin Hakka yürüyüş tarihi ise 1271 yılıdır. Yani, bu tarihlere göre Hacı Bektaş Veli, ortalama olarak 63 yaşlarında bu dünyadan göçmüştür.

 

Karacaahmet Sultan’a gelince: Hacı Bektaş Veli, Anadolu’ya gelmeden önce Karacaahmet Sultan Anadolu’da olduğuna göre, ikisini aynı yaş kabul edersek Karacaahmet Sultan’ın da 26-28 yaşları arasında olması gerekir. Veya, bir iki yaş daha büyük de düşünebilir. Kimi kaynaklara baktığımızda, bu kaynakları hazırlaanların kimileri Saruhan Bey’i İshak Çelebi’nin 1371 yılında vakıf senedini hazırladığı yılda Karacaahmet Sultan’ı sağ göstermektedirler. Bir vakıf senedi, u tarihte de, daha sonra da varisleri için yapılabilir.

 

Orhangazi, 1329 yılınad Pelekanon zaferinden sonra Merdivenköy’de Bizanslılar’a ait av köşkünde Bizanslılar ile barış yaptığında, Üsküdar’a kadar olan Anadolu yakasını ele geçirir. Bu tarihte Karacaahmet Sultan sağdır ve bir müddet Merdivenköy’de kaldıktan sonra şimdiki yerde dergâhını kuracaktır. Tarihi seyre baktığımızda Karacaahmet Sultan’ın bu tarihlerde 90-100 yaş arasında olması düşünülebilir. Bu yaş altında sayılması olası değildir. Karacaahmet Sultan’ın şimdiki yerde Hakka yürümesi de 120 aş dolayına rastlamaktadır. O nedenle Karacaahmet Sultan’ı daha sonraki yıllara götürmek ve 1371’lerde sağ göstermek tarihi bir yanılgı olacaktır.

 

Araştırmacıların bu tür çelişkilere düşmeden doğal yaş ortaamasını gözönüne almaları, daha gerçekci uzun bir ömür sürdüğü görüşünde birleşmektedirler. Ancak tarihler net belirtilmemekte, gösterilen tarihler de gerçekten uzak görülmektedir.

 

Karacaahmet Sultan’ın Hakka yürüdüğü tarihe gelince: Ne zaman ve hangi tarihte Hakka yürüdüğü kesin olarak bilinmemekle beraber, büyük bir olasılıkla 1335 yılı veya buna yakın bir tarih düşünülebilir.

 

 

 

 

Kaygusuz Abdal

 

Kaygusuz Abdal'in gerçek kisiligiyle, yasamiyla ilgili bilgiler yetersizdir, birtakim söylencelerle karismistir. Bu söylenceler arasindan onun gercek yanini bulup çikarmak kolay degildir, bu konuda en önemli kaynak elimizde bulunan, bir ``divan''da toplanan siirleridir. Kaynaklarda, bu özgün ozanin Alaiye (Alanya) Beyi'nin oglu oldugu, gerçek adinin Alaeddin Gaybi diye bilindigi, 1341-1444 yillari arasinda yasadigi söylenir. Bu bilgilerin kesinligi, açikligi sözkonusu degildir. Özellikle ölümünün 1444 yilinda olmasi kolay kolay onaylanabilecek bir sav degildir. Onun, bir siirinden Abdal Musa'ya baglandigi, onunla görüstügü, onun önerisi üzerine Misir'a giderek orada bir Bektasi Tekkesi açtigi da söylentiler arasindadir. Bütün bu söylenti niteligi tasiyan bilgilerin aydinlattigi biricik gerçek böyle bir ozanin bulundugu, 14. yüzyilda yasadigi, birtakim etkinlikler gösterdigidir. Kimi kaynaklara göre Kaygusuz Abdal 14. yüzyil sonlarinda Misir'a gitmis, bir süre Kerbela-Necef dolaylarinda gezmis, hacca ugramis, sonra oldugu Misir'a dönmüs, orada bir magaraya gömülmüs, bu nedenle ona ``magarada gömülü'' anlaminda ``Abdullah Magaravi'' (magarada gömülü Tanri kulu) denmistir. Hac dönüsü Sam'a ugramis, orada bir bahçeyi sulamada kullanilan büyük dolabi görmüs, ondan esinlenerek ``Dolabname'' adli siirini yazmis. Bunlarin hepsi, ozana yakistirilan, onu söylence ürünleriyle donatan dil ürünleridir, gerçek yasaminin saptanmasinda etkin belge niteligi tasimaz. Yine kimi kaynaklara göre Misir'a gitmeden Filibe, Yanbolu, Manastir, Edirne dolaylarinda bulunmus, düsüncelerini yaymaya çalismistir.

 

Yasami yeterince bilinmeyen Kaygusuz Abdal'in düsüncelerini, adina düzenlenen ``divan''inda toplanan siirlerinin incelenmesinden çikarmak, anlamak kolaydir. O, ``abdallar'' toplulugundandir, bir siirinde söyledigi gibi saçini, sakalini, biyigini, kaslarini kestirerek (car-darb) dolasirmis. Bu islem abdallik yoluna girmenin özelliklerinden biridir.

 

Kaygusuz Abdal'in siirlerinden anlasildigina göre çok iyi bir ögrenim görmüs, tasavvufu bütün ayrintilariyla ögrenmis, özellikle Islam dini konusunda genis bilgi edinmistir. Onun Abdal Musa ile iliskisini anlatan özgün bir öykü vardir: Alaiye Beyi'nin oglu olan ozan avlanmayi çok severmis. Günün birinde ava çikinca bir geyikle karsilasmis, yayini gerip geyigi oklamis. Sirtina ok saplanan geyik kaçmaya baslamis, Alaeddin Gaybi de geyigin ardinca kosmus. Geyik, sirtindaki okla Abdal Musa Tekkesi'ne siginmis. Tekke'ye geyigin ardinca giren ozan karsisinda duran Abdal Musa'dan içeri giren geyigin kendisine verilmesini istemis. Abdal Musa ise koltugunun altina saplanan oku çikarip göstererek ``Ogul, attigin ok bu mu?'' diyerek Kaygusuz'a gösterince ozan kendinden geçmis, Abdal Musa'nin ayaklarina kapanarak ondan yardim dilemis, böylece tekkeye girmis, tarikata girmis.

 

Bu duygulu, sevecen öykünün dogrulugu, yanlisligi tartisilmaz, özünde ilkçag Anadolu dinlerinden gelen, geyigin Hititler'ce tanrisal bir varlik oldugunu bildiren bir söylence vardir. Onun

 

Bin batmandan olsa kazan

Ustager degil mi düzen

Hayranlik esince cana

Bengilik de gereg olur

 

dörtlügüne dayanilarak esrar içtigini söyleyenler vardir. 14. yüzyil Anadolu'sunda esrar içmek ``abdallar'' arasinda cok yaygin bir tutkuydu. Ancak, Mevlana'nin kimi siirlerinden, Sems-i Tebrizi'nin oldugu söylenen ``Makalat''tan anlasildigina göre Mevleviler'de de esrar içimi yaygindi. Tasavvuf yolunu seçenlerin çogunun esrara düskünlügü bilinmeyen bir olay degildir. Bu tutkunun nereden kaynaklandigini bilemiyoruz, ancak yaygin bir aliskanliga dönüstügü açiktir, yorum gerektirmez.

 

Urum Abdallari gelir dost deyu

Egnimize aba, hirka, post deyu

Hastalari gelür derman isteyu,

Saglar gelur sahim Abdal Musa'ya

 

dörtlügüyle baslayan kosugundan, inanca olarak Abdal Musa'ya kapilandigi, ondan el aldigi anlasilmaktadir. Yukarda anlatilan geyik olayi da bu durumu kanitlar niteliktedir. Baska bir kosugunda bulunan

 

Ergene'nin köprüsü

Susuzluktan bunalmis,

Edirne minaresi

Egilomis su içmege

 

dörtlügüne dayanilarak Edirne yörelerini dolastigi sonucu çikarilmaktadir. Burada geçen ``Edirne minaresi''nden anlasildigina göre, o dönemde Edirne ilinde önemli camiler vardi, üstelik bir akarsu kiyisindaydi. Kaygusuz Abdal, adinin ``Gaybi'' oldugunu ``Dolabname'' adli uzun siirinde söyler:

 

Alai Gaybi bundan tekke kilmaz

Hak'in fazlidurur ancak dayagi

Sabir seccadesin altina almis

Tevekkülden kusanmistir kusagi

Sözünü Kaygusuz arife söyle

ne bilsün sükkeri dana buzagi

 

Demek siirlerinde tapsirmasi olan ``Kaygusuz'' ile özel adi olan ``Gaybi''yi birlikte kullanmistir. Onun ``Sarayi'' tapsirmasini kullandigi siirleri de vardir. Bu degisik adlari neden seçtigini bilmiyoruz. Ününün, yasadigi çagda bile, yayginligina karsin yasami konusunda yeterli bilginin bulunmayisini açiklamak kolay degildir. Kendisi de, siirlerinde, doyurucu bilgi vermiyor. Onunla ilgili kaynaklarda da güvenilir nitelikte bilgi yoktur. Siirlerinin incelenmesinden çok gezdigi, çok kimse tanidigi anlasiliyor, ancak bu da bir yorum olmaktan öteye geçemez. Bir yerde:

 

Kelebek bugday ekmis

Manisa ovasina

 

derken Manisa ilini, baska bir yerde de, yine alayci, güldürücü bir tutumla:

 

Kertenkele derilmis

Dile Kirim geçmege

 

gibi dizeler söylemesine bakarak bu yöreleri gezdigi sonucunu da çikarabiliriz ama sonuç degismez, yasaminin gerçegi yine karanlikta kalir. Burada arastiriciya düsen baslica görev, bu ünlü ozanin ürünlerine dayanarak kisiligini, dilini, basari asamalarini, düsüncelerini açiklamaktir.

 

Kaygusuz Abdal'in birkaç siirinde kadindan, birisinde açikça karisindan yakindigi görülür, buna dayanarak iyi bir evlilik geçirmedigini söyleyecek durumda degiliz; alayci, yerici, güldürücü dili kimi konularda güvenilir bir yargiya varmayi engeller. Bektasilik'te Haci Bektas Veli'ye yorulan bir olaydan (Kadincik Ana'nin esi degil de can yoldasi oldugundan) onun evlenmedigi sonucunu çikarmak, yalniz (mücerred) yasadigi yargisina varmak da pek tutarli degildir. ... Yine siirlerinde geçen yer adlarina, yöre özelliklerine dayanarak onun yasami süresince çok yer gezdigini, gezdigi yerlerin dogal konumlarini, özelliklerini halkinin begenilerini, yemeklerini, giyim kusamlarini yansitan dizeler ilginçtir. Bu ozan siirlerinde adlari geçen yerleri gezmis, görmüsse, dogayi seven, degisik bölge insanlarini tanimaktan, onlarla iliski kurmaktan kivanç duyan bir gezgin niteligi tasir. Eski yazinimizda, ozanlarla, yazarlarla, sanatçilarla, düsünürlerle ilgili olaylari dogal ölçüler içinde anlatma gelenegi dogmamistir, bu nedenle üzerinde çalisilmak istenen kisiyi açik gerçegiyle anlama olasiligi azdir. Bu konulari içeren ``tezkire'' adli yasamöyküleri yapitlarinda insanin ayagi topraga basmaz, hep yükseklerde, bosluklarda dolastirilir. Buna bir de ``vilayetname'', ``menakibname'' gibi söylence nitelikli yapitlar katarsak isin içinden çikilmaz, gerçek olayin saptanmasi olanaksiz duruma gelir. Yazar, yasamini anlatmak istedigi kisiyi, oldugu gibi degil de, düsledigi gibi anlatmayi sever, yasanmamis bir olayi yasanmis göstermekten kendini alamaz. Kaygusuz Abdal'in durumu da az cok aynidir; yasanmis olayi yakalamak için elimizde güvenilir belge yoktur.

 

 

 

 

Haci Bektas Veli

 

XIII. yy.da yetismis ünlü bir düsünür ve gönül adamidir. Horasan'in Nisabur kentinde dogmustur. Annesi Hatem Hatun, babasi Seyyit Ibrahim. Haci Bektas Veli'nin cesitli kaynaklarda dogum ve ölüm tarihleri degisik gösterilir. Gelisi 1270-1280 yillari arasi, ölümü ise 1337 olarak, bazi kaynaklarda ise dogumu 1209. Akilciliga ve bilime inanan Haci Bektas Veli dürüst kisilige sahiptir.

 

Piri Hoca Ahmet Yesevi kültür ocagindan alarak, cok sayida bilim adaminin yetistigi bilgi birikimine ve genis bir dünya görüsüne sahip olmustur. Haci Bektas Veli'nin Anadolu'ya gelisi, Anadolu Selcuklu Devleti'nin siyasi, ekonomik bozuldugu, yönetimde bölünmelerin ortaya ciktigi bir devreye rastlamaktadir. Haci Bektas Veli Kirsehir yöresindeki suluca Karahöyük'e (Hacimköy) yerlesmis, Orta Anadolu'yu dolastiktan insanin gelenek ve göreneklerini özümseyerek yeni bir bilim ve ögreti merkezi kurmustur. Burada cok sayida ögrenci de yetistiren ve yeniceri ocagininda piri olarak bilinen Haci Bektas Veli Anadolu birliginin saglanmasina yardimci olmustur. Haci Bektas Veli, Türk dili ve kültürünün yabanci etkilerden ve unmasi cabalarini ömrü boyunca sürdürmüstür. Ortaya koymus oldugu birlestirici ve yükseltici ögreti her türlü bagnazliktan uzak, caga uyan ilkeler haline gelmistir. Haci Bektas Veli ibadet ve günlük yasamda kadini erkegin yanina almistir. Güzel sanatlara sevecenlikle bakmis, Dergah'ta ögretisini yasama gecirmistir. Makalat, Fevaio. Sadhiyye ve Serh-i Besmek isimli eserlerinin oldugu bilinmektedir. Haci Bektas Veli'nin hayati ve ker "Velayetname" önemli bir eserdir.

 

 

 

 

Mansur el-Hallâc

 

Tam Adı : Ebu Abdullah Hüseyin Mansur el Beyzavi el-Hallâc

Kısaca : Mansur el-Hallâc

Doğumu : Miladî 858

Doğum Yeri : Tur

Hocaları : Sehl Abdullah et-Tüsterî, Amr Osman el-Mekki,

Sadık Dostu : Şıblî

Ölümü : 26 Mart 922

Yaşı : 65

Suçu : Zındıklık

Ceza Süresi : 8 yıl, 7 ay, 8 gün

Ölüm Fermanı : "Kanı Helâl"

Gördüğü İşkenceler : Hapis, sürgün,eziyet, sinir tahribi,kırbaç,asma,

kılıç, yakma,organların tek tek doğrandıktan sonra

asılıp teşhir edilmesi.

 

Alevi inancının felsefesini derinden etkileyen ve şekillendirenlerin başında Hallac-ı Mansur gelmektedir. Hallac-ı Mansur, düşüncesiyle, eylemiyle sadece islami coğrafyalarda değil, bütün dünyada çeşitli inançlara mensup insanları tarafından da saygınlık görmüş, etki bırakmıştır. Tabii ki en büyük sahiplenme Aleviler tarafından gösterilmiştir.

 

Bütün Alevi önderlerinde olduğu gibi Hallac-ı Mansur hakkında da sağlam ve güvenilir bilgi yoktur. Hallac-ı Mansur hakkındaki bütün bilgiler sözlü gelenekle yaşatılmıştır. Yazılı kaynaklar tahrip edilmiş, Hallac-ı Mansur gerçeği yok edilmek istenmiştir.

 

Bütün tahribatlara rağmen Hallac-ı Mansur düşüncesi günümüze dek gelmiştir. Hallac-ı Mansur’u bu kadar güçlü kılan ve günümüze kadar gelmesini sağlayan felsefesi bütün boyutlarıyla Alevi öğretisinde yer almıştır. Örneğin Cem töreninin en önemli aşamalarından biri olan ve haklıyı, gerçeği ortaya koyan "Dar-ı Mansur" en büyük kanıttır. Dar-ı Mansur bir noktada mahkeme işlevi görmektedir. Ama bu öyle bildiğimiz mahkemelerden olmayıp, halk mahkemesi şeklindedir. Böyle olduğu için de haklı ve gerçek her zaman daha yoğun gerçeklişmiştir.

 

Hallac-ı Mansur, düşüncesi için darağacını göze almış ve hiç bir karanlıktan çekinmeden düşüncesini açıklamıştır. Düşünce(si)leri ne kadar "aykırı" olsa da onları ölümüne savunmuştur.

 

Hallac-ı Mansur kendisini kırbaçlara, darağacına götüren düşüncesini iki kelime ile özetlemiştir: Enel Hak. Enel Hak, ben Hakkım, hakikatim anlamına gelmektedir. Şüphesiz bu iki kelimenin altında yüzlerce cilt kitaba sığmaz derin anlamlar yatmaktadır. Hallac-ı Mansur düşüncesine göre; insan Tanrı’nın bir yansımasıdır. İnsan Tanrı’dan ayrı düşünülemez ve eğer insan kalbini kötülüklerden arındırırsa Tanrı ile bütünleşebilir.

 

Aradan 1000 bin yıl geçmesine rağmen Hallac-ı Mansur’un düşünceleri tartışılmaya ve etkilemeye devam ediyor. Anlaşılan daha da devam edecek

ÖLÜMÜ

 

"...onu katletmek icin alip goturduler, cevresinde yuzbin kisi toplandi. Gozunu hepsinin uzerinde dolastirarak:

-Hak! Hak! Ene'l-Hak! diyordu. Dervisin biri ona:

-Ask nedir, diye sordu.

-Askin ne oldugunu, bugun, yarin ve oburgun goreceksin dedi. O gun oldurduler, ertesi gunu atese atip yaktilar. Ucuncu gun de kulunu ruzgara verdiler. Ardindan oyle guldu ki gozlerinden yas geldi. Sonra kendisini seyreden topluluga dondu. Gozune Sibli ilisti.

 

Cagirdi: "Ey Ebu Bekir, yaninda seccade var mi? Ser suraya!" Sibli seccadeyi serdi, Hallac iki rekat namaz kildi.Birinci rekatta Fatiha'dan sonra su ayeti okudu: 'Andolsun ki sizi biraz korku, biraz aclik, biraz da mallardan, canlardan ve urunlerden yana eksiltmeyle imtihan edecegiz. Sabirli olanlara mujdele!' (Bakara Suresi, 155) Ikinci rekatta Fatiha'dan sonra su ayeti okudu: 'Her benlik olumu tadacaktir. Sizi, bir imtihan olarak hayir ve ser ile de imtihan ediyoruz. Sonunda bize donduruleceksiniz.' (Enbiya, 35) Namazi bitince dua etti:

 

'Allahim! Sen her yonden tecelli edersin. Fakat sen tum yonlerden arinmissin. Benim hakikatime iliskin varligin ve senin hakikatine iliskin varligim hurmetine beni bagisla! Benim, Senin hakikatine bagli olan varligim nasutiyet (insan realitesi); Senin, benim hakikatime iliskin varligin lahutiyet (ilahilik)tir. Benim nasutiyetim senin lahutiyetinde yok olmustur; ona karismadan. Ve senin lahutiyetin benim nasutiyetimi kusatmistir; onunla ic ice girmeden.'

 

'Allahim! Sonradan olmuslugumu kusatan ezeli varligin hurmetine! Senin ilksizlik kivrimlarin arasindaki sonradan olmuslugum hurmetine!Bana, lutf ettigin nimetin sukrunu yerine getirme imkani ver. Guzelliginin acilan sirlarini baskalarindan gizleyerek onlari fark etme imkanini bana vermek ve kinayanlardan beni esirgemis olmakla bahsettigin nimete tesekkur etmeyi bana nasip kil.'

 

'Su topluluk senin kullarindir. Dinlerine olan bagliliklari yuzunden ve sana yaklasmak umidiyle beni oldurmek icin toplanmislar. Onlari affet. Iyi biliyorum ki, bana actigin sirlari onlara acsan, yahut onlardan gizledigin seyleri benden de gizleseydin bu hal basima gelmezdi. Yaptigin seyler icin sana hamd, istedigin seyler icin de yine sana hamd olsun!' [Ibrahim b. Fatik'ten nakildir]

 

Evvela daragacina dayali merdiveni optu, sonra ayagini merdivene basti, 'Bu ne hal boyle' diyenlere:

-Daragaci, erenlerin miraci!, dedi.

Beline bagli bir pestemal, omuzlarinda bir taylasan vardi. Ellerini semaya dogru kaldirdi, yuzunu Kible'ye cevirdi, niyazda bulundu ve ne istiyorsa onu diledi. Sonra yurudu, daragacinin tepesine cikti.

 

Cellat once bin kirbac vurdu. Hallac aldirmiyor sadece "Ehad, Ehad" (Bir, yalniz Bir) diyordu. Bir ara Hallac cellada soyle dedi: "Az musade eder, beni dinlersen sana, Istanbul'u fethetmeye esdeger bir ogut veririm." Cellat bu istegi reddetti. [Ibn Hallikân, 2/144]

 

O hala konusuyordu. Bundan sonrasi icin sadik dostu Sibli'yi dinleyelim: "Ellerini, ayaklarini kestiler, o hala konusuyordu. Birseyler soylemek icin sokuldum. "Tasavvuf nedir?" diye sordum. Cevap verdi: 'En basit mertebesini su anda gordugun sey. Yemin olsun ki, Allah'in verdigi nimetlerle istiraplar arasinda asla fark gormedim!" Ben: 'En yuce mertebesi nedir?' diye sorunca: 'Onu yarin gorursun!' dedi. ("Yarin", yakilan cesedinin kulleri dicle nehrine dokuldu.)

 

"Bu sirada cellat yaklasti ve alnina muthis bir darbe indirdi. Hallac'in burnundan oluk gibi kan fiskirdi."[Massignon, Ahbaru'l-Hallac, 7-8]

 

"O gece agaca bagli olarak sabahladi. Sabahleyin oraya gitmis ona bakiyor, dusunuyordum. Bana:"Yaklas!' diye seslendi. Yaklastim. Dedi ki bana:"Bak, iste beni gercege cagidi ve bana su gordugunu yapti".[Deylemî Sîre, 238-239]

 

Herkes ona recm tasi atti, Sibli de fetvaya uymus olmak icin bir gul atinca, Huseyin Mansur bir "ah" cekti. "Sana atilan bunca taslardan hicbirine nicin ah etmedin? Atilan bir gule ah etmendeki sir nedir? dediler. Sunun icin dedi: "Onlar bilmiyorlar, onun icin de mazurdurlar. Sibli'nin yaptigi gucume gitti. Zira o biliyor, bunu yapmamaliydi!" Sonra elini vucudundan ayirdilar, guldu. "Bu gulme neye boyle?" dediler. "insanin elini vucudundan ayirmak kolay bir istir, er odur ki, nefsin elini kesip atar, zira beseri sifatlari terkedenin basina konan himmet taci ta Ars'a dayanir." Sonra ayagini kestiler, bu sefer tebessum eti, ve : "Bu ayakla arz uzerinde sefer yapiyorum, diger bir ayagim daha var ki, simdi onunla iki alemde sefer yapacagim, eger gucunuz yetiyorsa, o ayagimi kesin", dedi. Sonra al kan olmus kesik ellerini yuzune surerek yuzunu ve kollarini kana boyadi. "Nicin boyle yaptin", diyenlere, "cunku" dedi: "Cok kan kaybettim, biliyorum ki yuzum sararacak, "beti benzi sarardi", sanacaksiniz, yuzumu kana buladim, ta ki size karsi kipkirmizi yuzlu olayim. Zira erkeklerin yuz boyasi onlarin kanlaridir." "Diyelim ki, yuzunu bunun icin al kan ettin, "Peki kollarini niye kana buladin", dediklerinde, soyle dedi:

 

-Abdest aliyorum!

-Ne abdesti?

-Ask'ta kilinan iki rekat namazin abdesti ancak ve ancak kanla alinirsa sahih olur!

Sonra gozlerini oydular, bunun uzerine halk arasinda bir kiyamettir koptu, bazisi agliyor, bazisi tas atiyordu. Sonra dilini kesmek istediler."Bir iki kelime soyleyebilmek icin biraz sabredin", dedi ve yuzunu semaya cevirerek niyazda bulundu.

-Ilahi! Senin rizan icin bana bu ezayi ve cefayi yapanlari sevaptan mahrum etme! Bu yuzden onlari nasipsiz, amellerini sevapsiz birakma! Elhamdullillah ki, ellerimi ve ayaklarimi senin yoluna kestiler! Sayet bir de basimi bedenimden ayirirlarsa, celalini musahede ugrunda beni daragacinin tepesine cikarmis olacaklar!

 

"Sonra kulaklarini ve burnunu da keserek uzerine tas yagdirdilar. Elinde bir lata parcasi bulunan bir ihtiyar kadin oradan geciyordu, "Su zavalli ve bencil Hallac'a iyice vurunuz, esrardan bahsetmekle isi ne?", dedi.

 

"Hüseyn'in en son soyledigi soz: "Vahid'in kendini vacide (vecde gelene) ozgulemesi, ona kafirdir!" veya: "Bulana, 'Bir' yeter" ifadesi idi. Sonra": "Kiyamet gunune inanmayanlar onun cabuk gelmesini istiyorlar, muminler ise o gunden korkuyor ve o gunun hak oldugunu biliyorlar, dikkat edin, kiyamet konusunda inatla cedellesenler, acik bir sapikligin icindedirler." (Sura Suresi, 18) mealindeki ayeti okudu, son sozu bu oldu.

 

Sonra dilini de kestiler. Basini kestikleri vakit aksamdi. Basini bedeninden kopardiklari sirada tebessum ederek can verdi. Butun organlarindan tek tek "Ene'l-Hak", diye bir ses geliyordu. "Daha sonra onu yaktilar, kulunden "Ene'l-Hak" diye ses geliyordu. Katledildigi esnada, ondan yeryuzune dokulen kan damlalarinin: "Allah" kelimesini yazdigi goruldu.

 

"Hüseyn b. Mansur, hizmetciye: "Benim kulumu Dicle nehrine attiklarinda, su kuvvetle cosacak, oyle ki, suda garkolma korkusu Bagdad'i saracak, o saatte hirkami Dicle kenarina gotur ki, su sakinlessin!" demisti. Ucuncu gun Huseyn'in kulunu Dicle'ye verdiler, yine sudan ayni sekilde: "En'el-Hak", sesleri geliyor, nehrinsulari kopurerek akiyordu. Bunun uzerine hizmetci, seyhin hirkasini Dicle'nin sahiline goturdu., su sakinleserek eski haline dondu; kuller de sustu. Daha sonra kulleri toplayip defnettiler. Ona verilen bu harikalar tasavvuf yolunun yolcularindan hicbir kimseye verilmedi."

 

Celladi diyor ki: "Butun organlarini teker teker dogradim da ne bir kez inledi, ne de rengi degisti!."

 

Hallac'in bas, kollar ve ayaklarina gelince; Bas bir sure Bagdat'in Mutref mevkiinde, halk seyretsin diye asildi. Eller ve ayaklar da basin sagina ve soluna asilmisti.

 

Bas, daha sonra indirilip sarayda korumaya alindi. Daha sonra da baska sehirlere "ibret" icin goturulup dolastirildi.

 

 

 

 

PÎR SULTAN ABDAL

 

Pîr Sultan Abdal'in yasami üzerine, yazili kaynaklarda pek bilgi yoktur. Dogum ölüm yillari bile bilinmiyor. Yasami üzerine bilgiler, genellikle, kendi siirlerinden, halk söylentilerinden, kusaktan kusaga anlatilagelen menkibelerden, bir de yakinlarinin ya da baska ozanlarin onu anlatan siirlerinden çikarilir.

 

Gene de bu yollardan epeyce bilgi edinilmistir, çünkü Pîr Sultan, baglandigi tarikatin din anlayisini, dünya görüsünü yansitmakta ya da derinlestirmek için soyut siirler yazan bir sanatçi degildir, dogrudan dogruya basindan geçenleri, kavgasini, özlemlerini, katlandigi acilari, yasaminin türlü yönlerini yansitan somut siirler yazmistir.

 

Siirlerden, halk söylentilerinden çikarilan bilgilere göre, Pîr Sultan Sivas'in Yildizeli ilçesinin Çirçir Bucagina bagli Banaz köyünde dogmustur. Yildizdagi eteklerinde, Çirçir'a kirk sekiz kilometre uzaklikta, denizden bin yedi yüz metre yüksekte, çogu tek katli kerpiç evleri, soguktan korunmak için yari yariyariya topraga gömülü bir köy...

 

Banaz'da bugün de Pîr Sultan'in oldugu söylenen bir ev, önünde sairin yasadigi dönemden kaldigina inanilan bir sögüt agaci, agacin altinda, asâsinin ucuna takip Horasan'dan getirildigine inanilan bir degirmen tasi vardir. Pîr Sultan yaz aylarinin güzel havalarinda bu tasin üstüne oturup karisiyla sohbet edermis. Köylüler bu evi, agaci, tasi kutsal sayarlar.

 

Kizinin yaktigi agitta uzun boyluluguna, biçimliligine deginilen sairin asil adi, siirlerinde belirttigine göre, Haydar'dir. Bir yerde soyunun Yemen'li oldugunu, bir yerde Peygamber'in öz torunu oldugunu söyler, bir yerde de Imam Zeynel-Âbidin'den "Zeynel dedem" diye söz eder. Uzmanlara göre, Pîr Sultan'in bu sözleri söylemesinin nedeni halk üzerindeki etkisini arttirmak içindir. Muhammed peygamber soyundan geldiklerini, "seyyid"liklerini ileri sürmek tarikat ululari arasinda bir gelenektir. Genel kani, sairin Iran'in dogusundaki Türk yurdu Horasan'dan, önce Iran Azerbeycani'ndaki Hoy kasabasina, oradan da Anadolu'ya göçüp Sivas'a yerlesen bir Türkmen soyundan geldigi yolundadir.

 

Çocuklugu çobanlikla geçen Pîr Sultan'in okuma yazma bildigi anlasiliyor, ama bilgin bir kisi oldugu söylenemez. Tekke egitimi çerçevesinde kalmistir. Halifeler tarihini, peygamber menkibelerini, evliya menkibelerini, tarikat kurallarini, Yunus Emre'yi, Hatâyî'yi bilir. Bunlar disinda, çaginin bilimleriyle ilgilenmedigi gibi, divan edebiyati ile de ilgilenmemistir. Siirlerinde Yunan mitolojisinin, Iran mitolojisinin izleri pek yoktur. Ayrica, genel olarak bütün tarikatlarin kaynaklandigi Tasavvuf felsefesinin yüksek konularina da girmez.

 

Söylentiye göre, Pîr Sultan'in üç oglu, bir kizi varmis. ogullarindan Seyyit Ali Banaz köyünün üst yanindaki çam korusunda,Pîr Muhammed Tokat'in Daduk Köyünde, Er Gaib de Dersim'de gömülüymüsler. Adi Sanem olan kizinin Pîr Sultan asildigi zaman söyledigi agit çok ünlüdür. Bazi uzmanlar bu agiti Sanem'in agzindan bir tarikat ozaninin yazmis olabilecegini belirtirler. Pîr Muhammmed ise babasi gibi sairdir. Delikanli iken attan düserek öldügü, Pîr Sultan'in "Allah verdigini almaz dediler / Bana verdigini aldi n'eyleyim" derken bu olaya degindigi söylenir. Siirlerinden uzun yasadigi, çok çocugu bulundugu açikça anlasilan sairin, sagliginda iki ogul acisi görmüs oldugunu ileri sürenler de vardir.

 

Pîr Sultan Alevî-Bektasî tarikatindandir. Tarikata girme arkadasi, yani musaibi, Ali Baba'dir. Baglandigi tekkenin pîri ise, Ahmet Yesevî'nin Anadolu'ya gönderdigi dervislerden Koyun Babanin tekkesinde, Bektasîligin kurucusu Haci Bektas Veli'nin tekkesinde posta oturmus, yani en üst makamlara getirilmis Seyh Hasan'dir.

 

Pîr Sultan, baglandigi tarikatça yalniz dinsel önder degil, devlet baskani olarak da görülen Iran Sahlari adina, Anadolu halkini Osmanlilar'a karsi kiskirttigi,ayaklanmaya çagirdigi, belki de bir aayaklanmaya öncülük ettigi için, Sivas Valisi Hizir Pasa'nin emriyle tutuklanmis, yolundan dönmeyecegi anlasilinca da asilmistir.

 

Söylentiye göre, asildigi yer Sivas'da eskiden Keçibulan adini tasiyan, sonra uzun süre Daragaci diye anilan, simdi ise Kepçeli denilen yerdir. Bugün Sanayi Çarsisi'nin karsisinda Mal Pazari olarak kullanilan bu alanin Gazhane bitisiginde, sira sögütlerin bitiminde bulunan, boyu bes metre, eni bir metreden fazla, bakimsiz toprak yigini onun mezaridir. Üstündeki moloz taslar, asilmasi sirasinda Hizir Pasa'nin emriyle halkin attigi taslardir.

 

Mezarinin, bir menkibeye göre Erdebil'de, Bektasî gelenegine göre de Merzifon'da oldugu söylenir. Daha baska söylentiler de vardir, ama gerçege en yakin görünen söylenti asildigi yere gömüldügü, yakinlarinin, tarikat erlerinin, hükümet baskisi yüzünden ölüsünü alip köyüne bile götüremedikleridir.

 

Siirlerinden, halk söylentilerinden çikarilan bu daginik bilgileri degerlendirebilmek için, önce, Pîr Sultan'in ne zaman yasadigini saptamak gerekir.

NE ZAMAN YASADIGI

 

Uzmanlar "Yürüyüs eyledi Urum üstüne" diye baslayan siirindeki sözlerine bakarak, Pîr Sultan Abdal'in Sah Tahmasb zamaninda yasadigini söylüyorlar. Bu siirinde söyle sözler var:

 

Aslini sorarsan Sah'in ogludur

(...)

Koca Haydar Sah-i cihan torunu

Ali nesli güzel imam geliyor

 

"Koca Haydar Sah-i cihan" diye anilan, Sah Ismail'in babasi Seyh Haydar'dir. "Sah" diye anilan ise, Akkoyunlu Devleti'ni yikip Safevîogullari Devleti'ni kurarak Sîî mezhebi baskanligi ile devlet baskanligini birlestiren, Sah Ismail'in kendisidir. Seyh Haydar'in torunu, Sah Ismail'in oglu da Sah Tahmasb'dir.

 

Sah Tahmasb'in saltanat döneminin (1524-1578) büyük bir bölümü, Kanunî Sultan Süleyman'in saltanat dönemine (1520-1566) rastlar. Bu iki hükümdar geçmisteki aci olaylar yüzünden, uzun süre ülkeleri arasinda barisi saglayamamislar, Iranlilar ile Osmanlilar, 1534'den 1554'e kadar, tam yirmi yili anlasmazliklar, çatismalar, savaslarla geçirmislerdir. Kanunî Sultan Süleyman 1534'de yaptigi dogu seferinde, Iranlilar'in elinde bulunan Bagdat'i Osmanli topraklarina katmis, Sah Tahmasb 1548'de Anadolu'ya girerek Kemah'a kadar ilerlemis, 1552'de Ercis, Ahlat kalelerini geri almistir.

 

Pîr Sultan'in siirlerindeki olaylarin Sah Tahmasb dönemindeki olaylara uymasi, daha sonraki Iran sahlarinin Anadolu üzerine "yürüyüs eylemis" olmalari, bazi uzmanlarin kesin konusmalarina, sairin bu dönemde yasadigindan süphe edilemeyecegini söylemelerine yol açar.

 

Oysa bu dönemde Sivas'da valilik etmis bir Hizir Pasa yok, ama 1552'de Köstendil, 1554'de Sam, 1560'da Bagdat beylerbeyliklerinde bulunmus bir Hizir Pasa var. Uzmanlar 1567'de ölen bu Hizir Pasa'nin, Bagdat'a giderken, Sivas'a ugrayip oradaki ayaklanmayi bastirmis olabilecegini söylüyor. Bu görüs dogruysa, Pîr Sultan 1560'da asilmis demektir.

 

Pîr Sultan'in dili on altinci yüzyilin ikinci yarisinin dilidir, diyen bazi uzmanlar ise sairin 1560'da asilmis olabilecegini kabul etmiyorlar. Onlar halk söylentisini degerlendirerek baska bir yoldan gidiyor, Sivas'da valilik etmis Hizir Pasa'yi ariyorlar.

 

Sofi Aziz Mahmut Hüdâyi Efendi'nin I. Ahmed'e yazdigi bir mektupta, Alevîler ile Seyh Bedreddin'e bagli olanlari iyi taniyan, onlarla ugrasmasinin bilen bir Hizir Pasa'dan söz ediliyor. Belgenin ilgili bulundugu dönemde ise iki Hizir Pasa yasamis. Birinin özellikleri söyle:

 

Deli Hizir Pasa, Van Beylerbeyi (1582), Kars Beylerbeyi olarak Iran seferine katilma (1587), Erzurum Beylerbeyi (1588), Sivas Valisi (1588), Diyarbakir Valisi (1589), gene Sivas Valisi (1590), Tuna Muhafizi (1602), Budin Muhafizi (1605), ölümü (1607).

 

Deli diye anilmasi gözü pek, acimasiz bir kimse oldugunu gösteriyor. Ayrica Iran seferine katilmis, yani Safevîlere karsi savasmis. Safevî yanlisi Alevîlere düsmanlik besleyebilir. Iki kere Sivas'a vali gönderilmis, ikincisinde oldukça uzun kalmis. Alevîleri iyi tanidigi, onlarla ugrasmasini bildigi anlasiliyor.

 

Pîr Sultan'i astiranin Sivas Valisi Deli Hizir Pasa oldugunu söyleyen uzmanlarin görüsü dogruysa, sairin ölümü 1588'de, ya da 1590'dan sonradir.

 

Gene uzmanlara göre, Pîr Sultan 1534'de Bagdat'in Osmanlilar'a geçisi üzerine, Iran Sahina,

 

Güzel Sah'im çok yerlerden görünür

Asli nedir niye verdin Bagdat'i

 

diye siir yazmistir. 1534 ile 1590 arasinda 56 yil var. Pîr Sultan bu siiri yazdiginda, diyelim 20 yasindaysa, 76 yasinda ölmüs olur.

 

Böyle uzun bir ömür sürdügü kabul edilirse, uzmanlar arasindaki görüs ayriliklari da sona erebilir. Çünkü bu uzun ömre hem Pîr Sultan'in siirlerindeki olaylara uygun düsen Sah Tahmasb dönemi, hem de Deli Hizir Pasa sigdirilabiliyor.

 

Gene de bazi durumlarin açiklanmasi kolay degil. Örnekse, Pîr Sultan'in siirlerinde bir Alevî ayaklanmasindan söz ediliyor, oysa Deli Hizir Pasa döneminde Sivas'da böyle bir ayaklanma olmamis.

 

Uzmanlar arasindaki görüs ayriliklarinin ötesinde, kesin olan sudur: Pîr Sultan abdal on altinci yüzyilda Anadolu'da, Sivas yöresinde yasadi.

SANATI

 

Halkin benimsedigi, destan kahramani durumuna getirdigi sairlerin alinyazisini Pîr Sultan da paylasmistir. Uzmanlar yazmalarda gördükleri ya da agizdan agiza sürüp gelen Pîr Sultan siirlerinden hangilerinin gerçekten onun oldugunu, hangilerinin onun adina baskalarinca söylendigini ayirmakta güçlük çekiyor, çaresiz kaliyorlar. Görünüse bakilirsa, halkimiz Pîr Sultan'in siirlerini çogaltma çabasini günümüzde bile sürdürüyor.

 

On altinci yüzyilda yazildigi bilinen bir yazmadaki, genellikle eski yazmalardaki Pîr Sultan siirleriyle sonradan bulunanlar arasinda, gerek dil, gerek söyleyis yönünden büyük ayriliklar oldugu gerçektir.

 

Bu durumu gözönünde tutan uzmanlar, Pîr Sultan'in sanati üzerine konusurken, özellikle eski yazmalardaki siirlerinden, onun söyledigine kesin diye bakilan siirlerden yola çikiyorlar. Görüsleri söyle özetlenebilir:

 

Pîr Sultan Halk edebiyati geleneklerinden hiç ayrilmamis, ölçü, uyak, biçim, dil, söyleyis özellikleriyle, bir halk ozani görünümünü hep sürdürmüstür. Siirleriin genellikle hece ölçüsünün 11'li (4+4+3 ve 6+5) ya da 8'li (4+4 ve 5+3) kaliplariyla yazmis, arada 7'li kalibi da kullanmistir. Aruz ölçüsüyle siiri yoktur. Yalniz, gene heceyle yazdigi bir siirinde gazel düzenini denemistir. Bunun disinda siirleri hep dörtlikler biçimindedir, kosma ya da semaî biçiminde... Çogu zaman yarim uyak kullanmis, ses azligini rediflerle giderme yoluna da sik sik basvurmustur.

 

Siirlerinden Pîr Sultan'in saza bagliligi açikça anlasiliyor. Iyi bir çalgi ustasi oldugu da düsünülebilir.

 

Konularini yalnizca dinsel inançlardan, mezhep ya da tarikat inançlarindan almamis, yasamin çesitli yönleri üzerine kesinlikle din disi siirler de söylemistir. Tarikat siirlerinde ise, Ali, On Iki Imam gibi genel konularin yani sira, kendi kavgasini, yasadigi günlerdeki çatismalari, ayrintilariyla yansitmis olmasi çok ilginçtir. Kurumsal konulara, örnekse Tasavvufun derin sorunlarina girmemis, yasam karsisinda hep sonut, hep disa dönük kalmistir. Inançlarinin,kavgasinin yilmak bilmez, sözünü sakinmaz bir propagandacisidir.

 

Onun siirlerini okurken Anadolu'nun toplumsal tarihi üzerine bilgiler ediniriz. devlet düzenini bozuklugunu, mezhep ayriligindan dogan iç kavgalari, bu yüzden Alevîlere yapilan zulümleri, kadilarin haram yedigini, müftülerin yalan yanlis fetva verdigini, Siilerin karsilastigi güçlüklerin Sünnî halktan degil, Sünnî Osmanli Devleti'nden geldigini ögreniriz. Alevî Türkmenlerin, yönetimi durmadan bozulan, dinsel hosgörüden uzaklasan Osmanlilar'dan nasil kopup, Mehdî diye, kurtarici diye Iran Sahlarina sarildiklarini, siyasal kaygilara nasil araç edildiklerini görürüz. Bu baglanisin altindaki çaresizlikleri, giderek bu baglanisin yarattigi umut kirikliklarini sezeriz.

 

Pîr Sultan din disi konular islerken halk ozanlarinin kaliplasmis sözlerini kullandigi gibi, zaman zaman bunlardan bütünüyle uzaklasmis köy yasamini tertemiz, katkisiz bir gözlem gücüyle yansiyan siirler de söylemistir. Insan, hayvan, doga sevgisiyle örülmüs siirler...

 

Kullandigi dil çaginin konusma dilidir. Yabanci sözcükler, din, mezhep, tasavvuf, tarikat araciligiyla yasadigi günlerin konusma diline girdigi oranda onun siirlerine de girmistir.

MEMET FUAT, Pîr Sultan Abdal, Yasami Sanatçi Kisiligi Yapitlari - DE Yayinevi 1977

 

 

 

Balım Sultan

 

Balim Sultan Haci Bektas Veli'nin ilk öncülülerinden Dimetoka tekkesinin posnisini Seyit Ali Sultan'in torunlarindan olup, dogumu 1462, vefati 1521 dir.

 

Fatih'in Istanbul fethini müteakip Gedik Ahmet Pasa'nin 1475 de Kirim, Mora ve Tuna seferinden dönüste Dimitoka'daki tekkeye misafir olur. 14 yasinda genc ve dinamik olan Balim Sultan'i babasindan izin alarak saraya getirip özel egitim yaptirildiktan sonra Hacibektas tekkesine görevli gönderir.Burada normal hizmetlerini tamamliyarak postnisinlige yükselir.

 

Balim Sultan, Haci Bektas Veli'nin ahlak prensibi olarak kabul ettigi "Eline, Diline, Beline" sahip olma kuralini uygulamis "EDEP" esasi üzerine Bektasi (NAZANIN) tarikatini kurup, tarikata yön ve sekil vererek yaymaya baslamistir.

 

Önce II inci Beyazit'i saray erkani ile tarikatina aldiktan sonra, tarikati Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluga kadar yayarak bircok tekke kurmustur. Bunlardan bazilari: Selanik'te Kasim Baba, Budapeste'de Gül Baba tekkeleri gibi.

 

Tarikatda ilim kademlerini dörde ayirmistir. Buna dört kapida denir. Bu devrelerden gecen kisiler kamil insan olurlar.Bu kademeleri asmak icin zaman degilde ilim ve sadaket gözönüne alinir.

 
  Bugün 1 ziyaretçi (4 klik) kişi burdaydı!  
 

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol